15 Aralık 2010 Çarşamba

İNSANLIK, SAVAŞ VE TERÖR - III

Terörün Ulusal ve Uluslararası İzdüşümü;

Terör, insanlığın varoluşuyla gelişen toplumların çıkar çatışmalarının varoluşundan bu yana süregeliyor. Dinsel terör ortaçağda haçlı seferleri-engizisyonlarla Hıristiyanlık adına insanların kanını içiyor. Bugünse İslam adına, Musevilik adına işlenen terör insanları vahşice katlediyor, yürekleri paramparça ediyor. İşte burada şapkayı önümüze koymalıyız. Geçmişte siyasi ideolojik olarak önümüze koyulan ve ardından etnik yapıda ülkemize zarar veren günümüzde de dinsel kimlik altında kan içmeye devam eden bu canavara karşı insanlık tek vücut olmak zorundadır. Evet 21. yüzyıla ulusal birlik beraberlik damgasını vurmalıdır. Yoksa her yönden, her cepheden saldırılar karşısında etnik ve dinsel ayrışımının kavşağında kendini bulacak ulus devlet çatırdayacaktır. O zaman bu güzel ülkeyi 100 yıl öncesindeki Sevr haritasına geri götürecektir. Çıkarılan yangınlar, oluşan yıkıntılar…

Ülke olarak rotamızı, çizmiş olduğumuz çağdaş uygarlık yolundan döndürmemek, hedef daima daha ileriye gitmektir. Türkiye bunu aşacak güçte, dinamiktedir. Yeter ki kısır döngüden kurtulup mevcut potansiyelini harekete geçirip dinamizm yakalasın. Batı bunları seyretmeye devam etse de, bizi oyalasa da, uyum yasaları adıyla bizleri sıkıştırsa da terörle mücadelede kesinkes taviz vermemeliyiz. Terörü çökerten yetişmiş uzmanlarımızı, yürekli personelimizi paçavra gibi kenara savurup küstürmemeliyiz. Ne kadar taviz verirsek o kadar taviz daha istenecek, bunun sonu gelmeyecektir…

Biz çocukluğumuzu yaşayamadık, gençlik yıllarımızı terörle geçirdik. Orta yaş kuşağımızı terörle mücadelede bulduk. Herhalde yaşlılığımız da terör ürküntüsü ile geçecektir.
Genel aflar, özel aflar, pişmanlık yasaları, infaz yasaları derken terörle mücadele delinerek yamalı kevgire döndü. Cezaevlerini mesken, okul yapanları sokağa saldık. Kanun caydırıcılığı ortadan kalktı. Yargı ve kolluğun işlevi azaltılarak, terörle mücadele eden kamu görevlileri pasifsize edilerek Türkiye’nin geleceğine bomba konuluyor.
Bunun sonucu Türkiye büyük bir yara almıştır. Ekonomik zarar Türk ekonomisine negatif yönde etki ederek iki “T” başta etkilenecektir. Turizm ve Tekstil… Yabancı sermaye ve yabancı yatırımlar… Deprem bile bu kadar sarsmamıştır toplumu. Bu gelişmeler daha kötü bir afet olarak önümüzdedir. Dünyayı yanımıza alamadığımız sürece tek başımıza bununla mücadelenin her yönden faturası ağır olacaktır. Uluslar arası ilişkiler ve diplomasiyi iyi organize etmemiz öncelikler arasındadır.

Türkiye yeniden dirilmek zorundadır. AB sonunda bizden bizi biz yapan değerleri bir kenara atmamızı isteyecektir. Ekonomik bağımlılık bizi ipotek duruma sokmuş. Gelecek Türkiye’yi ipotek altına sokmuş. Afrika-Asya ülkeleri bile bize vize uygularken, Türkiye, yabancıların yolgeçen hanına çevirdikleri bir ülke konumunda. Bugün Asyalısı-Afrikalısı-Kuzey Avrupalısı Türkiye de cirit atıyor. İstanbul adeta Birleşmiş Milletler konumunda serbest bölge gibi... Ne ararsan var. Hangi ülkeden, hangi kıtadan istersen… Her tarafta Afganlısı, Farslısı, Çinlisi, Uzak doğulusu, Zencisi, Arabı cirit atıyor. Türkiye buna bir önlem almak zorunda, denetim altına almak zorunda. Sınırlarını, ülkeye gireni çıkanı kontrolü altına almak mecburiyetindedir. Uluslar arası terör örgütlerinin, gizli servis elemanlarının, yer altı dünyasının, kirli karanlık işlerin, ahlaksızlığın kol gezdiği bir ülke durumundan kendini kurtarmak zorunda…

Gün, tüm toplum olarak şoktan kurtularak Esnafı-çiftçisi, köylüsü-şehirlisi, özeli, kamu sektörü, siyasi partileri, dernek, sendika ve sivil toplum örgütleri ayağa kalkarak tepkilerini top yekun yaparak terörü kitlesel olarak lanetlemeleri günüdür. Geç kalmadan toplumsal tepkimizi yarından tez ortaya koyma günüdür.
Kim, niçin, neden, nasıl, nereden sorularıyla zaman kaybetmeden ataletten sıyrılmamız gerekmektedir. Yaşama daha sıkı, daha candan sarılmalı, daha çok çalışmalıyız. Yürümek yerine daha hızlı koşmalıyız. Zaman çok çabuk ilerliyor. Onu yakalamak, ona ulaşmak artık zorunluluktur.
Evet Türkiye’m, sen bu zorlukların üstesinden gelirsin; geleceksin de. Başka bir alternatifin de yok. Bu ülkeyi sonsuza kadar yaşatma andı, bağımsızlık ve bütünsellik içeren kalkınma ruhu hep canlı tutulacak, meşale hep yüksekte tutularak aydınlıktan ödün verilmeyecektir.
Türkiye gerekli kanunlarını toplumunun ihtiyaçlarını ön planda tutarak, kendi toplumsal yapısı ve sorunlarını çözecek paralellikte yapmalıdır. Avrupa treni, Avrupa sevdası bizi kendimizle çatışır duruma getirmemelidir. Toplumsal yapımız göz ardı edilmeyerek önce Türkiye’nin çıkarları gözetilmelidir. Batıya şirin gözükmek için kendi kendimize gol atmamalıyız. Bizi biz yapan değerleri yadsımamalıyız. Terörle mücadelede 90’lı yıllarda gösterilen kararlılığın süregelmesi temel odak noktamız olmalıdır.

İnsanlık çok acımasız savaşlar yaşadı. Son olarak 20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşında milyonlar yok oldu. Ülkeler, toplumlar, şehirler yıkıldı, harap oldu. Ardından soğuk savaş yılları, küçüklü-büyüklü bölgesel savaşlar yaşandı. 20. yüzyılın son çeyreğinde ise terörizm dünya sahnesindeki yerini alarak toplumları içeriden-içlerinden vurdu.

Onun için; timsah gözyaşları dökerek terörü lanetlemekle kalmayıp onu etkisiz kılmak için alınan ve alınması gereken önlemleri yarınları beklemeden hayata geçirelim.

Remzi KOÇÖZ

10 Aralık 2010 Cuma

İNSANLIK, SAVAŞ VE TERÖR - II

21. Yüzyıla Damgasını Vuran Büyük Terör Olayları;

11 Eylül 2001 New York / ABD;
21. yüzyıla millenyuma girdiğimiz ilk yılda terör bu kez uygarlık dünyasını hedef aldı. Batı Dünyası gözlerinin önünde yok edilen, akıtılan kanları görmezden gelirken birden sarsıldı, şok oldu. Bu kez silah ellerinde patladı. Hem de şok edici, bir kabus gibi... İnsan aklının alamayacağı bir vahşilikte, hem de sivil ve masum insanlara karşı...
2001 yılının 11 Eylül günü yaşamış olduğu kabus Amerikan Rüyasını ve Süper Gücü kendi kendini sorgulamaya iter. Kaybetmiş olduğu ‘Moral ve Prestiji’ yeniden kazanabilmek için yekvücut olarak terör ve teröre destek veren örgüt ve ülkelere karşı savaş ilan eder. İlk olarak hedef Afganistan’dır. Taliban yönetimine son verilerek Uluslar arası bir güç desteğinde yeni bir Afgan hükümeti oluşturulur. Sıra Irak’a gelmiştir. Irak’ta yeni oluşum, geçici konsey, seçimler, yeni parlemonto derken Saddam Hüseyin ve kurmayları sağ, oğulları ölü olarak elde edilmiş olsa da, iç savaş boyutunda patlama ve saldırılar sonucu her gün ölüm olayları kol geziyor. Irak’taki kadar yoğun olmasa da Afganistan’da da benzer şekilde olaylar süregelmektedir.

15 Kasım 2003 İstanbul;
İstanbul’da sabah saatlerinde Şişli ve Galata-Kuledibi sinagoglarına yönelik bomba yüklü araçlarla yapılan terör saldırısı sonucu 20’nin üzerinde insan hayatını kaybederken 300’e yakın insan da yaralanıyor. Musevilerin kutsal gün olarak kabul ettikleri Cumartesi günü sinagog da ibadetleri ve ergenliğe geçişle ilgili 13 yaş törenleri nedeniyle kalabalık oluşturdukları tarih ve saatler saptanarak eylem gerçekleştiriliyor. Yaklaşık 11 ve 17 yıl öncesi yine bu sinagoglara karşı iki kez saldırı düzenlenmiş, insanlar katledilmişti. Bu üçüncü saldırı ise daha vahşice ve de ağırdı. Çevredeki ev-işyeri-araçlara zarar vermiş, sokaktan geçen insanları bile etkilemişti.

20 Kasım 2003 İstanbul;
Yine İstanbul, yine dinsel terör. Bu kez İngiltere konsolosluğu ve İngiliz HSBC Bankası önünde patlatılan benzer kamyonetler, ilk etapta 27 insanın ölümüne, 455’e yakın kişinin yaralanmasına etken oluyor. Böylelikle terör, 15 Kasım’ın yaralarını saramadan ikinci darbeyi vuruyor. Ve bu peş peşe gelişen katliam dünyayı sarsıyor.

11 Mart 2004 Madrid / İSPANYA;
İstanbul’da intihar saldırıları sonucu gerçekleştirilen incelemeler sonucunda terör eylemlerini düzenleyenlerden iki kişinin El kaide-Taliban bağlantısı kesinleşirken, bu gün İstanbul’daki eylemlerin benzeri bir vahşet İspanya’nın Madrid kentinde üç ayrı tren istasyonunda insan dolu vagonlarda patlatılan bombalarla İspanya sarsıldı. İlk etapta 200 ölü, 1250 yaralı. Bu eylemin arkasında İspanyol kamuoyu Eta terör örgütünü beklerken resmi kaynaklar El-kaide olduğuna dair açıklamalar yaptı.

03 Eylül 2004 Kuzey Osetya / RUSYA;
1 Eylül Dünya barış günü okulların açılmasına denk gelen neşeli bir karnaval gününde Okul spor salonunda öğrenciler “Çeçen” menşeli Terör odaklarınca rehin alınıyorlar. Veliler, öğrenciler, öğretmenler 1200 civarında masum insan ...
Üç gün boyunca süren rehin olayı Rus Devlet Başkanının Türkiye’ye olan ziyaretini de erteletiyor. 3 Eylül gününde rehinelere yönelik öldürme eylemleri sonrası kurtarma operasyonu başlatılıyor. Rakamlar dehşet verici 150’nin üzerinde ölü. Masum Çocuk ve öğretmenler. Kurtulanlar aç ve susuz, çıplak ve şokta... Terörün acısını, kanını, dehşetini 3 gün boyunca yaşayanlar, hem de en sevinçli günlerinde.
Ölü sayısı 400’leri buluyor. Ölü ele geçirilen teröristlerin 10 kadarının Arap olduğunu, diğerlerinin Çeçen gruplarından olduğu açıklanınca El-Kaide uzantısı ortaya çıkıyor. Bundan bir kaç gün önce Rusya’dan havalanan (2) uçağın düşmesi sonucu onlarca insan ölüyor. Bunların adresi de buraya çıkıyor.
Çeçen Direnişi, Kafkas Dayanışması bu olaylardan önce yaşanan Moskova’daki tiyatro baskını, Metro bombalama olayları sonrası değişik mecraya sürükleniyor. Kuzey Osetya’da iyice vahşileşiyor. Tüm Dünya, insanlık bu cinayeti, Trajediyi canlı izliyor.

Teröre sempati duyanlar, terörden beslenen ülkeler, gruplar, insanlar bu vahşetten iğreniyorlar. Ellerindeki oyuncak onların kontrolünden çıkarak “Bumerang” oluyor. Kendi kanını içmeye başlıyor.
“Savaşlarda çocuklara, kadınlara, dokunulmaz.” Bu olay Terörün günümüzde iyice çıldırdığının, çılgınlığının göstergesi oluyor. (Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ

7 Aralık 2010 Salı

İNSANLIK, SAVAŞ VE TERÖR

'Önce duygular ağır basardı yürekler beyne hükmederken;
Şimdi çıkarlar ağır basarak duygusuzluğu beyne hakim kıldılar.’

Savaşlardan Teröre;

“Buluştu, teknolojiydi hiçbir sonuç bu dört doğal eylemin önüne geçemez. Bunlar doğanın yasalarıdır. Seller, depremler, salgın hastalıklar ve savaşlardır. Bunun üçü yeryüzünün varlık etkenleri, dördüncüsü de milyonlarca canlı türünden biri olan fakat aklı ergenleştiğinden kendisini dünyanın hakimi zehabına kapılan insanoğlunun yaratılışındaki zayıflıktır. İnsanoğlunun 5000 yıllık yazılı tarihinde barışla geçen süre 236 yıldır. Bu süreçte 14.600 savaş yaşanmıştır. Bu ortalama her yıla üç savaş demektir.”(1)

Savaş, “Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp”(2) olarak tanımlanmaktadır. Kısaca ulusların diplomasi ile çözemedikleri sorunları silahla çözmeleridir. Güçler çarpışacak, gücünü kanıtlayanlar kazanan taraf olarak masada, kaybedenden istediklerini alacaktır. Savaşın kuralları, hukuku vardır… Yeri geldiğinde savaş bir sanat olarak takdim edilecek, literatürde yer bulacaktır. Savaşlar insanlığın varoluşu ile yüzyıllar boyu devam eder, sıcak savaş, soğuk savaş derken insanlar yorulurlar. Bu kez onun yerine yaşamları devam ederken, daha ekonomik, daha mucizevi bir yöntemi yeniden keşfederek sahneye koyarlar: Terör... Terörü irdelediğimizde bizi yüzyıllar öncesine götürecek, M.Ö. 70’li yıllarda Ortadoğu-Filistin’de Scarii adlı dinsel tarikatın eylemlerinin ardından yaklaşık 1000 yıl sonra M.S. 1070’lerde yine Ortadoğu’da Assain (Haşişi) eylemleri terör literatüründe ilkleri temsil eder.(3)

Terör ve Terörizm ise Sözlük ve Ansiklopedilerde;
“yıldırma, korkutma, şiddet”(4),
“İhtilalci gurupların giriştiği şiddet eylemlerinin tümü, tedhişçilik, bir hükümet tarafından uygulanan şiddet rejimi”(5),
“Siyasal bir hedefe ulaşmak amacıyla devlete, halka ya da bireylere karşı sistemli şiddet eylemlerine başvurma”(6),
“ ........... değişik gerekçelerden kaynaklanan siyasi şiddet eylemlerini ifade eder.”(7)olarak tanımlanmaktadır.
Bu nedenle dünya terörün tanımında ortak noktalarda birleşilse de, ortak bir tanıma imza koyulamamaktadır. Tanımlar, akademisyen çevrelerce de yaşadıkları ülke-bölge özelinde değişik algılanmaktadır. Bunun sonucu yüzlerce terör tanımı ortaya çıkmıştır. Yabancı araştırmacı ve bilim adamlarının yanında Türk bilim adamları ve araştırmacılarda terörün tanımını yapmışlardır.

Ceza Hukukçusu Prof. Sulhi DÖNMEZER terörizmi “şiddetin, sosyal, ulusal, ırki, dinse, fesat çıkarıcı ve diğer maksatlarla ve sosyal sınıfların arasında çatışma ve savaşı tahrik etmek üzere planlı ve hukuk dışı olarak kullanılması” şeklinde tanımlarken,
Siyaset Bilimcisi Prof. Doğu ERGİL ise “Dehşet salmak için girişilen seçilmiş ve planlı eylem ve / veya eylem tehdidi” olarak tanımlamıştır.
Emekli General Suat İLHAN da “Bütün tanımlarda terörün bir yönünü bulmak mümkün. Fakat hiçbir tanım terörü tam anlatamaz. Çünkü terör psikolojik yönlendirmeye dayalı ve bu yönlendirmeye göre şekil alan bilinçsiz bir çılgınlıktır. Kısaca örgütlü ve kuralsız şiddet hareketidir.” şeklinde değerlendirmekte, tanımlamaktadır.(8)
Emekli General Osman Pamukoğlu da “Şimdi insanlar buna genel tanımla ‘Terör’ diyorlar. Nereden, nasıl, hangi kuvvetlerle, ne zaman geleceği belli olmayan vuruş. Tam askeri dille; klasik, bilinen, hattı olmayan, yığınağı yapılamayan, sana seferber olma imkanı tanımayan, bütünüyle karşı tarafın inisiyatifinde olan, daha pratik ve daha ucuz, şok etkisi yüksek, zamana yayıldığında karşı tarafta moral ve maddi güç bırakmayan, daha çok zekayı ve cesareti gerektiren bir savaş türü.” olarak nitelemektedir.(9)

1991 yılında kabul edilen “Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesine göre;
“Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”(10) şeklinde geniş bir şekilde tanımlanmaktadır.

Ülkemizde, bu tanımı resmi olarak 20 yıllık deneyim sonrası ortaya koymak durumunda kalıyoruz. Bu ayni zamanda terörle mücadelenin kararlı bir şekilde çok yönlü, bir bütün olarak kural ve kurumlarla ortaklaşa sürdürülmesi sonucu ulaşılan başarıdır. Ancak, 1970’lerden 2000’lere Türkiye bir kuşağını terörde kaybetmiş, büyük acılar yaşamış, çok ağır bir bedel ödemiştir.

Diğer taraftan globalizm, küreselleşme derken Dünya, savaş ve terörün iç içe girdiği, neyin savaş neyin terör olduğu karmaşasını yaşayacaktır. Günümüzde Irak ve Filistin’de yaşananların savaş mı yoksa terör mü olduğu karmaşası neyi değiştirecektir. Her gün patlayan bombalar, ölen-yaralanan insanlar TV ekranlarından haber ve görüntü olarak verilmekte ve bu vahşet tüm dünya tarafından izlenmektedir...

Büyük devletler, büyük güçler gerçekleştirirse adını savaş; küçük devletler, küçük güçler gerçekleştirirse adını terör koyarak uluslararası hukuk işletilir. Saldıran gücün haklı olup olmaması önem arz etmez. Saldıranın kim olduğu, gücü belirleyici rol oynar.

Günümüzden geleceğe terörün yeni, farklı, daha kapsamlı ve de daha tehlikeli bir boyutu karşımıza çıkıyor: ‘Siber Terör’... Bu gerçekten gelecekte bilgisayar ortamda yapılacak olan terörün insanlara daha çok sıkıntı ve kayıp yaşatacağının göstergesi. Güvenlik önlemi almanın sınırsız olduğu gibi Klasik terör olayından da çok daha geniş sınırsız Siber terör çeşidi çıkabilir. Her ne kadar teknoloji ilerledi insan yaşamı rahata erdi, kolaylıklar sağladı diyorsak ta tersine daha sorunlu, güvensiz, insancıl olmayan bir yapıda teknolojinin ardından geliyor. (Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ

Dip Not / Kaynakça:
(1) PAMUKOĞLU Osman,“Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok”,Harmoni yayıncılık,
11. basım, Aralık 2003, s.241
(2) “Savaş”, Türk Dil Kurumu okul sözlüğü, Milliyet yayınları, s.647
(3) KORKMAZ Gürol, “Terör ve medya ilişkisi”, Ankara 1999, s.20,21
(4) “Terör”, Türk Dil Kurumu okul sözlüğü, Milliyet yayınları, s.752
(5) “Terörizm”, Meydan Larousse, Meydan Yayınları, 1973, cilt-12, s.83
(6) “Terörizm”, Ana Britannica, 1990, cilt-20, s. 549
(7) “Terör”, AXİS 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt-11, Milliyet/Hachette yayınları, s.336(8) KORKMAZ Gürol, age., s.10,12
(9) PAMUKOĞLU Osman, age., s.242
(10) 12/4/1991 Tarih ve 3713 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu” Madde 1-(Değişik
birinci fıkra: 15/7/2003-4928/20 md.)

15 Kasım 2010 Pazartesi

DEPREM KUŞAĞINDAKİ BİR KENTİN İNAT, COŞKU VE TUTKUSU - IV

Sakarya ve Futbol;

Bu ilde sporun çok çeşitli dalları, ulusal ve uluslar arası başarılara imza atmıştır. En çok şampiyon güreşçi çıkmıştır. Futbolda ise 4 kulübün birleşmesi sonucu 1965 yılında kurulan Sakaryaspor ayni yıl ikinci lige, 1980/81 yılında ise bugün Süper lig olarak anılan Birinci lige çıkar. 1985/86 sezonunda ikinci lige düşen takım 1986/87 sezonunda ikinci kez çıktığı birinci ligden 1989/90 sezonunda yeniden düşer. 1990 sonrası Yeşil-Siyahlı takım Play-off’a kalmış olsada ya yarı finalde, ya da finalde kaybediyordu. Nitekim uzun bir aradan sonra (8 sezon) 1997-98 sezonu 1. Lige ikinci kez “merhaba” der. Ancak bu maraton uzun sürmez ertesi yıl 1998-99 sezonu (16. sırada) küme düşer.
1999 yılındaki deprem şoku sonrası şehirle birlikte Sakaryaspor da demoralize olur. Şehrin dinamizmi Sakaryaspor’un yeniden birinci lige çıkışına kilitlenir. Şehirle birlikte takımda yeniden yapılanarak birlikte yaraları sarmaya koyulur. Bir yandan göç verirken bir yandan yeşil-siyahlı renklerle moral bulmaya çalışır. Süper lige çıkmak artık elzem olmuştur. 1999-2000 sezonu lige ara verir. Ardından 2. Ligde 2000 ile 2003 sezonları arası 3 kez üst üste Play-Off oynamasına rağmen süper lig hedefini bir sonraki yıla 2003-04 sezonuna erteler.
Sakaryaspor 2003/2004 yılında ikinci ligde iyi bir sezon yaşar. Doludizgin haftaları geride bırakıp şampiyonluğu göğüsler. 2003/04 sezonunda üçüncü kez süper lige şampiyon olarak çıktığı günün heyecanını -Ankara’dan Karasu’ya gelişimde- Çark caddesinden geçerken yaşadım. Şehir, 1999 sonrası ilk kez acılarından sıyrılarak coşmuştu. Benim gibi ayni kentin nüfus cüzdanını taşıyan 7’den 70’e futbolla ilgili-ilgisiz yaşama bağlanmanın, yeniden kenetlenmenin ivmesini kazanır.
2004-05 sezonunda yeşil-siyahlılar son haftalara kadar mücadele etmesine rağmen (16. sırada) süper ligden ikinci lige düşerek kentin insanlarını hüzünlendirir. Yeniden dirilen, yeniden yapılanan kent kaderci bir yapıya gömülür. Ölü toprağı fazla sürmez. 1 yıl sonra 2005/06 sezonunda zirveyi kovalasa da ilk iki takım arasına giremez. Süper lig Play-Off sonrasına kalır. Elemelerde önce İstanbulspor engelini aşar, ardından Altay’ı diskalifiye ederek 3. takım olarak ipi göğüsler. 24 Mayıs 2006 gecesi dördüncü kez yeniden süper lige çıkar. Tıpkı her depremden sonra yeniden dirildiği gibi inat eder, direnir. Bunun adı futbol literatüründe ‘Asansör takım’ unvanı olsa da nice köklü takımlar arasından sıyrılarak azmini taçlandırır.
1981 yılında birinci lig yolculuğundaki Ankaragücü ile olan maçını Ankara 19 Mayıs stadında -bende- yaşarken, sonraki sezonlarda tüm Türkiye bu takımın birinci ligdeki başarılarını yakından izlemiştir. Sakaryaspor ve taraftarları hüzünlerle birlikte şampiyonluk coşkusunu birçok kez yaşamıştır.
Geçmişte Varol, Talat, İhsan, Muammer gibi futbolcular yetiştiren kulüp birinci lige çıktıktan sonra bir dönem Fenerbahçe’nin altyapısı şeklinde kaynak sağlarken, üç büyüklere ve milli takıma futbolcu verir. Sakaryaspor’da 2. Lig Şampiyonluğuyla başlayan 1980’ler, kelimenin tam anlamıyla "altın yıllar" olarak tarihe geçer. 40 yıllık kulüp tarihinin son 25 yılında 5 kez süper lige (4 kez ligden düşmesinin ardından) çıkarak 11 sezon süper ligde başarılara imza atar. 1987-88 sezonu Türkiye Federasyon Kupası Şampiyonluğu, UEFA’da ülkeyi temsil, Yenal Kaçıra’yla 2. Lig’de gol krallığı, Aykut Yiğit’le 1. Lig’de gol krallığı, Türk Futboluna Oğuz Çetin gibi bir imparatoru, Aykut Kocaman, Hakan Şükür, Bülent Uygun gibi 3 gol kralı, Recep Çetin, Rahim Zafer, Turan Sofuoğlu, Engin, Serdar, gibi üstün vasıflı A milli oyuncuları armağan eder. (7)
Bu kentin kendi gibi asi, dirençli, inatçı bir futbol takımı vardır. Süper ligde kıran kırana mücadele verirken İstanbul takımlarına da alt yapı oluşturarak ikinci lig ile birinci lig arasında in-çıklarla mekik dokur.
Futbolseverler arasında söylene gelen bir söz vardır: “Ligde kalmaktan daha zor bir şey var; yeniden 1. lige çıkabilmek...” Bu sözün doğruluğunu perçinlemek uğruna (BJK, FB, GS ve TS dışındaki takımlar ligden düşme sendromunu birden fazla yaşamışlardır) yeşil-siyahlıların çabasını örnek gösterebiliriz. Dört büyüklerin hükümranlığını sarsacak nadide kulüplerden biri olan Sakaryaspor -analizini yaptığımız tarihindeki başarılarıyla- sadece Sakaryalıların değil tüm Anadolu’nun gurur duyması gereken bir takımdır.
Bitmez tükenmez bu mücadele sonundaki başarılarda başkanından malzemecisine, teknik heyetinden sporcusuna, vefakar, cefakar taraftarların da hakkını teslim etmemiz gerek. “Biz bu şehri tirübünden sevdik” diyen Tatangalar, Sakaryaspor’la özdeşleşmiş durumda. Sportmenlik dışı her türlü olumsuz davranışları, şiddeti, holiganizmi yenmek uğruna şehirle bütünleşmesini, şehrin adına yaraşır taraftarların, süper ligde hayal kırıklığına uğramayarak spor adına, futbol adına güzellikler yaşanması temennisiyle tüm camiaya başarılar dilemiş olsak da -gösterilen tüm performansa rağmen- başarısızlık yakamızı bırakmaz. Sakaryaspor’un makus talihini yenerek kente farklı bir ivme kazandırması dileğimiz geçerliliğini korurken; yeşil-siyahlıların 1980'lerdeki altın yıllarına yeniden dönmesi ise umut olarak hep varolacaktır.

Sakarya ili her bölgesiyle Anadolulu, Kafkasyalı, Kırımlı, Balkanlı’dan oluşan insanları bağrına basar. Bu yüzden kültürel yaşam, gelenekler, töreler, folklor çok renklilik gösterir. Edebiyattan sanata, spordan siyasete, bürokrasiden iş dünyasına ülkeye renkli simalar kazandırmıştır. Tarım kenti, ticaretinde etkisiyle sanayi şehrine dönüşerek çehresini yeniler. Sakarya, İstanbul-Bursa-Kocaeli üçlüsüne sanayi bölgesi olarak -bir yandan modern tarım gelişirken, diğer yandan tarım arazileri sanayiye açılır- yetişmeye çalışırken, geçmiş yıllarda olduğu gibi yeniden göç almaya başlar.

1999 depreminin olumsuzluğu her alanda silinmeye çalışılırken hayat kaldığı yerden devam etmektedir. Bugün Sakarya; depreme rağmen kabuğunu yeniden kırarak ekonomik açıdan hızla gelişme gösterdiği, eşsiz doğal güzellikleriyle, farklı kültürlerdeki sevecen insanların huzur içinde bir arada yaşamaya çalıştığı bir Anadolu kenti olma yolundadır. (*)

Remzi KOÇÖZ

Dip Not/Kaynakça:
(7) www. Sakaryamiz.net ‘Sakaryaspor Tarihi’ sayfasından
(*) Bu yazı, Sakarya savaşının 85. yıldönümü, Marmara depreminin 7. yıldönümleri yanında Sakaryaspor’un dördüncü kez süper lige çıkışına ithafen 2006 yılında kaleme alınmıştır.

9 Kasım 2010 Salı

DEPREM KUŞAĞINDAKİ BİR KENTİN İNAT, COŞKU VE TUTKUSU - III

Sakarya Savaşı ve Tarihsel Önemi;

“İz dövdüm
Gözlerim şavkı aktı Sakarya’nın suyuna
Sakarya’nın suları nâmın söyleşir
Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya”(5)

Tarihimizde önemli bir yeri olan Sakarya Nehri, Afyon’un kuzeydoğusundaki Bayat Yaylası’ndan doğar. Önce İç Anadolu’ya doğru akar sonra Kızılırmak’ın tersine bir kıvrımla, kuzeye döner, Polatlı yakınlarında en büyük kollarından biri olan Porsuk ve Ankara çayını alır. Geyve Boğazı ve Adapazarı Ovası’ndan geçerek Karasu ilçesinden Karadeniz’e dökülür. Kızılırmak ve Fırat Nehrinden sonra Türkiye'nin üçüncü (824 km), Kuzeybatı Anadolu’nun ise en büyük akarsuyudur. Geçtiği güzergah boyunca etrafı eşsiz bir tabii güzelliğe sahip olan Sakarya Nehri, 3. derece doğal sit alanı olması dolayısıyla koruma altındadır.

Sakarya şehri adını almış olduğu nehrin -kendi il sınırları dışında Polatlı ovasında gerçekleşmiş olsa da- çevresinde yaşanan tarihin en uzun süren büyük meydan muharebesinin sonucuyla coşkulanır, gururlanır.
‘Sakarya’ Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda bir dönüm noktasıdır. En duyarlı, en kanlı, en dirençli cephedir. Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası olan, Türk ordusunun Yunan ordusu ile Sakarya boylarında yaptığı meydan savaşında (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Mustafa Kemal Paşa yeni bir savaş stratejisi uygulayarak ordularına şu emri vermiş: "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz..." Türk askeri bu yüksek emre uyarak vatanını canla başla savunmuştur. 100 kilometreye kadar uzanan bir cephede yapılan bu savaşta 350 subay, 2900 erimiz şehit olmuş, 800 subay ve 13.000 erimiz de yaralanmıştır. Bu savaş subaylar savaşı olarak da anılmıştır. (6)
Sakarya, Türk Kurtuluş Savaşında destanlar yazılan 22 gün-gece kanlı savaşa sahne olmuş, işgalci güçlerin üstün olan gücüne direnilmiş, geçilmez denilerek düşman kuvvetler püskürtülmüştür. Diğer yandan Dünya Savaş tarihine geri çekilme harekatının en güzel örneğini sunmuştur. Bunun için Sakarya tıpkı Çanakkale gibi Türk tarihinde geçit vermeyen, destanlaşan yeni bir cephe olmuş, sonrasında da ”Vatan, Millet, Sakarya” deyimi yurtseverlik ifadesiyle hafızalara kazınmıştır.

Sakarya Savaşı sonrası TBMM, Mustafa Kemal Paşa'ya "gazi" ve "mareşal" unvanlarını vermiş, askeri başarı yanında TBMM hükümetine iki siyasal başarı kazandırmıştır: Rusya ile 13 Ekim 1921'de doğu sınırlarımızı kesin belirleyen Kars Antlaşması yapılırken, 20 Ekim 1921'de Fransa ile Ankara Antlaşması imzalanır. Bu antlaşmanın en önemli maddesi Güney cephesindeki Fransız işgal kuvvetlerinin çekilme kararıdır. Böylece Misak-ı Milli Fransızlar tarafından resmen tanınıp, uygulanması sonucu kuvvetlerimiz batı cephesine kaydırılarak Büyük Taarruz için cephemiz daha da güçlendirilmiştir. (Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça:
(5) Attila İLHAN, ‘Mustafa Kemal’ adlı şiirinden
(6) Tuzla Piyade Okulu “Sakarya Savaşı” Ders Notlarından.

3 Kasım 2010 Çarşamba

DEPREM KUŞAĞINDAKİ BİR KENTİN İNAT, COŞKU VE TUTKUSU-II

Sakarya ve Deprem;

1600’li yılların başlarında yaklaşık 400 yıl önce Padişah Fermanı şöyle buyurur;
“Evler tek kat ola, ikinci kat tahta çıkıla, üçüncü katı çıkanın kellesi vurula!”
Bu şehir 20. yüzyıl içerisinde üç büyük deprem yaşar. Birincisinde 20.06.1943 tarihinde (6.6 şiddetinde 336 ölü) bizim kuşak dünyada yoktu. İkincisinde 22.07.1967 tarihinde (7.2 şiddetinde 89 ölü) ilkokul öğrencisi iken eski evimizin bahçesine Kızılay çadırında günlerce kaldığımızı hayal meyal hatırlıyorum. Üçüncüsünde ise 17.08.1999 tarihinde (7.4 şiddetinde 3988 ölü) İstanbul’dan Karasu’ya geçeceğim sabahın gecesinde İstanbul-Baltalimanı Polis moral eğitim tesislerinde depremi yaşadım. Sonrasında büyük depremin yerle bir ettiği Kocaeli ilinden aktarmalı olarak köy yollarını kullanarak yıkılmış bir başka kentin merkezine Adapazarı’na zar zor ulaştım. Şehir Ağustos ayında talihsiz bir güne tanıklık ederken, savaş filmlerinde gördüğümüz hayalet şehir görüntüsü, binlerce insanın ölümü, karabasan gibi uzun süre hafızalardan silinmeyecektir. Ardından, bir hafta sonra Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova güzergahını kullanarak Marmara depreminin enkazını sıcağı sıcağına gözlemledim. Durum pek iç açıcı değildi!
17 Ağustos 1999 tarihinde yaşanan deprem Kocaeli, Yalova, Bolu yanında Adapazarı’nda da büyük hasara yol açmıştır. Resmi kayıtlara göre 3.988 insanımız hayatını kaybetmiş, 5.180 kişi de yaralanmıştır. Sakarya ili içinde 81.702 konut ve işyeri çeşitli düzeylerde hasar görmüştür. Bunlardan 29.701’i yıkık ve ağır hasarlı, 22.157’si orta hasarlı geriye kalan 29.844’ü ise hafif hasarlı olarak kayda geçmiştir.17 Ağustos 1999 depremiyle; konutların çoğu oturulamaz hale gelmiş, halkın önemli bir kısmının geçici de olsa yakın ilçelerde ve köylerde ikamet etmesine neden olmuş ve böylece şehir nüfusunda azalma görülmüştür. 200 binlerde olan nüfus, 2000 tarihindeki genel nüfus sayımıyla ilgili kesin olmayan sonuçlarına göre Adapazarı merkez nüfusu 160.757 olarak saptanmıştır. (4)
Geçmişte padişah fermanı bölgenin kritik durumunu deprem açısından öngörmüş, yerleşim açısından -az katlı bina yapımında- uyarıda bulunmuş. Buna rağmen geçmiş yüzyıllardaki depremler neyse 20. yüzyıl içerisinde yaşanan iki depreme rağmen şehir yine fay hattı üzerine hem de çok katlı olarak yükselmiş. Taki üçüncü depremde yerle bir olup yıkılana kadar! Bilim adamlarının şehir merkezini kuzeye doğru, zemini sağlam bölgelere kaydırılması doğrultusundaki -olmazsa olmaz- raporları üzerinden zaman geçince unutulur. Şehir eskisi gibi olmasa da yine ayni yerinde kurulma ısrarındadır. Doğa kanunlarına karşı bir direniştir. Tıpkı toplum yaşamını düzenleyen en temel kuralın, yaşama güvenliğinin ihlal edildiği gibi ölüme karşı bir inattır, meydan okumadır.
Adapazarı; coğrafi konumunun yerleşmeye uygun olmaması sebebiyle, ülkemizde kuruluşu yeni olan şehirler arasında yer almaktadır. Bir ticaret yeri olması sayesinde 19. yüzyıla doğru gelişmeye başlayan kent, yüzyılın sonunda demiryolu ağının kent merkezine ulaşmasıyla hızla önem kazanmıştır. Ardından İstanbul’dan Ankara’ya giden uluslar arası karayolunun da bu kentin kenarından geçirilmesi gelişme hızını artıran başka bir etmen olmuştur. Sanayi şehri olarak bir yandan Batıdan-Doğuya giden otoyol ve demiryolu ağının simetriğine bir yandan Kuzeye-Karadeniz’e diğer yandan Güneye-Akdeniz’e doğru uzanan bir geçiş, bir kavşak noktasıdır.
Karadeniz kıyısındaki kısıtlı mevsimi ile (sadece temmuz ayı yağışsızdır) Karasu, Kocaali, Kefken sahilleri deniz turizmi yanında yayla turizmi açısından da doğal güzellik ve özelliklere sahip.. Sakarya nehrinin denize döküldüğü ağız Yenimahalle, Küçükboğaz gölü, Maden deresi, Melen çayı çevresi ayrı ayrı doğal güzelliklerin yansıması.. Kuzuluk kaplıcası, Kartepe kayak merkezi, Sapanca gölü çevresi de İstanbul’dan uzaklaşanların yazlık-kışlık oturum alanlarına, villa tipi evlerine açılıyor.
Burada karşımıza şu çıkmakta; insanlar kendilerinden sonraki kuşakların geleceklerini ipotek altına alıp, yeşil alanları daraltınca, güzelim tarım alanları, yeşil alanlar sanayi ve yerleşim yeri olarak betonlaştırılınca doğa bu duruma isyan eder. Özellikle verimli toprakların/tarım alanlarının -hiç olmazsa şimdiki haliyle- sanayi ve yerleşimden kurtarılması gerekmektedir. Bu durum “zararın neresinden dönersek kardır” sözü gibi zorunluluk arz etmektedir. (Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça:
(4) www. Belgenet.com ‘Türkiye’deki Depremler’ sayfasından

1 Kasım 2010 Pazartesi

DEPREM KUŞAĞINDAKİ BİR KENTİN İNAT, COŞKU VE TUTKUSU-I

“İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya:
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!” (1)

Marmara Bölgesinin kuzeydoğu bölümünde yer alan Sakarya ili, adını ünlü Sakarya nehrinden almıştır. Sakarya Irmağına, MÖ. XII. yüzyılda, Frigler döneminde Frig tanrılarından Sangri’nin adı verilmiş. Bu ad Helenistik dönemde de “Sangarios” biçimini alarak zamanla ‘Sakarya’ya dönüşmüş. Sakarya ilinin merkezi olan Adapazarı ise, kendi adıyla anılan ovanın ortasında düz bir zemin üzerinde Pazar yeri olarak kurulmuş. Söğütlü’de birleşen Sakarya Nehri ile Sapanca Gölünün gideyeni Çarksuyu arasında bir adayı andırır. Pazar yerine doğudan gelenler Sakarya ırmağını, batıdan gelenler ise Çark suyunu aşmak zorunda kaldığından, Pazar yerinin sularla çevriliymiş izlenimini uyandırması, buraya “ada” adının yakıştırılmasına neden olmuş ‘Adapazarı’ adını buradan almıştır. (2)
MÖ. XII. yüzyılda bölgede önceleri Frigler, sonrasında Bitinyalıların, Lidya prenslikleri ardından Bizanslıların yaşadıkları bilinmektedir. Nitekim bölgenin en önemli tarihi eseri olan Beşköprü’yü Bizans İmparatoru II. Jüstinyanus’un inşa ettiği kayıtlarda mevcuttur. Öte yandan Bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre, Sakarya Nehri’nin birkaç asır öncesine kadar biri şehrin doğu yakasından geçen bugünkü yatağından, diğeri Beşköprü’nün altından olmak üzere iki farklı koldan aktığı tespit edilmiştir. Nitekim 1324’de Osmanlı sultanı Orhan Gazi tarafından Bizanslılardan fethedilen yerleşim birimine “Ada Karyesi” (Adaköy) adının verilmesi söz konusu bilgileri doğrulamaktadır.
Adaköy, bölgede ziraatın canlanması üzerine pazarıyla ilgi çekmiş, ardından nüfus artmağa başlamış 16. yy.da “Ada Nahiyesi”ne dönüşmüş, 18. yy.da Kocaeli vilayetine bağlı “Ada Kazası” adını almıştır. 19. yy.da bölgenin zirai ve ticari yapısına göre şekillenen yerleşim; Sakarya Nehri’nin iki kolu arasında kurulan pazarıyla, gerçek bir “Adapazarı” hüviyetine dönüşmüştür. 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında, bilhassa Kafkasya ve Balkanlar’dan yoğun göçe maruz kalmış. 19. yüzyılın ikinci yarısında ilçede ikamet eden Rum ve Ermeni azınlıkların önemli bir ticari gelişme gösterdikleri gözlenmiştir.
I. Dünya Savaşı sonucunda; 3 kez Yunan ve onların işbirlikçisi yerli çetelerin işgaline maruz kalan Adapazarı ilçesi; Kuvayi Milliye Kuvvetleri sayesinde, işgalci unsurlardan temizlenerek 21 Haziran 1921’de düşman işgalinden kurtarılmıştır. “Akova” adıyla bilinen ve ülkenin en verimli ovasında ziraat ağırlıklı bir gelişme gösteren Adapazarı’na, 1940 ve 1950’lerde bilhassa Karadeniz sahillerinden Bulgaristan ve Yunanistan’dan yoğun göçler olmuş; Vagon Fabrikası, Tank-palet fabrikası yanında Şeker Fabrikası, Ziraat Aletleri Fabrikası gibi tarımsal sanayinin gelişmesi köyden kente göçü daha da hızlandırmıştır.(3) Uzun yıllar Kocaeli’ye bağlı bir ilçe olarak yaşayan Adapazarı, 1954 tarihinde “Sakarya” adıyla vilayet haline gelmiştir. Vilayet olmanın ayrıcalığını yaşayan şehir günden güne yatırım alarak, yeni yeni fabrikaların kurulmasıyla yeni bir kimlik kazanır. Doğu Karadeniz, Kafkaslar ve Balkanlardan gelen göç dalgasına Doğu Anadolu da eklenince tam bir kozmopolit yapıya kavuşur. Abaza, Çerkez, Laz, Gürcü, Boşnak, Pomak, Macır ve Kürt olarak yerleşmeler ilin iç içe grift yapısını pek etkilemez. (Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ
Kaynakça:
(1) Necip Fazıl KISAKÜREK, ‘Sakarya Türküsü’ adlı şiirinden.
(2) İl il Türkiye Ansiklopedisi, Milliyet yayınları, cilt. 3, s.780
(3) www. Adapazarinet.com ‘Sakarya Rehberi’ sayfasından

20 Ekim 2010 Çarşamba

TÜRKİYE AVRUPA’LI OLMA YOLUNDA! (MI ?) YOKSA AVRUPA BİRLİĞİNE DOĞRU ..! (MU ?)

1950’li yılarda 6 Batı Avrupa Devletinin bir araya gelerek oluşturduğu Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET), 1960’lı yıllarda Avrupa Topluluğu (AT) olarak, 1990’lı yıllarda ise 15 Devletin oluşturduğu Avrupa Birliği (AB) olarak şekillenerek, 2000’li yıllarda yeni katılımlar sonrası Avrupa Birleşik Devletleri (ABD) ne doğru yol almaktadır.

Türkiye ise bu sürece 1959 yılındaki başvurusu sonucunda 1963 yılında ortak üye Antlaşması ile başlıyor. 1973 yılında Katılım Antlaşması imzalamasına rağmen 1976 yılında ilişkiler donduruluyor. 1987 yılında tekrar Tam Üyelik başvurumuza 20 ay sonra 1993’ten önce değerlendirmeye alınmamız için siyasi, sosyal alanlarda gelişme kaydetmemiz gerektiği görüşü iletiliyor. 1993 yılı imzaladığımız Gümrük Birliğini antlaşması, 1995 yılında onaylanarak, 1996 yılında uygulamaya geçiyor. 1999 yılı Helsinki Zirvesi sonucunda aday ülke olmamız kabul ediliyor. Bu zirvede yeni girecek üyelere şartlar öne sürmüşlerdir. Bizde bunlara imza atarak Doğu Avrupa ülkeleri için istenen şartları kabullenmekle önceden başvurumuza rağmen süreci yeniden başlatmış oluyoruz.

Ülkemizdeki siyasi irade bu süreci başarı olarak kendi hanesine yazmaya çalışsa da Türkiye olarak yeni bir kulvara girmiş olduk. Aslında doğru olan bizim kendimizi çağdaş ülkeler konumunda yeniden yapılandırarak, strateji geliştirmemiz sonucu Avrupa’ya bizi almaları, topluluğa üye yapmaları daha onurlu ve yararlı olacaktır. 

Ülkemiz bu sürece girerken veya şu aşamada Üniversitelerin, Sivil toplum örgütlerinin, Kamuoyunun görüşlerine ne derece önem verilmiştir, ne derece verilmektedir? Bu süreçte kim ne kadar bilgi sahibi olup, kimler ne kadar bilinçlendirilmiştir? Üzerinde durmamız gereken asıl konulardan biri de budur. Bu da toplumun bilinçlenmesi sonucu Türkiye’nin alacağı mesafede büyük rol oynayacaktır.

AB üyesi 15 ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal farklı yapılanmalarının bizi bu topluluğa almalarının kısa vadede olanaksız olacağı inancı Türk Kamuoyunda hakim olan bir görüştür. Bu görüşün pozitif bir yapıya dönüşmesi kolay olmayacaktır.

Ağustos ayının ilk haftası içerisinde Türkiye için önemli konularda kararlar alınıyor. Erken seçim konusunda devam eden Muhalefet, Kamuoyu ve iktidar ortaklarının farklı bakış açıları sonunda ortak bir noktada buluşuyor. 3 Kasım 2002 tarihinde Erken Seçim için TBMM olağanüstü toplanarak tarihi bir karar alıyor. Arkasından AB için uyum yasalarının görüşülmesi gündeme geliyor. 1. Gündem maddesi olarak İdam cezası ile ilgili Terör ve Savaş suçları haricinde yapılan düzenleme değiştirilerek yerine ağırlaştırılmış Müebbet Hapis Cezası getirilerek İdam cezası tamamen kaldırılıyor. İdam cezası tek başına yetmiyor. Asıl önemlisi kapıda bekliyor, isteklerinin...

Anadilde Eğitim ve Yayın konusu. Yani diğer adı ile Kürtçe Eğitim ve yayın konusu... Bu konu daha hassas ve can alıcı... Bakalım Türkiye Parlamentosu bu konuda ne tür bir yol bulacak. Önümüzdeki günler bunlara gebe, bunların sancısıyla geçecek doğum gerçekleşecek mi, nasıl gerçekleşecek? Derken, biz bu kaygılarımızı ortaya koyarken, Meclisten bu tasarıda geçiyor. Arkasından 14 maddelik diğer konularda meclisten geçerek yasalaşıyor. Benim gibi bütün Türkiye bunu şaşkınlıkla izliyor. Yıllarca sürüncemede kalan konular bir gecede, yıldırım hızıyla yasalaşıyor.

 Avrupa’nın istekleri bunlarla biter mi? Tabii devam ediyor. Türk-Yunan ilişkileri gündeme geliyor. Bir taraftan barış rüzgarları eserken zeytin dallarını uzatıp, 2008 Olimpiyatlarına birlikte ev sahipliği planlanırken, bunların yanında Kıbrıs konusu gündeme şap diye oturuyor.

Kıbrıs’ı Türkiye’nin 82. vilayeti olarak düşünüp, Anavatana ilhak söz konusu iken tamamen karşımıza farklı bir rota çiziliyor. 2 Toplumlu bir federe devlet yapısı yeniden gündeme geliyor. Yıllarca bir arada yaşayıp tek bir devlet olarak tarihe geçen ancak Rum kesiminin Türklere üstünlük sağlama, Enosis maceraları sonucu 1974 yılında Türkiye’nin soydaşlarının yardımına koşarak Kıbrıs’ın kuzeyinde KKTC adı altında yeni bir devlet doğacak, bu devleti de bizden başka tanıyan çıkmayınca işler zora girecektir.

Yıllar üzerinden geçerek 28 yıl devam eden bu süreç sonunda yeniden AB dayatmasıyla tek devlet gündeme geliyor. Hem de Türkiye’nin AB ye girmesi için bu sorunu çözmesi koşulu da buraya ekleniyor.

Bir taraftan Kıbrıs’ın Türkiye için yük olduğunu söyleyenler, bu yükün artık taşınmasının bir faydası yanında zararlarının daha da çok olduğunu vurgularken, Kıbrıs Türklerinin kendi ayakları üzerinde durarak, kendi yağları ile kavrulup, Türkiye ye yük olmamasını istiyorlar. Bunun karşılığında AB yolunun daha da açık olacağı şeklinde yorum yapıyorlar.

Son olarak Avrupa Birliği Komisyonunun 10 Ekim 2002 tarihli açıklamış olduğu Genişleme Raporunda;  “Türkiye’nin istenilen siyasi kriterlerden hala uzak bulunduğu, Kıbrıs Rum Kesimi için ilerleme raporunun ise çok olumlu bulunarak 2004 yılı için üyelik tarihinin verildiği, Romanya ve Bulgaristan’ın da 2007 yılında üye olabileceklerine ilişkin kesin bir tarih belirtiliyor. ”  Bu rapor sonucuna göre Aralık ayı içerisinde Kopenhag Zirvesinde aralarında Kıbrıs Rum Kesimi’nin de bulunduğu 10 aday ülke ile görüşmelerin sonuçlandırılması önerisine karşılık Türkiye’ye müzakerelere başlama tarihi verilmemesi soğuk duş etkisi yaratıyor.

Çünkü Kıbrıs Rum Kesiminin üyelik durumuna AB ülkelerinin bakışı dikkate alındığında Türkiye’nin ne tür bir konjonktüre sokulacağı giderek belirsiz bir hal alıyor. Bugüne kadar yürütülen süreç ve son gelişmeler de dikkate alınarak, diğer ülkeler için belirlenen tarih  -geçte olsa- Türkiye için de öngörülmeliydi diye bekliyoruz. Ancak bu böyle olmadığı gibi geçtiğimiz uzun ince yolda, giderek yokuşa doğru tırmanıyor. 

Türkiye’ye verilen ev ödevleri (Uyum yasalarının uygulanması ve diğer normların yerine getirilmesi gibi) ne kadar süreç alacaktır, AB‘de bu süreci ne kadar daha uzatacak yada karşımıza daha ne tür olumsuzluklar sunacaktır. Türk Kamuoyu bunu bu şekilde beklemektedir. Yaklaşık 43 yıldır devam eden bu sürecin bir o kadar daha devam etmesi mi? Yoksa bizim kendi kulvarımıza dönerek, bu standartları kendi halkımıza Avrupa istediği için değil kendimiz istediğimiz için gerçekleştirme sürecine mi girmemiz ülkemiz için faydalı olacaktır. Bunu önümüzdeki günler gösterecektir.

Türkiye yıllarca biriktirdiği sorunları ile yaşarken AB rüyası ile bu sorunlardan kurtulacağına inanmaya başladı. Rüya tabirini kullanıyorum çünkü toplum olarak uykuda rüya görmeye devam ediyoruz. Uyanık olup hayal görmemiz daha gerçekçi ve akılcı olanı bence!

Batı Dünyasının çağdaşlık yapısı yanında, Toplumsal ve Ekonomik refah düzeyinin çok çalışarak, çok üreterek, planlı bir şekilde gelişip, büyüyerek yakalanması gerektiğini bilsek de;  Şimdide bunları yapmak yerine, Batı Dünyasının bize yardımı (IMF-AB) sonucu kendimizi düzlüğe çıkarabileceğimize toplum olarak bir taraftan inanmaya başladık.

Bunun için öncelikle Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün bu günleri görerek söylediği; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamayı alışkanlık haline getirmiş uluslar; önce onurlarını, sonra kimliklerini ve daha sonra da geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar” sözleri bizi kendimize getirmelidir.

Arkasından Büyük Önderin “Türk Öğün, Çalış, Güvenparolasındaki sözlerinin yerini değiştirerek; öncelikle güvenmeyi, daha sonra çalışmayı, daha sonra da öğünmeyi gerçekleştirmeliyiz. Böylelikle ama AB, ama diğer gelişmiş ülkeler cephesindeki kendimize uygun fotoğraftaki yerimizi kimsenin icazetine ve şefkatine sığınmadan alırız

Diğer bir taraftan 25 yıldan bu yana süregelen olağanüstü hal uygulaması gelişen koşullar sonucu son iki ilde de kaldırılarak farklı bir sayfa açılıyor. Artık Türkiye kendine güveni buluyor. Sürekli aynı kalmanın yerine değişimi yakalamanın, gelişimi yakalamanın kendine güvenden geçtiğini düşünerek, uygulamaya koyarak yeni bir yolculuğa başlıyor.

Bu yolculuk AB rüyası ile bitmese bile, Türkiye kendisi için gerekli olanı, çağdaşlığı Toplumsal dayanışma ve birlikteliği, Ekonomik refahı kısa vadede olmasa da yakalayabilecek dinamiklere, dinamizme sahiptir.

İşte bu dinamikler harekete geçirilerek süreç başlatılmalıdır...

(Aralık 2002/ Erzurum) * Çağın Polisi Dergisi (Sayı:12 Ankara  / Aralık-2002)

Remzi KOÇÖZ

13 Ekim 2010 Çarşamba

BOZKIRDA BİR ŞEHİR

- M. Kemal ve arkadaşları Ankara’da Millet Meclisinin toplanması için çalışma yaparlarken İstanbul’dan katılanların Ankara ile ilgili “Biraz boşluk ve çöl hissi veriyor” sözlerine M. Kemal şu şekilde karşılık verir :
“ Öyle görünür. Bu büyük işin zevki de zaten buradadır.
Bir çölden bir hayat çıkarmak. Bu çöküntüden bir teşkilat yaratmak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görülen o saha doludur. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O millettir... O Türk milletidir... Eksik olan şey teşkilattır. İşte şimdi onun üzerindeyiz..” (*)

Eski Çağlardan Günümüze Ankara; (**)

Anker, Ankyra, Anküra, , Angora, Ankora, Angarya, Engürü sonrası bugünkü Ankara adına ulaşmış. Çeşitli söylentiler olmakla birlikte, tarihe geçmiş adı Eskiçağlardan günümüze kadar hemen hemen hiç değişmemiş gibidir.
Ankara’nın geçmişi tarih öncesi devirlere kadar uzanır.Taş, Maden devirlerinin yaşandığı MÖ. 8000 lerden bu yana çok değişik uygarlıklara ev sahipliği yapmış, Ankara ovasının doğusundaki volkanik kütlenin çevresinde kurulmuştur. Şehir Hititler döneminde yapıldığı sanılan Ankara Kalesi çevresinde gelişmiştir. Ünlü gezgin ve coğrafyacı Lidyalı Pausanios Frigya kralı Midas’ın bir gemi çapası (Ankyra) bulduğu yerde şehri kurduğunu yazar. Kimi tarihçilerde Ankyra adının şehre Galatlar tarafından verildiğini ileri sürerler. Galatlar, Mısırlıları denize kadar sürmüş ve çapalara el koymuşlar. Bundan dolayı Galat dilinde gemi çapası anlamında Anküra demişler. Bazı kaynaklar Büyük İskender’in Gordion’daki ünlü Kördüğümü çözdükten sonra Ankara’ya uğradığını söz ederken, Bugünkü Ankara adının konulmasında etken olan vede kale çevresinde bulunan Gemi Çapasının, Nuhun Gemisine ait olduğu ayrı bir mitolojidir.
Ankara, Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biridir. Orta Anadolu’nun bozkırını kuzeyden çevreleyen tarihi yol şebekesi üzerinde olması nedeniyle çağlar boyunca olduğu gibi günümüzde de stratejik bir önem taşımaktadır. Hititleri, Frigleri, Kimmerleri, Persleri, Lidyalıları, Makedonyalıları, Galatları, Romalıları , Bizansı yaşamış. 1073 yılında Selçuklularla Türklerin egemenliğine girmiş,12. yy.da Selçukluların Anadolu üzerindeki otoritelerini kaybetmeleri üzerine Osmanlıların egemenliğine girene kadar tarihinde ilk kez Ahi Cumhuriyetinin kuruluşuyla başkent olmuştur. 1354 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, 1900 lerin başında Kayseri, Yozgat, Kırşehir ve Çorum Sancakları bağlanmıştır. 27 Aralık 1919 da M. Kemal ve Heyeti Temsiliye geldikten sonra Ankara Milli Mücadelenin merkezi olmuş, 23 Nisan 1920 de TBMM açılarak kurulan Ankara Hükümeti Kurtuluş savaşını buradan yönetmiştir. Savaş Kurtuluşla sonuçlandıktan sonra Osmanlı İmparatorluğunun son bulmasıyla tarihinde ikinci kez 13 Ekim 1923 de yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine Başkent olurken, 29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyet burada ilan edilir. Ardından çağdaş uygarlık yolunda yapılan devrimlere, yeniliklere ev sahipliği yapar. Başkent Ankara hızlı bir toplumsal, ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel gelişime sahne olmuştur.
Şehir, Sakarya ırmağına karışan Engürü Suyunu oluşturan üç akarsuyun (Bent Deresi, İncesu, Çubuk Suyu) birleştiği küçük bir ovanın doğu ucundaki bir tepenin batı ve güney kenarından , ovaya doğru büyüyerek karşı yamaçlara doğru yayılmış gelişmesine devam etmekte, çevreye açılmaktadır. Çanak olarak bildiğimiz kent taşarak bendini aşmakta, genişlemekte, büyümektedir.Cumhuriyet sonrası planlı bir kent gelişimi izleyerek Türkiye’ye yakışır bir kent olarak dünya Başkentleri arasında yerini alır. Ankara’nın bir diğer özelliği Cumhuriyet öncesi yeşilden yoksun, bozkır olmasıydı. Başkent olduktan sonra Ankara, pek çok alanda büyüyerek gelişmesine paralel olarak, parkları ve yeşil alanları ile giderek yemyeşil bir kent görünümüne kavuşmuştur.

Çölden, Yeniden Canlanan Bir Kente, Başkente;

Gelelim Ankara’nın Cumhuriyete giden yolda ve sonrasındaki gelişimine. Farklı uygarlıklar yaşamış olsa da yine farklı savaşlar sonucu yerle bir olmuş. Sayısız insan atlarıyla, kılıçlarıyla buralara ayak basarak konaklamış-geçmiş, kan dökerek canlarını vermişler. 10 bin yıllık tarih korunamamış, yıkılmış, yok olmuş. Anadolu’da tıpkı Afrika’daki gibi filler, aslanlar, kaplanlar yaşarmış. Ankara, Cumhuriyet öncesinde Anadolu’nun ortasında bir çöl, bir kasaba konumunda kalmış, gelişme kaydememiş. Ancak Anadolu’nun her bölgesine geçişte bir kavşak, bir köprü konumundan yararlanılacağı dönemi beklemiş. İşte o gün gelmiştir. 27 Aralık 1919 Ankara için dönüşü olmayan bir yolculuk olacaktır.
Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralmış, tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için M. Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türkün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, Güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş. Dikmen sırtlarında Ankaralılar onları dört gözle bekleyerek, bembeyaz kış günü simsiyah bir kuyruk olmuş, büyük bir coşkuyla karşılamışlar. Seğmenler zeybek oynayarak şölene çevirmişler bu gelişi. İşte bu geliş Ankara’nın kaderini, çizgisini yeniden yaratmış. Zor günler var daha geçecek. Çöl yeşerecek, hayat bulacaktır. Bozkır filiz verip çiçek açacaktır. Ancak; işgalciler,mandacılar, himayeciler neyse de isyancılar ve işbirlikçiler Ankara’ya zor günler yaşatacaktır.
İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş, Bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı yakınlarına kadar çekilerek -Askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi büyük taarruzla noktalayarak, Türkün savaş ustalığını tüm dünyaya göstermiş, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Ankara Hükümeti olarak tanımlanan siyasi önderlik, yeni Türk devletini kimsenin himayesine sığınmadan, kanlarıyla-canlarıyla kurarak sonsuzluğa kadar devam etmesi için gençlere, gelecek kuşaklara Cumhuriyeti emanet etmiştir.
Ankara, 20. yüzyılın başlarında bağrına basmış olduğu insanların onun yeniden dirilişinin, hayat kaynağının olacağı inancını hiç yitirmemiş. Çöl olarak, bozkır olarak hakir görülen topraklar Mustafa Kemallerle ölüm sessizliğinden sıyrılarak tüm dünyaya Ulusal Kurtuluş Destanını göstermiş.
Bu cefakarlığının karşılığını tabi ki görmüş bu şehir. Son Türk devletine başkent olarak taçlandırılmış. Çöl yavaş yavaş yeşermeye, canlanmaya yüz tutmuş. Cumhuriyetle birlikte daha da canlanmış. Bugünlere gelen büyümeye canla-başla-inançla başlanmış. Geniş, simetrik bulvarlarıyla 21. yüzyıla altyapısını hazırlayarak, Türk mimarisinin çizdiği, Türk insanının yarattığı modern bir yapı-kent çalışmaları son sürat başlamış, bugünlere ulaşmış.
1938 yılının 10 kasımında tüm yurtta olduğu gibi Ankara’nın da üzerine kara bulutlar çökmüş. Önderini, Atasını kaybetmiş, O’nu sonsuz yolculuğuna uğurlamış. 1953 yılına değin 15 yıl Atasını Etnografya da , 50 yıldan bu yana da Ankara Kalesi’ne kaşı duran tepede, Anıtkabir’de sonsuza dek - 65 yıl olduğu gibi - bağrına basacak. Oradan geriye bıraktığı eserlerini : Cumhuriyeti, Türkiye’yi, Ankara’yı izleyecek, “Başlattım , Siz Sürdürünüz “ diye seslenecektir. O birlikte yola çıktığı arkadaşları, dostlarına rağmen Türk Ulusunun geleceği uğruna gece-gündüz demeden, bitip tükenmeyen çalışmasında, Ankara Atatürk’ü hiç yalnız bırakmamış, dün olduğu gibi gelecekte de yalnız bırakmayacak, hep onunla yaşayacaktır.
Artık Ankara 80 yıldan bu yana Cumhuriyet’le birlikte, Atatürk’le birlikte, Türkiye ile birlikte anılmaya başlamış, bütünleşmiştir. Bu üçlü 100. yıla doğru emin adımlarla yoluna devam ederek, sonsuzluğa doğru da yelken açmıştır...

Evet Ankara başkent olacaktır ama nasıl olacaktır..! O günleri yeniden anımsayalım; (***)
“Efendiler,
Lozan Antlaşması'nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye'nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti'nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye'nin başkenti Anadolu'da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu. Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı.
Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul'un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul'un hükümet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara'nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul'un "payitaht" olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim "başkent" deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki "payitaht" deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,"payitaht" sözünün de yeni Türkiye Devleti'nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi. Dışişleri bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis'e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur :

"Türkiye Devleti'nin başkenti Ankara şehridir."

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça : (*) Ziya ÖZTAN “Bozkırda Bir Yalnız Adam” ( S. 131 )
(**) “İl İl Büyük Türkiye” ve “Axis 2000 Büyük” Ansiklopedileri (Cilt-I)
(***) M. Kemal ATATÜRK “Nutuk “ ( Bölüm:15 S. 41 )

9 Eylül 2010 Perşembe

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞININ DÖNÜM NOKTASI 9 EYLÜL’ÜN ARDINDAN...

“ Sonra
9 Eylül'de İzmir'e girdik.
Bir nefer
Yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
Öfkeden, sevinçten, ümitten
Ağlaya ağlaya
Güneyden kuzeye
Doğudan batıya
Türk halkıyla beraber
Seyretti
İzmir rıhtımından Akdeniz'i.. “

İzmir'in esaretten kurtuluşunu şair Nazım Hikmet dizelerinde böyle dile getiriyor.
26 Ağustos 1922 sabahı Afyon’un güneyinden başlayan Büyük Taarruz, Eskişehir’e doğruda yayılarak hızla gelişir. 30 Ağustos günü Dumlupınar’da yapılan Başkomutanlık Meydan Savaşında Yunan kuvvetlerine büyük kayıp verdirilir. Bu başarı sonrası Başkumandan Mustafa Kemal Türk Ordusuna şu emri verir: “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” Bu tarihi emir üzerine Batıya doğru kaçan Yunan kuvvetlerini takip eden Türk birlikleri 9 Eylül’de İzmir’e girerek 19 Mayıs 1919 tarihinde başlatılan Bağımsızlık Savaşını fiili olarak sona erdirirler.

9 Eylül, İzmir’in kurtuluşunun yıldönümüdür. 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunu İzmir’den denize döken ordunun Başkomutanı, o günden sonra yeni Cumhuriyetin kurulması için kolları sıvayarak önce siyasi, arkasından da ekonomik bir çalışma prensipleri belirlerken bir taraftan da sosyal-kültürel alanda çalışmalar için düğmeye basıyordu.

“Türk milleti bir ordu-millettir. Onun bu vasfı tarihi ile başlar. Türk milleti bu vasfını Anadolu bağımsızlık mücadelesinde belki de son kez kullandı. Çünkü bu mücadeleden muzaffer çıkan özgür Türk milleti, artık çağdaş uygarlığın başka değerleriyle bazen de bir millet olmaya yönelmek zorundadır. Milletimizin hedefi, milletimizin mefkuresi, bütün cihanda tam manasıyla uygar bir toplum olmaktır.” Sözleri ile genç cumhuriyete gelecek öngörüyordu.
Genç Türkiye yeni bir dünyada, yeni bir rota çiziyordu kendine... Buda çağdaş uygarlık rotasıydı. Aslında 1919 yılında bu rota çizilmiş, 1922 yılında ortaya çıkmış, 1923 yılında da yürürlüğe konmuştu. Ancak katedilen süreç bu rotanın amacına ulaşması için yetmemiş, yeterli olamamıştı. Bazen gemi dalgalarla boğuşmuş fırtınaya yakalanmış, kıyılara savrulmuş. Bazen batma tehlikesi bazen de karaya oturma tehlikesi atlatarak yoluna devam etmiş. Rotadan çıkıp sağa-sola dümen kırmış, yalpalamış, su almış. Yan yatıp küçük kazalar atlatsa da dümeni hiçbir zaman elden bırakmamış. Hedeflediği yoluna, limanına ulaşmak için ağır aksak bitmek, tükenmek bilmeyen enerjisiyle, azmiyle, mücadelesiyle yoluna devam ede gelmiş, halen devam etmektedir de…

Liman uzaktan görünmesine rağmen, yaklaştıkça adeta bizden uzaklaşmakta. İlk yıllardaki yapılan süratli çalışmalar sonucu ne kadar yol alınmış, gidilmiş ise Türkiye’nin yanına kar kalmış, o yılların hızı, heyecanı, coşkusu sonucu yüzyıllara sığmayacak gelişmeler 10-15 yıla sığdırılmış. O kısa sürede büyük mesafeler katedilerek, büyük atılımlar gerçekleştirilmiş.

O süreçte insanlar yek vücut halinde cumhuriyet meşalesini yakarak, gece-gündüz demeden yol almış, yepyeni bir inşa sürecine başlamışlardı. Kısır döngü, çıkar çatışması olmadan, ülkenin ve cumhuriyetin yeşerip çiçek açarak tüm Anadolu’yu sarması daha da zaman alacaktı.

Önemli olan temellerin sağlam ve ileriye yönelik atılmasıydı. Yoksa ne ihanetler gördü bu cumhuriyet! Kendisini yaşatmak ve ayakta tutabilmek için ne mücadeleler verdi! Engelleri aşarak yoluna -son sürat olmasa da- ağır ağır devam ediyor.

Biz bu toprakları, bu ülkeyi, bu cumhuriyeti kolay bulmadık. Binlerce yıl, yüz binlerce insanın yaşamlarını feda ederek, kanını akıtarak ay-yıldızlı bayrağı gökyüzünden yere indirmeyerek, devamlı gönderde dalgalanmasını sağladılar.

Dünya var oldukça sonsuza değin, Türkiye Cumhuriyeti’nin de varlığı devam edecek, yakılan meşale sönmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti 1919’da çizilen, 1922’de ortaya çıkan, 1923’de de vücut bulan çağdaş uygarlık rotasından asla ve asla sapmayacak, emin adımlarla yoluna devam edecektir.



Remzi KOÇÖZ

5 Ağustos 2010 Perşembe

HASTALIK, SAĞLIK ÜZERİNE (her şeyin başı sağlık)

Yaşam seninle var olup, seninle yok olacaktır. Geride sevenlerin, yakınların üzülecek, seni özleyecektir. Senden sonra O ve ben şeklinde döngü kuşaktan kuşağa devam edecektir.
Çaresizlik içersinde yarına kalmak için mücadele eden insanların savaşını, bilim adamlarının öncelikle sonuçlandırmaları yaşam mücadelesinden öte; acı çeken milyonlara çare olacak yangınları söndürecek, yüreklere su serpecektir... (1)

Çağın Sendromu ;

İnsanlık var olduğundan bugüne kadar çok çeşitli hastalıklarla tanıştı. Veba, Tifo, Tetanos, Kuduz, Kolera, Verem, AİDS, Kanser gibi… Hastalıklara karşı, daha doğrusu o hastalığı oluşturan mikroplara, sebeplere karşı savaş açtı. Aşılar, serumlar geliştirdi. Cerrahi müdahaleler, organ, kan, ilik nakli derken tıp dünyası, bilim inanılmaz bir gelişme kaydetti.
Bir tanesine karşı henüz savaşını kazanamadı, başarılı olamadı. İnsanlık birbirleriyle didişmekten, uğraşmaktan, savaşmaktan tıp alanına fazla özen gösteremedi. Savaşlara ayırmış olduğu harcamayı, yeni silahlar için, yeni savunma projeleri için harcamış olduğu emeği insanlık için harcamadı. Belki bu insanın doğasında olan bir şey savaşmak, güçlü olmak, en üstün olmak, zayıf olanların yok olması. Belki de hastalıktan ölen insanlarında zayıf olarak addedilmesi doğallığı kanıksar duruma gelinmiş.
Kanser denilen illet o kadar değişik şekil ve çeşitte insanı yok edici bir canavar haline gelmiş. İnsanlık bir yandan Kansere karşı erken teşhis dışında, tedavi süreci dışında bir şey yapamazken, diğer yandan mücadelesini gecikmiş olsa da sürdürüyor. Onu yenmeye kararlı. Ancak onu yenene kadar kaç milyon insan bu amansız hastalıktan yok olacak bilinemez. Belki bu kez yeni bir hastalık musallat olacak bilinmiyor, bilemiyoruz… İnsanın, insan ile ilgili bilemediği çok şey var. Evrenle ilgili, doğayla ilgili bilinemeyen çok şey olduğu gibi…
Küçükken Tabiat Bilgisi derslerinde insan vücudunun temel yapısını; Kan Hücrelerini, Akyuvarları, Alyuvarları basit olarak bizlere öğrettikleri o günler gözlerimin önüne geliyor. Sonrasında Biyoloji derslerinde insan denilen makineyi daha detaylı öğrenecek, daha da ötesi doktor olmayı düşleyecektik. Özellikle Akyuvarların; Vücudun mikroplara karşı en iyi koruyucuları olduklarını hiç unutmayacaktık. Akyuvarlar sürekli vücudun olumsuzlukları ile mücadele ede ede insanın büyümesini, gelişmesini takip edecektir. Belli bir yerden sonra bu hücreler durağanlaşmaya, azalmaya yüz tutar. Ardından gerileme başlar. Bu gerileme esnasında hücreler yine savaşlarına devam edecek ancak bu kez, düşman- kanser hücreleri daha güçlü pozisyonda olacaktır.
İşte o zaman tıbbın geliştirdiği yöntemler sunucu tedavi süreci, ilaçlar devreye girecek kanser hücreleri bir noktaya hapsedilecektir. Ama hiçbir zaman yok olmayacak. Fırsat bulunca sinsice, hızlı bir şekilde üreyecek, çoğalacaklardır. İnsanın teknoloji adına geliştirmiş olduğu nesnelerin, atıkların yaygınlaştığı ortamın sonucu; insan organizması kendi kendini yenilemekte yetersiz kalacak, düşman ise kendini yenileyecektir.
Bir yerde insan insanın kurdudur denilir. İçsel açıdan irdelediğimizde de insan denilen mükemmel yaratık, makine bir yerden sonra kendi kendini içerden yiyerek yok edecektir. İşte kanser olayı da acımasızlığı da bu…
Sapasağlam bir insanın bu amansız hastalığa yakalanması sonrası 1–2 yıl içerisinde vücut direnci ve tıbbi desteğe rağmen, yaşına başına bakmaksızın, birkaç ay içerisinde de insanı sona götürdüğünü gözlemliyoruz.

Sonuç olarak; çağın hastalığı insanı tehdit eden en büyük tehlike olarak kol geziyor. Milyonlarca insanı tehdit ediyor. Tehdit etmekle kalmıyor, zayıf anını kolluyor, sürekli ensesinde… 21 yüzyılda bilim-tıp bu amansız hastalığa çare bulamıyor. Biraz savaş teknolojisini bu yöne kaydırsalar, harcamaları buraya kanalize etseler belki de; bu hastalık ile mücadele çoktan başarıya ulaşacaktır. Belli bir aşamadan sonra tıp çaresiz kalarak hastayı kendi kaderine, ölüme terk ediyor. O noktada çaresiz kalan insan isyan etse de Yaradana sığınmaktan başka çaresi de kalmıyor.
İnsanlık yüzyıllarca akıl almaz buluşlara imzasını attı, çok şeyler geliştirdi. Amansız hastalıklara karşı, onu yenmek yok etmek için mücadele verdi. Başarılı da oldu. Teknik ile Bilim alanında uzayda çalışmalarını sürdürüyor. Bu gün başındaki en büyük tehlikeyi belki fark edemedi. Belki de geç fark etti. 21.yüzyılda yapacağı en büyük savaş, kanserle mücadele olacaktır. Olmalıdır da… İnsanlık, diğer savaşlardan yeterince yorulmadı mı? Yeterince insan ölüp acılar çekilmedi mi?
Şimdi onu, bu çaresiz hastalığa biçare olmak için uğraş veren tüm bilim adamı ve kanser savaşçılarını; insanlığın ve dünyanın geleceği için önündeki en kutsal savaşı kazanarak, bu amansız savaşı bir an önce mutlaka ve mutlaka sonuçlandırma zorunluluğu ve sorumluluğu bekliyor...

Kanser İle İlgili Temel Bilgiler; (2)

Kanser Nedir?

Vücudumuzun temel yapıtaşı hücredir. Hücreler, kontrollü ve dengeli bir şekilde çoğalarak insanların büyüme ve gelişmesini, vücudumuzdaki organların da dengeli bir şekilde çalışmasını sağlarlar. Bazen doğada veya içimizde bulunan bazı etkenler nedeniyle bu denge bozularak hücreler kontrolsüz bir şekilde büyüyerek ve çoğalarak normal olmayan bir oluşum meydana getirir. Buna ‘tümör’ adı verilir. Vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen tümörler selim (iyi huylu) veya habis (kötü huylu) olabilir.

Hangisi kanserdir?

İyi huylu tümörler kayak aldıkları bölgeden yayılmazlar. Kötü huylu tümörler ise bulundukları bölgede büyürler, ayrıca komşu dokulara ve organlara yayılabilirler. Kötü huylu tümörlere kanser adı verilir. Yani kanser, anormal hücrelerin kontrolsüz büyüme ve yayılma özelliğine sahip büyük bir grup hastalığa verilen addır. Bu grupta yer alan hastalıklar farklı organ ve dokulardan kaynaklanır, gelişimi açısından birbirinden farklıdır, bireyden bireye gelişim süreci çok farklı olabilir ve uygulanan tedaviye cevapları değişebilir.

Vücudun dayanıklılığı;

Kanserin nedeni ve oluş mekanizmaları hücrelerde meydana gelen değişikliklere ve vücudun savunma mekanizmasının yetersizliğine bağlı olarak meydana gelebileceği ileri sürülerek kısmen bilinmektedir. Yani vücudun dayanıklılığı kanserle savaşımını artırır.

Uzun yıllar alır ;

Kanserin önlenmesinde, kontrolünde ve tedavisinde vücudun savunma sistemin rolü çok önemlidir. Savunma sistemi değişime uğramış hücreleri yabancı olarak algılayıp hücreleri yok eder, fakat savunma sistemimizdeki yetersizlikler değişime uğramış hücreyi belirleyemediği için bu kontrol mekanizmasının bozulmasına neden olur. Kanserin gelişimi karmaşık, çok aşamalı bir süreçtir. Hücrenin normalden kanseröz hücreye dönüşmesi için genellikle uzun yıllar gerekir.

Kanserden Korunmak İçin Neler Yapılmalı? (3)

“Hassas bir milletiz. İnsanlarımız çok duygusal, duygu sömürüsü yapılmamalı. Evhama girmeden, bazıları aşırı evhamdan bunu psikomatik hale getiriyor. Belli aralarla örneğin 6 ayda bir doktor kontrolüne gidilmeli. Bunu takıntı haline getirirsek psikolojik olur. Korunmaya gayret göstereceğiz. Beyaz tenliysek dik gelen güneş ışınlarından korunacağız. Alkol, sigara tüketmeyeceğiz, strese girmeyeceğiz. Beyaz et tüketimini artıracağız, donmuş yağlardan uzak duracağız ve sebze meyveye ağırlık vereceğiz. Kansere yakalanacağım korkusu ile yaşanmaz, neşeli olup, stressiz yaşayacağız. Birincisi psikolojik olarak güçlü tutmak. Ortaya çıkan belirtilere dikkat etmek.
İnsanda kanseri şüphelendirecek belirtiler:
-Vücutta uzun süre iyi olmayan yaralar,
-Ses kısıklığı ve sebepsiz öksürük,
-Yutkunma ve hazım bozukluğu,
-Vücuttaki ben ve siğillerin şekil değiştirmesi,
-Rahim ve makattan gelen normal olmayan bir kanama veya akıntı,
-Memelerde veya başka yerlerde görülen şişlik-sertlikler,
-Büyük ve küçük abdest yapmaktaki değişiklikler…”

Türkiye’nin Kanser Tedavisinde Durumu Nedir?(4)

“Yeni doğan 10 bebekten 3’ü kanser riski altında. Bugün toplumumuzda her yıl yaklaşık olarak 400 bin yeni kanser hastasının teşhis ve tedavi edildiği tahmin ediliyor. İnsanlarda görülen hastalıklar arasında; kalp rahatsızlıklarından sonra en çok görülen hastalıklar Kanser hastalığı. Kanser hastalığında ölüm oranı bugün diğer hastalıklara göre daha yüksek. Yapılan çalışmalarda yeni doğan her 10 kişiden 3 kişi hayatının herhangi bir döneminde kanser hastalığıyla karşılaşabilmekte. Kanser hastalığı erkeklerde sık olarak prostat, mesane, akciğer kanseri şeklinde görülür. Kadınlarda ise en sık görülen kanser hastalığı meme ve rahim kanseridir.
Bizde organizasyon eksikliği var. Bazen kanser hastaları normal hastalarla sıra bekliyor. İleri derecede kanser olan terminal hasta dediğimiz hastalar bakımı için hastane imkanlarının artırılması lazım. Teşhis ve tedavide bir eksik yok. Her türlü ilaç ülkemizde mevcut.”

Kanserle İlgili Ülkemizin Gelmiş Olduğu Nokta ve Gelişmeler; (5)

Haziran ayı içerisinde ABD’de yapılan Uluslararası Kanser Kongresi’ne katılan 50 Türk doktorun sundukları tebliğler ve başarıları, yabancı meslektaşlarını şaşırttı. Yabancı Kanser uzmanları; ‘Türkiye kanserde son derece başarılı sonuçlar almış. Biz de ne uygulanıyorsa, Türkiye’de de aynısı uygulanıyor. Tıbbi araç gereç ve son jenerasyon ilaçların tümü Türkiye’de de var ve hastaların emrinde. Türkiye’nin kanserle savaşım mücadelesi ve kullandığı teknoloji çoğu batılı ülkeden bile ileride. Bu son derece önemli bir olay’ demekten kendilerini alamadılar.
Ülkemizde, kanser konusunda Amerika ve Avrupa da ki meslektaşlarından bilgi ve beceri bakımından çok ileri derecede, yetenekli doktorlarımız var. Gerek medikal (ilaçla) gerekse cerrahi tedavide bizim doktorlarımızın yurt dışındakilerden fazlası var eksiği yok. Ayrıca tüm dünyada şu anda kullanılan yeni jenerasyon ilaçlar ve tıbbi cihazlarda ülkemizde mevcut ve hastaların emrinde.
Kanser konusunda otorite olarak kabul edilen ABD Ulusal Kanser Araştırma Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Von Eschenbach, kongre süresince görüştüğü ve dinlediği Türk doktorlarının çalışmalarına hayran kaldığını dile getirdi. 10-15 yıl içinde kanser hastalığının tamamen yenileceğinin altını çizen Prof. Dr. Eschenbach, Türk hekimlerinin de bu savaşta çok önemli bir yere sahip olduklarını söyledi.

Remzi KOÇÖZ

Dip Not / Kaynakça :
(1) 05.08.2004 tarihinde 15 aylık kanserle olan mücadelesinde yenik düşen sevgili ağabeyim M. Akif Koçöz’ü rahmet ve saygıyla anarken, Evlatlarını kendi elleriyle çaresizlik içersinde son yolculuğuna uğurlayan Anne-babam gibi tüm ana-babalara sabırlar diliyorum...
(2) Prof. Dr. Adnan Aydıner’in tebliğlerinden, 02.07.2004, star gazetesi internet sayfası.
(3) Prof. Dr. Çiğdem Papila, Cihan haber dergisi, “Kanserden Korkmayın”, Mayıs/Haziran 2004, sayı-4, s.20
(4) Prof. Dr. Ergun Güney, agd., sayı-4, s.21
(5) Mete Alpman, 02.07.2004, star gazetesi internet sayfası.

23 Temmuz 2010 Cuma

Dokuz Ay Beyaz, İki Ay Ayaz, Bir Ay Yaz (Erzurum, Palandöken ve Kayak)

‘Gökyüzünden bembeyaz yere düşen kar kimini sevindirir. Kimilerini de hüzne boğar. Nasıl boğmasın! Yüksek ve dağlık arazi yapısı tarım için elverişsizdir. Hayvancılık da zordur. Kırsal kesimin şehirle, kasabayla irtibatının kesilmesi, ulaşımda güçlük çekilmesi demektir. Evlerin, binaların, yolların, alt yapının daha sağlam yapılması demektir. Mevsimlik işçiler için uzun süren kış işsizlik demektir. Daha çok yakacak, daha pahalı yiyecek, giyecek, ilaç, salgın hastalık demektir. Çoğu dar gelirli insanlar için tüm bu sayılanlar geçinme zorluğu demektir. O zaman bu insanlara görünen yol batı ve güney ellerine-illerine göç, oralarda Erzurum mahalleleri kurmak demektir…’

Kentin Tarihi ve Coğrafi Konumu: (*)
Tarihin ilk dönemlerinden beri bir yerleşim yeri olan Erzurum, günümüzde de Doğu Anadolu Bölgesinin en büyük kentlerinden birisidir. Bu bölge tarih boyunca; Urartular, Kimerler, İskitler, Medler, Persler, Partlar, Romalılar, Bizanslılar, Sasaniler, Araplar, Selçuklular, Moğollar, İlhanlılar ve Safaviler tarafından idare edilmiştir. 1514 yılında şehir ve çevresini fetheden Osmanlılar döneminde yaklaşık 400 yıl, 1828’lere kadar huzur, refah ve barış olacaktır Erzurum’da… Bu tarihten sonra, Erzurum’u kara günler, ardarda gelecek savaşlar beklemektedir.
Erzurum’un tarihi sayısız kahramanlık destanlarına konu olmuş, Dadaşlar tarihe sayısız yiğitlik örnekleri sergilemişlerdir. Bunlardan üçü; 1828 – 1878 - 1918 Savaşları yakın Türk tarihine farklı açıdan ışık tutmaktadır. Erzurum belki de tarihinin en karanlık günlerini 1916-1918 yılları arası geçirmiştir. Bir yanda ezeli düşmanı Ruslar, diğer yandan yüzyıllarca içimizde yaşayan Ermenilerin ihaneti, Dadaşları canevinden, yüreğinden yaralamıştı. Rusların 1917 Bolşevik ihtilali nedeniyle silah ve malzemelerini Ermenilere bırakarak Erzurum’dan çekilmeleri sonrası Kazım Karabekir komutasındaki I. Kafkas Kolordusu Ermenilerin bu acımasız işgal ve katliamına son vererek, milis kuvvetlerle birlikte 12 mart 1918’de Erzurum’u kurtarır. 1820’lerde (132 000) i aşan nüfusu ile modern, gelişmiş ve büyük bir şehir olan Erzurum her yeni savaştan sonra biraz daha azalarak, 1918’lerde (8000) nüfusa gerilemiş, şehir olarak harabeye dönüşmüştür. Anadolu’nun varolması, bölünmemesi için kendini feda etmiştir.
Bölgenin savunmasında şehrin fonksiyonu coğrafi yapısı ile yakından ilgilidir. Zira şehir Doğudan gelebilecek saldırılara karşı kolayca savunulabilecek bir yerde kurulmuştur. 20. yüzyılın başlarında Batının işgalci güçlerine karşı girişilen ulusal kurtuluş mücadelesi Atatürk'ün liderliğinde Erzurum'da başlamıştır. Atatürk ulusal birlik ve bağımsızlık hareketinin temelinin atıldığı kongreyi 23 Temmuz 1919'da burada toplamıştır. Geçmiş uygarlıklara ait tarihi eserlerin bir çoğu bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. Şehre doğal güzellik katan bu eserlerin yanı sıra keşfedilmeyi bekleyen doğal güzellikler de mevcuttur.

Anadolu'da deniz seviyesinden 1959 metre yükseklikteki en büyük yerleşim yeri olan Erzurum yüksek bir platonun güney batı bölümünde yer alır. Yerleşme alanı yer yer 2000 metreye kadar yükselen bir plato üzerinde bulunur. Bölge kuzeyde Dumlu, güneyde Palandöken dağları ile çevrilmiştir. Buradan geçen İpek Yolu ve verimli ovaları bölgenin tarih boyunca yerleşme alanı olarak seçilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu arada yer yer şiddetli depremlere maruz kalan şehir ve çevresi önemli ölçüde zarar görmüştür. Türkiye'nin en şiddetli iklimi bu bölgede hüküm sürer baharları yağışlı, yazları sıcak ve kurak geçer, kışları soğuk ve karlıdır. Yıllık ortalama sıcaklık 6 derece, en soğuk ay ortalaması -8,3 derecedir. En sıcak ay ortalaması 20.2 derecedir. Yılın yaklaşık 220 günü boyunca ortalama sıcaklık 8 derecenin altında seyreder. Yıllık yağış ortalaması 460.5 m2 olarak kaydedilmiş olup yağışlar düzensizdir. Nisbi nem % 60.3 dür. İl merkezinin toplam nüfusu 362 bin civarındadır. Arazinin % 20’ si tarıma elverişlidir. Halkın başlıca geçim kaynağı hayvancılıktır. Erzurum'un jeolojik yapısından dolayı bölgede bir çok kaplıca mevcuttur. Bu kaplıcalardan en önemlileri Ilıca (15 km), Pasinler (38 km) ve Köprüköy-Soğukçermik (60 km) kaplıcalarıdır. Bu kaplıcalar romatizma, siyatik ve çeşitli kadın hastalıkları tedavisi için tavsiye edilmektedir. Erzurum, İstanbul'a 1290, İzmir'e 1462, Ankara'ya 880, Adana'ya 831, Trabzon'a 300 km uzaklıktadır.

Erzurum’a Yolculuk;
Karayolunu kullanarak Ankara’dan özel otonuz ile Erzurum’a gelmek için hava ve yol durumu iyiyse ortalama 9-10 saatlik kış yolculuğu sizi bekliyor. Eğer otobüsle gelmek isterseniz akşamdan bindiğinizde 12 saat sonra, demiryolu ile ise yataklı kompartımanla 22-23 saatlik tren yolculuğu sonunda Erzurum’dasınız. Erzurum’a ulaştıktan sonra değişen bir şey yok. Şehrin herhangi bir yerinden 10-15 dakika içersinde Palandöken kayak merkezindesiniz. Erzurum’a hava yolu ile gelmek istediğinizde ise Ankara’dan havalandıktan 70 dakika sonra Erzurum’a, 10 km. sonra şehir merkezine, 5 km. sonrada kayak merkezi Palandöken’e 20 dakika içersinde ulaşabilirsiniz. Ve malzemeleriniz hazırsa hemen kaymak için gününüzü değerlendirip bir sonraki günü beklemeyebilirsiniz. Yeter ki hava şartları ve pistler kaymaya elverişli olsun.

1998 yılının, 1 Şubat günü Erzurum’a geldiğimizde her yerin buzlu ve karlı olması bizi şoke etmişti. Ilıman bir kış yaşanan Ege bölgesinden Doğu Anadolu’ya geçişimiz bizi her yönden etkilemiş, Batıdaki hareketlilik, refleksimiz, Doğuda hareketsizliğe, durağanlığa dönüşmüştü. Kar, Buz ve Soğuk sizi her yönden sınırlıyor, hareket serbestiniz azalıyordu. Bu şoku atlatmanız için baharı, yazı beklemeniz gerekecek. İklime, çevreye, doğaya uyum sağlayacaktınız. Sonbaharın ardından kış mevsimini, kar ne zaman yağacak diye beklemeye başlayacak, bir sabah kalktığınızda her yeri bembeyaz bulduğunuzda şaşıracaktınız. Bu yörede “7 dağa, 1 bağa” tabiri kullanılır. Kar tanecikleri önce dağların zirvelerine yağar, son olarak da ovaya yani şehre yağınca kış gelmiş demektir.
Ve karın yağışı ile Erzurum’un çehresi değişir kış turizmi için yapılan yatırımlar önem kazanır. Şehir renklenir, hareketlilik kazanır. Kayak malzemesi ve hediyelik eşya satan yerler canlanır. Palandöken dağındaki tesisler, oteller dolunca şehirde canlılık kazanır. Otellerde çalışan insanlar, kayak eğitimi veren insanlar, esnaf, ulaşım sektörü zincirleme olarak ilin ekonomisine, bütçesine katkıda bulunur.
Sanayi sektörünün hemen hemen yok denecek kadar az olduğu Üniversite ve Kolordu ile devlet memurlarının yani Kamusal Hizmet sektörünün ağırlık kazandığı bir ekonomik yaşam, alış-veriş üzerine kurulu Ticaret sektörü ağırlığı oluşturur. Bunun üzerine Turizm sektörü alternatif olarak gelişince yepyeni umutlar, yeni yatırımlar gelişir.
Palandöken eteklerinde Özel İdareye ait tesisler özel sektöre devredilip 1990’lı yıllarda kış turizmi için atılan adımlar 2000’li yıllarda meyvelerini vermeye başlar.
Gençlik Spor müdürlüğüne ait tekli sandalyeler (Telesiyej) 1970’li yıllarda zor şartlar altında kuruluyor. Bu Kış Turizminin katalizörü Kayak olayını, kayak sporunu profesyonel olarak ateşliyor. Gençlik Spor Müdürlüğü, Kızılay ve Ormana ait tesisler kuruluyor. Buraları öncelikle Dağ evi, mesire yeri şeklinde oluşuyor. Sportif açıdan Gençlik Spor Müdürlüğünün yeri esas teşkil ediyor.
Erzurum, zor şartlara rağmen sayısız kayakçı yetiştirmiştir. Fevzi-Murat-Ünal TOSUN, Yakup BİRİNCİ, Ahmet DEMİR, Selami-Arif-Atakan ALAFTARGİL bunlardan öne çıkan isimler olarak hatırdadır. Bu isimlerin çoğu uluslararası turnuvalarda ülkemizi temsil etmişler, bazıları da kayak eğitmeni olarak yarışçılar yetiştirmişlerdir. Paragrafın başında kullandığım bu zorluk; doğa şartlarından, tesislerden daha çok kayak malzemelerinin çok pahalı olmasından kaynaklanmaktadır. Halkın gözünde zengin insanların yapabileceği bir spor dalı önyargısı, spor kulüplerinin ve sponsorların desteği ile kırılmaya yüz tutmuştur. 1997 yılında yaşanan ve ölümle sonuçlanan çığ felaketi sonrası, münferit kaza ve sakatlanmalar bu spora ilgiyi azaltmamıştır.

Bu arada ülkemizin kayak tarihçesi ile ilgili olarak Türkiye Kayak Federasyonu’nun ‘1973 Kayak Yıllığı’ndaki bilgiler ışığında geçmişe kısa bir göz atalım:
“Yurdumuzda ilk kez 1914 yılında, Haliç’te bir marangoz atölyesinde yapılan çok sayıda kayak hayvan sırtında Erzurum’a taşınmış ve Kafkas cephesinde kayakçı er yetiştirmek üzere Erzurum’da açılan kurslarda 30 kayakçı yetiştirilmiştir. 1 Ocak 1933 yılında Galatasaray Lisesinden bir grup öğretmen ilk kez Uludağ’da kayak yaparak bu sporun Türkiye’de öncülüğünü yapmışlardır. 1933-1934 yılları arasında Bursa, Ankara ve Erzurum Halkevleri ile Muhafız Alayı kayak sporu ile özellikle ilgilenmişlerdir. 1934 yılından sonra karlı bölgelerdeki Halkevleri aracılığıyla kayak sporu yurt düzeyinde yayılmaya başlamıştır. 1939 yılında kuruluş hazırlıkları tamamlanarak ‘Dağcılık ve Kış Sporları’ adı altında örgütlenmiş olan federasyonumuz, ilk kurulan federasyonlardan biri olma vasfını da taşımaktadır.”

Kırmızı renkli direklerin hangi şartlarda, nasıl dikildiğinin öyküsü:
“Her biri 1,5 ton ağırlığında olan direklerin mandalar tarafından taşınması, 5 mandanın 3000 m. seviyeye sabanlarla açılan yollardan zar zor ayakları kırılmasın diye lastik çizmeler giydirildikleri…” dost meclislerinde anlatılınca mübalağa olmayıp, o günlerin zor koşulları olduğunu anlıyorsak da ilk etapta insanın ikna olması zor geliyor. Bu günkü teknolojik imkanları, araçları-gereçleri, ekipmanları görünce dile kolay değil 30 yılda Türkiye’nin gelmiş olduğu noktayı hayal etmemiz güçleşiyor.
Ve bu mandaların taşımış olduğu direkler, o günkü zorluklarla dikilerek kayak sporunun profesyonelce başlamasına ön ayak olmuş...
Ardından 90’lı yıllara doğru Dedeman Oteli konuşlanarak özel sektör zihniyeti ile Tesis-Pist-Telesiyej-Liftlerini oluşturmuşlar. Otelin bulunmuş olduğu yerden başlayarak kademeli olarak lift ve Telesiyejle 3175 m. yükseklikteki zirveye Ejder tepesine bağlanmış, yaklaşık 30 direkle, 30 dakika da Dedeman otelinin önünden zirveye çıkıyorsunuz. İlk etap olarak (22) de ve son etap olarak da Ejder tepesinde Dedeman’ın kurmuş olduğu Kafeler insanlara hizmet sunuyor. Dedeman’ın yeşil direkleri ile Gençlik spor müdürlüğünün kırmızı direklerine karşı yeni teknolojiyi kullanarak alternatif yaratmış, Zirveye ulaşmış. Arkasından 90’lı yılların sonuna doğru Valilik olaya el atarak Gondol-Lift adı altında en büyük yatırımı gerçekleştirmiş. Gençlik Spor Müdürlüğünün kırmızı direkleri yanında ona paralel olarak son teknolojik imkanlarla dev büyük gri-metal renkli direkler dikilerek kapalı küçük Gondol olarak adlandırılan teleferikle 4 kişilik kabinlerle rahat ve güvenceli hızlı bir sistem oluşturulmuş. Gençlik Spor müdürlüğünün 3 etabına karşılık (15-22 ve zirve) karşılık 2 etap oluşturulmuş. Başlangıcı da sayarsak 3 istasyon (0-22 ve zirve) kurulmuş. Orta istasyona yani 22’ye kadar 12 direk sonrasında 8 direk daha olmak üzere 20 direk geçiyorsunuz. Zirveye doğru fırtına var ise Gondol orta istasyona kadar çalıştırılıyor. Eğer fırtına ciddi ise zaten Gondol hiç çalıştırılmıyor, diğer telesiyejlerde durduruluyor.
2000’li yıllarda Palandöken eteklerinde Kardelen ve Palan otelinin ardından Polat Rönesans oteli inşa edilerek hizmeti açılır. Palandöken sırtlarındaki mevcut pistler dışında Polat Rönesans tarafından orman içi doğallığında birbirine paralel 3 ayrı pist özel olarak düzenlenmiş, Palandöken’e Sarıkamış benzeri farklılık getirmiştir.
(Çat yolu üzerindeki Teke deresi göletinin çevresi DSİ tarafından kayak eğitim pisti olarak düzenlenmiş. Ayrıca Deveboynu geçidi tarafında Laleli kayak pisti askeri bölge içersinde bulunmaktadır.)
Erzurum’un güneybatısındaki Palandöken dağlarının kuzey yamaçlarında Palandöken Kayak Merkezinde Alp Disiplini kayak turları ile kayak yürüyüşü için uygun yamaçlar bulunmaktadır. Palandöken yamaçları, Alp disiplini dışında Snowboard’la kayak yapanlar içinde son yıllarda cazibe merkezi haline gelmiştir. Günümüzde yamaç paraşütü de kayak merkezine ayrı bir heyecan ve görüntü getirmiştir.
Kayak mevsimi 10 Aralık ile 10 Mayıs arasında yaklaşık 5 ay sürmektedir. Tabiki kış şartları normal seyreder, 2-3 metre kar yağarsa sezon bereketli olarak addedilir. İklimden dolayı kar kalitesi mevsim boyunca ‘Toz Kar’ özelliğini korur. Kayak yapılan yükseklik 2200 – 3175 metre arasında değişmektedir.
Erzurum gelecekte Kış Olimpiyatlarına aday olurken kış turizmi açısından yeni projeler ortaya koyacaktır. Erzurum için kayak açısından yapılan Master Plan çerçevesinde 3 bölge tespit edilmiş:
1) Palandöken Boğazı
2) Konaklı Yaylası (Erzurum-Çat yolu şehir merkezine 22 km)
3) Namlıklar-Gez Yaylası (Erzurum’a 5 km mesafede)

Palandöken ve Kayak;
Bu yörede yük taşımak ve binek olarak kullanılan hayvanların sırtına konulan eğerlere ‘Palan’ adı verilirmiş. Hayvan yokuşa tırmandıkça sırtındaki palan yere düştüğünden bu dağlara ‘Palandöken’ adı verilmiş.
Palandöken’deki karın özelliği nem olmaması nedeniyle kuru hava sayesinde toz şeklindedir. Toz kar ezilmemiş olsa bile kayaklarla üzerinden akıp gidersiniz, 3175 metrelerden eteklere kadar uzanan pistler dünyanın sayılı uzun pistleri arasında gösterilmektedir. Ayrıca Uluslararası Kayak Federasyonu (FIS) tarafından Kuzey-Güney pistleri (Eğim-Uzunluk, İrtifa-İç-Dış bükeylik olarak tam 100 puan alarak tescillenmiş. Yani uluslar arası kalitede pistlere sahip Palandöken)
7 (kolay), 8 (orta), 2 (Profesyonel-zor), 4 (doğal) olmak üzere 21 pist mevcuttur. İster acemi olun ister profesyonel zirveye çıkıp oradan farklı düzey pistleri kullanarak (0) noktası tabir edilen Gondol liftle buluşabilirsiniz. Mekanik araç kullanmadan 14 km.lik bir kayak yapma zevkine ulaşabilirsiniz. Vede zirveden varış noktası arasındaki yükseklik farkı 1000 metrelik irtifa kaybederek…
Çığ konusunda tedbir olarak Gax-ex sistemi ile çığın kontrollü düşürülmesi sağlanıyor. Kayak merkezindeki 10 liftten yarısı Dedeman oteline ait. Polat Rönesans oteline ait 3 lift dışında, 1 lift Beden Terbiyesi’ne ait sandalyeler saatte 350 kişi taşıyabiliyorlar. Türkiye’nin ilk kabin telesiyeji 4 kişilik Gondol lift ise Özel İdare’ye ait.. Normal olarak 2-3 m. kar yağışı olduğunda kayak mevsimi Aralık ayından Mayıs ayına dek uzanıyor.
5 telesiyej, 1 teleski, 2 baby lift, 1 gondol lift sayesinde ve pistleri çevreleyen direklerdeki hapörlerlerden müzik dinleyerek, ayni anda tüm pistlerde günde toplam 32 bin kişinin kayak yapabileceği, uluslararası yarışmalar hatta kış olimpiyatlarının düzenlenebileceği, 6 bin kişinin doğrudan istihdam edilebileceği bir kapasiteye sahiptir. Palandöken Kayak Merkezindeki pistler dünyanın en uzun ve dik kayak pistleri arasında yer almaktadır.
Yükseldikçe oksijen azalıyor. Alyuvarlar artarak hücreler yenilenmiş oluyor. İşte size bir canlılık kaynağı... Güneş çıktığında Ejderden tüm dağlar bembeyaz halı gibi sere serpe seriliyor. Tüm Erzurum ayaklarınız altında.

(Bu satırların yazarı 2001/2002 kış sezonunda kayak öğrenerek Ejder ve Kuzey pisti olmak üzere tüm Palandöken pistlerinde kaymanın zevkini ve ayrıcalığını tadmış... 2003 yılında Erzurum’dan ayrıldıktan sonra her kış mevsiminde, her kar yağışında kayak yapmanın özlemini yaşamaktadır.)
Erzurum için “9 ay Beyaz, 2 ay Ayaz, 1 ay Yaz” tekerlemesi sıkça kullanılır. ‘Beyaz’ Kış mevsimini, ‘Ayaz’ ise Sonbaharı sembolize etmektedir. İlkbahar ise yazla iç içe yaşanmaktadır. Erzurum’un “Buzu, tozu ve kızı” tekerlemesini de duyabilirsiniz.
Soğukla ilgili Erzurum’a mal olmuş pek çok anlatım ve fıkra vardır. Evliya Çelebi’de, Seyahatname adlı eserinde kışı, soğuğu biraz abartılı olarak kaleme almıştır; “Erzurum’da 11 ay 29 gün kaldım, hep kış vardı. Ben gittikten sonra yılın kalan 1 gününde kış mevsiminin bitip bahar mevsiminin gelip gelmediğini bilmiyorum… Erzurum’da kış mevsimi o kadar soğuk olur ki, bir damdan dama atlayan bir kedinin donup havada kaldığını söylerler.”
Genel olarak Ekim ayı gibi yağmaya başlayan kar, dağın yüksek kesimlerinde Temmuz ayına kadar kalmaktadır. Kayak dışında, Yamaç Paraşütü de kışın hava durumuna göre ayrı bir heyecan oluşturmaktadır. Dört mevsim Palandöken çevresi doğal park görünümünde hem gezi, hem piknik, hem de seyir alanı olarak ayrı bir özellik taşımaktadır. Bu ayni zamanda Palandöken’in kış turizmi dışındaki mevsimlerde de kongre, toplantı vb. farklı etkinliklere hizmet vererek Erzurum’un çehresini değiştirmeye öncülük edeceğinin bir göstergesidir.
Tüm bu projelerin gerçekleşmesi halinde Erzurum’da binlerce insana doğrudan istihdam olanağı sağlanacak. Elverişsiz doğa koşulları, bacasız fabrika olarak adlandırılan turizm sayesinde olumluya, beyaz toz beyaz altına, getiriye dönüşecektir. Böyle olunca yazının girişindeki hüzün azalarak karamsarlık umuda dönüşecek, makus talih yenilmeye yüz tutacaktır.

Remzi KOÇÖZ

Dip Not / Kaynakça:
(*) “Doğu Sorunu, Ermeni Sorunu-Türk Soykırımı ve Erzurum’un Kurtuluşu Üzerine..!” hazırlamış olduğum çalışma dört bölüm halinde yayınlanmıştır.
- İl il Türkiye Ansiklopedisi, Milliyet yayınları, cilt 2, s. 375-376
- Erzurum Valiliği Web Sitesi - www.erzurum.gov.tr
- www.turkski.org/tarihce.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

O’nu Uğurlarken (Şiir)

O’NU UĞURLARKEN *

Ve bardaktan boşanırcasına
Duygu seli akıyordu.
Şakaklarından,
Yanaklarına doğru.
Kolay değildi kabullenmek.
Birlikte yıllar yılı
Yaşadığı,
Yıllarını paylaştığı,
Dostluğu,
Arkadaşlığı,
Kendisini dünya ile tanıştıran
Bir canı toprağa veriyordu.
Bir yanda doğanın dengesi
Diğer yanda çaresizlik
Asıl olan yaşam mücadelesiydi,
Onun için.

Yaşam;
Kaldığı yerden devam ediyor,
Onsuz,
Yeni bir süreç başlıyordu.
Uygarlıkların tortuları gibi
Yaşam mücadelesi,
Onu da
Toprağa verecek
Ondan sonraki insanlar da;
Bu acıyı yaşayarak
Yeni bir mücadele,
başlatacaklardır.
Sonsuza değin bu döngü,
istemesek de
Böylece akıp gidecek.

05.10.1997/ İNCİRLİOVA
Remzi KOÇÖZ

*Aramızdan ayrılan tüm sevdiklerimiz anısına...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Aile içi şiddet, İntiharlar ve Ensest ilişkiler. Diğer Adıyla Töresel, Yöresel Cinayetler...

‘Bazı yörelerde feodal yapının gereği Töreler, toplum yaşamında-insan ilişkilerinde belirleyici rol oynuyor. Sorunlar bu kurallar çerçevesinde çözümlenmeye çalışılıyor. Eğer karşı çıkarsanız ilk olarak dışlanıyor ardından yok ediliyorsunuz.
Töre güçlüyü koruyor, karşı geleni dışlayarak, güçsüzün yok edildiği bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.’

Dünyanın hızla değişmesi, bilgi çağı bu yaşantıyı pek ilgilendirmiyor, onun ötesinde etkilemiyor, etkileyemiyor. İnsanlar yüzyıllar öncesinin alışkanlıklarını anane-gelenek-örf adet, töre diyerek devam ettiriyorlar. Bu davranışlar değer olarak dogmatik, tabusal bir zırha büründürülmüş. Değişen pek bir şey yok, her şey aynen devam ediyor. Değiştirmeyi bırakın, üzerinde konuşmak, yorum yapmak zor bir olay. O zaman ne oluyor; ayni eğitime devam.. Daha doğrusu eğitimsizliğe devam.. Çünkü bilim adamları eğitimi “istendik yönde davranışa dönüşme” olarak betimliyorlar. O zaman biz bugün gelinen çağ tanımının neresindeyiz. Ortaçağda diğer adıyla Feodal toplum yapısındayız. O günden bugünlere nasıl mı gelebileceğiz? Hızlandırılmış eğitimle değil tabi ki! Olsa olsa bir iki nesil değişimi dengeleri yerine getirecek bugünlere ulaşmış olacağız. O zamanda bugünler yarınlara taşınmış olacak. Hiç olmazsa çok geriden takip etmek yerine bir adım geriden takip etmekte çağı yakalamak olacaktır…

Kadın Platformu sözcülerinin intiharlar, cinayetler üzerine şu sözleri çok şeyleri anlatmaya yetiyor;
“Adana’da Nilüfer, Diyarbakır’da Kadriye, Mardin’de Şemse, İstanbul’da Güldünya. Daha önce de bildiğimiz, bilmediğimiz niceleri. İntihara zorlanan, intihar etti denilen, kayıtlara giren, bazen de hiç girmeyen kadınlar. Öldürülüyoruz. “Töre” diyerek, “Namus” diyerek, yasalarda uygulanan ceza indirimiyle adeta teşvik edilerek öldürülüyoruz...”

Gazetelerin baş sayfalarında, orta sayfalarında, köşe yazılarında, farklı çevrelerin tepkilerini trajik yaşanmış öyküleri sıkça okuyoruz;

“13 yaşındayken beni 45 yaşında bir adamla evlendirdiler. Yıllarca çok dayak yediğim ve sapık tekliflerini dayanamadığım için kaçtım. Aile meclisi toplandı ve benim öldürülmeme karar verdi.”

“18 yaşındaki genç kız ailenin rızası dışında sevdiği gençle kaçarak evlenir. Evlendiği erkek onu terk edince ailesine geri dönmek zorunda kalır. Suçu birden fazla hem kocaya kaçmak hem de ayrılmak. Cezası tabi ki ölüm...”

“19 yaşındaki kız okumak istiyor. Aile okumasına karşı çıkarak evlendirmek istiyor. Kız direnince sokağa çıkma yasağı koyularak eve kapatılıyor. Söz verdikleri aileye mahcubiyet ve aileye başkaldırının cezası ölüm...”

“Kızın konuştuğu bir gençle kaçma planı ve aşkları köyde dedikodu olarak yayılıyor. Aile kızın bu dedikodulara meydan vererek ailenin namusunu kirlettiğini düşünüyor. Kıza intihar ederek bu lekeyi temizlemesini söylerler. Kız bunu yerine getirmeyince öldürülmesine karar verilir.”(1)

Bunun gibi aileleri tarafından öldürülmelerine karar verilmiş sayısız hikâyeler vardır. Ve de öldürülerek gazete sayfalarında gündeme gelenlerde olacaktır.

“Taşlanarak öldürülen Kadriye Demirel. Tecavüze uğradıktan sonra abisi tarafından sokak ortasında taşla öldürülen Kadriye ailesinden-korkusundan kaçamayarak kaderine razı oldu.”
“Baba, töre için 14 yaşındaki kızı Nuran’ı telle boğdu. Avcılar’da kaçırılıp tecavüze uğrayan 14 yaşındaki kızı Nuran Halitoğulları’nı aile meclisi kararıyla telle boğarak öldürmekle suçlanan baba ile ölüm kararını veren 32 kişilik aile meclisinden 15’i gözaltına alındı. Cinayetten sonra cesedi çuvala koyan baba, kızının cesedini burada iki gün sakladı. Daha sonra da Polenezköy yolu üzerinde, Halitoğulları’nın ağabeyinin çalıştığı bir çiftlik evinin yakınındaki ormanlık araziye götürdü. Kızını, ağabeyinin yardımıyla ormanlık alana gömen Halitoğulları, polise kızlarının iki gündür kayıp olduğunu bildirdi. Dedektifler tarafından sorguya alınan baba, kızını kendisinin öldürdüğünü itiraf etti.” . (2)

“Kuzeninin eşinden hamile kalan 22 yaşındaki Güldünya Bitlis’ten İstanbul’a kaçışını ve izini süren kardeşlerinin infazı sonucu öldürülüyor. “
Kuzeninin kocasından hamile kaldığı gerekçesiyle aile meclisi kararıyla erkek kardeşleri tarafından sokak ortasında vurulur. Saldırıdan yaralı olarak kurtularak hastaneye kaldırılır, ardından kardeşler gece yarısı hastanede yarım kalan işlerini tamamlayarak infazı gerçekleştirirler. Güldünya daha öncede öldürülmek istenmiş. Önce amcasının evinde boğularak öldürülmeye çalışılmış, infaz gerçekleşmeyince intihar etmesi önerilmiş. Güldünya kardeşlerinden kaçarak polise sığınır, poliste aileyi çağırarak uyarır. Tedbir olarak da yakınlarının yanına yerleştirilir. Sonrasında da gazetelere yansıyan ölüm olayı yaşanır.

Güldünya’nın öldürülmesi ile ilgili yansımalar(3) ;
İlginç gelişmeler yaşanacaktır.
-Aşiret büyükleri önce barış kararı için uğraşırlar. Yani kızın o kişi ile evlendirilmesi, O olmazsa ardından, ölüm kararı çıkacaktır
-Aileye selam vermezler. En son bir başka cenaze töreninde kimsenin selam vermemesi üzerine infaz çabuklaştırılır.
-Güldünya’nın birlikte olduğu, bebeğin babası olarak kuma alması isteğini kabul etmeyip, aile meclisinden infaz kararı çıkmasına sebebiyet veren kuzeninin kocası, husumetin kapanması için Tören ailesine 10 milyar verdiğini beyan ederek kayıplara karışacaktır.
-İnfazı gerçekleştiren kardeşler ve İstanbul’daki amcada kayıplara karışacak, aylar sonra yakalanarak ortaya çıkacaklardır.
-Bitlis’teki Aile cenazeyi almak istemez. Morga kaldırılan cenaze, yakınlarının ikna etmesi sonucu ailesine teslim edilir.
-Cenaze namazı kıldırılmayarak defnedilir. Şafii mezhebine göre cenaze namazının illa camide kılınmasına gerek yoktur. Yakınlarına göre İstanbul da morgda iken kıldık diyerek konuyu kapatırlar. Ama resmi görevliler bunu doğrulamazlar.
-Babası ve aile yakınları köy konağı olarak kullanılan kahvehanede taziyeleri kabul edeceklerdir.
-Dedesi ortada kalan torununu kızının sağlığında başkasına verildiği için istemiyor.
-Kızının ölüm olayı içinde töresel infaz olduğunu kabul etmeyecek, İstanbul un binbir türlü hali var diyecektir.
-Hele kadınlar hiç ortada görünmüyor. Yüzyıllar önceki gibi konuşmuyor, konuşturulmuyor.
-Erkek egemen toplumda kadınlar yüreklerine taş basmak zorunda başka bir alternatifleri yok.
Sonuç olarak olan oldu, ölen öldü deniliyor...

Töre ile ilgili saptamalar;
Kadın cinayetlerine töresel-yöresel meşruiyet kazandıran Aile Fetvası bir gerçeği Yerel Otoriteyi göz önüne serecektir. Yerel otorite; şeyh, şıh, aşiret reisi, ağa... olarak yüzyıllar öncesinden günümüze geçerliliğini korumaktadır. (4)

Töre, denenmiş belli hayat biçiminin işleyişini sağlamak için, geleneğin geçerli olduğu anlaşılmış kurallarını haklaştıran bir türü. (5)
“O şehirli biz yapamayız. Batıda bireysel onur söz konusu iken, bizde kolektif onur hakim.”(6) Neden? Modern topluma geçişten sonra ise insan, hısım, akraba, hemşehri ilişkisi gibi bağlardan soyutlanmaya başlar. Namus, şeref, onur gibi değerler, küçük gurubun denetiminden kurtularak kişiye parası, mevkii, görünümüne göre iş yerinde denetlenen, dışarıdaysa birbiriyle çelişen kişilikler içinde dolaşmasına imkan tanır.

Töre, bir realite aslında.. Sosyolojik olarak bakmak irdelemek gerek. Devlet bu yapıyı biliyor. Ama değişimi gerçekleştiremiyor. Ya da gerçekleştirememiş desek doğru olur. İnsanlar kaderleriyle baş başa yüzyıllar öncesinde kalakalmışlar. Kolay mı? Tabi ki zor bir olay, dönüşüm...
Kuzeninin eşinden hamile kalan 22 yaşındaki Güldünya’nın Bitlis’ten İstanbul’a kaçışını ve izini süren kardeşlerinin infazını, Töre Hukukunu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin raporunda: Töre ve Namus cinayetlerinin “İnsanlık dışı utanç cinayetleri” olarak yer aldığını öğreniyoruz. Bu olayların bir kısmı da intihar ya da kaza süsü verilerek istatistiklere cinayet olarak yansımamış oluyor.
Evet, ülkemizde son yıllarda intihar olaylarında büyük bir artış gözleniyor. Özellikle genç kızlarda daha çok bu eğilim ortaya çıkıyor. Aile baskısı, sevgisizlik, ilgisizlik, hayal kırıklığı, aldatılmak, terk edilmek, ayrılmak, yalnızlık, zorla evlendirilmek gibi etkenleri sıralayabiliriz. Bir başka açıdan değerlendirirsek toplum-çevre baskısı, gelenekler, töreler çerçevesinde intihar olayları yaşanıyor.

2003 yılı içerisinde 23 kadın, namus cinayetinden kaçıp Diyarbakır’ da ki Kadın Örgütü Kamer’e sığınır. Kamer örgütü bir yıl önce bir proje başlatıp, çeşitli nedenlerden ötürü Aile Meclislerince ölüme mahkum edilen kadınları, Devletin Koruması altına almak için kurulur. (7)
2003 yılında töreye 89 kurban verildiği; 3 ölü, 5 kayıp, 41 intihar, 40 namus cinayeti olarak resmi kayıtlara geçen sayıların daha artacağı bir gerçektir. Evet, Batı Anadolu da, İstanbul da- Bakırköy’de yıllar önce Kadın Sığınma Evleri kuruldu. Belediyeler tarafından aile içi şiddete maruz kalan kadınların sığınma yeri olur. Mevcut 14 sığınma evlerinin yaygınlaşması daha da önleyici bir işlev görecektir.

İtaatsizlik, Sevdikleri ile kaçmak, Tecavüze uğramak, İzinsiz dışarıya çıkmak, Evlenmeye karşı çıkmak, Küçük yaşta evlendirildiği kocadan-kumadan eziyet, baskı sonucu kaçış gerekçeleri üzerine; “Sen bir kere duvakla çıktın, ancak kefenle dönersin” Evden kaçması ‘Namus’ suçu olacak, ardından namusu temizlemek için ölüm kararı verilerek infaz için görevlendirme yapılacaktır. Ya erkek kardeş, ya amcaoğlu!
Aile toplum içinde var olmak için kızını öldürmek zorunda kalıyor.
Sonuçta o kız-kadın öldürülmeden ailenin namusu temiz değildir. Öldürünce şerefli-namuslu aile olunur.
Ölüm kararı etki-tepki-cinnet şeklinde değil, planlanarak işleniyor. Öldürülünceye kadar takip.. İntihara zorlamak, zehirleme, boğma, silahla, bıçakla, taşla.. Farklı yöntemler kullanılarak infaz gerçekleştiriliyor.

Diğer taraftan ayni topraklardan Avrupa’ya işçi olarak giden ailenin kızı “para için porno filmde oynadım. Kendim kendimden sorumluyum, kendim karar verdim, kimseye hesap vermem, kimseden de özür dilemem” diyerek kendini savunuyor. Ve sanat dünyasında “Duvara Karşı” adlı filmin başrol oyuncusu olarak Berlin’de “Altın Ayı”ödülüne layık görülür. Ailesi bu gelişmeler üzerine kendisini evlatlıktan red tepkisini, tavrını koyacaktır. Ne kan dökülecektir, ne aile fetvası, ne infaz, ne töre, ne yerel otorite, nede çevre baskısı. Herkes kendi dünyasında.. Orası Berlin fark etmez. Burası ise Batman, Bitlis, Bingöl fark eder. Fark işte burada...

Ensest ilişkiler;
“Annem üzülmesin, kardeşimle ortada kalmasınlar diye tek kelime söylememiştim.”
“9 yaşından beri üvey babasının taciz ve tecavüzüne uğrayan 15 yaşındaki Ç.K. yı sınav kağıdındaki şifreyi söken öğretmen ve müdürünün dikkati kurtardı.” (8)
Üvey babası tarafından 6 yıl boyunca tecavüze maruz kalan mağdurenin durumu öğretmenlerinin dikkati sonucu ortaya çıkınca yasal boyuta taşınıyor. Mağdur olan insanın bu dramı nasıl izole edilir, onarılır bilinmez. Bilinen bu tür ilişkilerin sanıldığından-yansıdığından çok fazla olması ürkütücü olur. Bu kapalı toplum yapısının sonucu oluşan toplumsal yaraya suskun kalınıyor. Bu olay açığa çıkmasa Ç.K. nın akıbeti ya intihar, ya da hayat kadınlığı. Başka bir alternatif çok zor.. İşte istatistiklere yansımayan suçlardan biri..
Geleneksel ahlakın kabul etmeyeceği ensest ilişki yaşansa da duyurulmuyor. Duyurulmadığı sürece bunlara katlanmak mümkün.. Duyurulduğunda ceza geliyor. Ailelerin, hanelerin, kişilerin onurları zedeleniyor. Ataerkil toplumda onur, erkeğin her zaman güç kullanma potansiyelini ifade eder. (9)

Aile içi şiddet;
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi araştırmalarına göre kadınların çoğunluğu Aile içi şiddete maruz kalıyor. Evli kadınların %46 sı bu şiddetten nasibini almış, son 5 yıl içersinde de % 65 oranında ölüm olayı artış göstermiştir. Çocuklara yönelik şiddet oranı ise % 60 düzeylerde. Bu sayılar Aile içi şiddetin ülkemizde ulaşmış olduğu boyutun göstergesidir.

“Üç Gün Boyunca Aç Bırakıp Dövmüşler.” Erzurum'da daha önce anne ve babasını kaybeden 4 yaşındaki çocuğun, evlerinde kaldığı amca ve yengesi tarafından üç gündür aç bırakıldığı ve bu süre içinde sürekli dövüldüğü, yapılan sağlık kontrolünde ortaya çıkar. Vücudunun bir kısmı morarmış olan küçük kızın, yaklaşık 3 gündür aç olduğu tespit edilmesi üzerine 4 yaşındaki Canan'a, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü sahip çıkarak, Çocuk Yuvası'na yerleştirir. (10)

“Altını ıslattığı gerekçesiyle, üvey babası tarafından ölümüne dövülerek hastanelik edilen küçük çocuk kurtarılamadı.”

“Annesi tarafından hastanelik edilinceye kadar dövülen, 21 gündür Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi’nde tedavi gören, 3.5 yaşındaki Sıla’yı, devlet şefkatle bağrına bastı. Mahkeme kararıyla ailesinden alınırken çıkan arbededen çok korkan Sıla, gözyaşları içinde Bolu’dan ayrıldı. Sıla artık Adapazarı Dostluk Çocuk Yuvası’nda yeni bir hayata başlayacak.” (11)

Eşlerden tutunda, öz ya da üvey anne-babalar tarafından yaralama, sakatlanma ve de ölümle sonuçlanan aile içi şiddet olayları sıradan bir olay şeklinde karşımıza çıkmakta ve karşılanmaktadır.

Yukarıdaki haberler benzeri sayısız olay gazete sayfalarına, adliye koridorlarına taşınmakta. Yansımayan ve taşınmayanlarda göz önüne alındığında, bu konunun da istatistiklere tam yansımadığı ve göz ardı edildiğidir.

Çözüm yolları;
Bu sorunların ortadan kaldırılması veya en aza indirilebilmesi için toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesi önceliklidir.
Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel açılardan sorunlar bir bütün olarak ele alınmalıdır. Cehalet ve işsizlik yanında yerel otoritenin baskısına karşı mücadele başlatılarak, dış dünya ile her konuda iletişim-ilişkiler geliştirilmelidir.
Basın bu konuları haberden-sansasyondan öte toplumsal gerçeklik, toplumsal zafiyet olarak işlerse, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, kamu yöneticileri, aydınlar, sanatçılar, tüm duyarlı çevreler kendi platformlarında konuyu toplumsal bir yara olarak algılarlarsa hedefe daha çabuk varılabilinir.
Türk Ceza Kanunu yeni tasarısına göre, töre ve namus gerekçesiyle cinayet işleyenler, ‘Tahrik’ gerekçesiyle ceza indiriminden yararlanamayacaklar. Tecavüz mağdurunu öldüren bir kişi, ceza indiriminden yararlanamayacak ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanacak.
Bir yandan kadın erkek eşitliği ile ilgili Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde Anayasamıza madde ekleniyor. Uygulamada devletin daha etkin kılınması için kadın birlikleri, dernekleri, sivil toplum örgütleri, siyasi muhalefetin madde içeriğinin genişletilmesi talepleri TBMM de çoğunluk bulamıyor. Bu konu ayrı bir değerlendirme olarak toplumun gündeminde yerini koruyor.
Ancak TBMM AB ilerleme raporu öncesi Eylül-2004’te olağanüstü toplanarak yeni TCK’yı hızlı bir şekilde meclisten geçirerek hukuk alanında son yılların en büyük değişimini gerçekleştiriyor. Nisan 2005 tarihinde uygulamaya girecek yeni TCK, töre ve namus gerekçesiyle işlenen cinayetlerin ilk etapta önüne geçemese de caydırıcılık ve yaptırım açısından uzun vadede olumlu sonuçlar yaratacaktır.

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça:
(1) 18 Ocak 2004, Milliyet Pazar eki, Elif Korap araştırması
(2) 28 Şubat 2004 Hürriyet Gazetesi, Cüneyt SÖZ
(3) 28 Şubat 2004, Milliyet Gazetesi, Osman Kara
03 Mart 2004, Hürriyet Gazetesi, Emel Armutçu
(4) 29 Şubat 2004, Milliyet Gazetesi, Serpil Yılmaz
(5) Milliyet Gazetesi, Melis Çelebi, Prof. Ünsal Oksay ile yapılan söyleşi
(6) Milliyet Gazetesi, Melis Çelebi, Prof. Ünsal Oksay ile yapılan söyleşi
(7) 18 Ocak 2004, Milliyet Pazar eki, Elif Korap araştırması
(8) 21 Mart 2004, Milliyet Gazetesi, Ayten Serin araştırması
(9) Milliyet Gazetesi, Melis Çelebi, Prof. Ünsal Oksay ile yapılan söyleşi
(10) Erzurum gazetesi, “Bunu yapan insan olamaz” başlıklı haber.
(11) 22 Ekim 2004, Hürriyet Gazetesi, E. Ercan-F. Keskinkılıç-Z. Tokuş
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz