27 Eylül 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ - 20

 

“Birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara,

kimi yenilecek içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır.” Şeyh BEDRETTİN

“Dincilik; dini, çıkar/ koltuk/ baskı/ egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur.

Dini/imanı/tanrısı/ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır.” Y. Nuri ÖZTÜRK

 

YARATIKLAR…

Canlılar;

Bitkiler/hayvanlar/insanlar,

Üç ana/ayrı safta kategorize edilir,

Bitkiler -bulundukları yerde gelişir- sabittirler,

Hayvanlar içgüdüleriyle,

İnsanlar ise akıllarıyla hareket eder,

Doğaya/evrene/ yaşama katkı sunarlar.

Birde canlılar dünyasında onların görünümünde,

İki/ dört/ çok ayaklı/…,

Asalak yaşayan parazitler vardır,

Bunların doğaya/evrene/yaşama,

Katkıları olmazken varlıkları zarardır.

-Kirletirler/yakarlar/yıkarlar-

Diğer canlılara/yaşama zarar verirler.

Yaradan tarafından akıl bahşedilen,

-İçgüdüleriyle hareket eden-

İki ayaklıların en makbulleri,

Sapkınlığı/tecavüzkarlığı dizboyu,

En büyük gıdaları cehalet olan,

-İzanları/şuurları gelişmeyen-

Toplum için karanlık dehlizlerdir.

Birey olarak esemeleri yoktur,

Grup/koloni halinde,

Yılları yıllara katar,

Yüzyılların uykusunda yaşarlar.

En büyük işlevleri üremektir,

-Hayvanları bile şaşırtırcasına-

Çoğalarak güruh oluştururlar.

İnsanlığın ürettiği değerleri,

-Yaratılan güzellikleri yokederek-

Hamuduna kadar tüketip semirdikçe,

Güdenlerin güdülenlerince,

-Dirisine kul/köle, ölüsüne yüz sürmekte-

Kitle nezdinde el üstünde tutulur,

Asalak yaratıklar…

(26. 09. 2020)

Remzi KOÇÖZ

20 Eylül 2020 Pazar

KARASU ÜZERİNE NOTLAR - 4

 

           

“Bilim bildiklerimiz ise felsefe bilmediklerimizdir.” Bertrand RUSSELL

Doğduğun Yöre ve Sorunlar Üzerine…

Karasu’nun sorunları üzerine orada yaşayan ve toplumsal duyarlılık noktasında tarihi sorumluluk yüklenerek efor sarfeden/emek harcayan/çabalayan vede yazılarıyla adeta tek başlarına mücadele veren (tabiki bu çerçevede katkıları olan başkaca değerli şahsiyetler olmakla birlikte kıymetini bilene) Cihan ERSÖZ ve Muzaffer TATLI ağabeylerin tespit/değerlendirmeleri hem ilçede yaşayanlar hemde kamu yöneticileri açısından bir referans/kaynak niteliğindedir.

Karasu sorunlarına ilişkin değerlendirmelerden vede kendi gözlemlerimden derlediğim kadarıyla; Karasu, adeta güzel yurdumun minyatürü, Türkiye'nin prototipi gibi.. Modernleşme adına sadece binalaşma/betonlaşma, Kentleşme yerine “her açıdan” büyük bir kasabaya dönüş yolunda artan bir hızla ilerliyor. Toplumsal çerçevede dayanışma/örgütlü olmayan yapının örgütlü gücün/organizasyonun karşısında boyun eğmesi kaçınılmazdır. (Referandum ve seçimler -% 65’lere ulaşan göstergeler- bunun tescilidir.)

Rantın ön planda olduğu ahlaki değerlerin ise ikinci plana konulduğu bir şekilde büyük resim paralelinde yönetiliyor. Umut ve özlem ahlakın toplum tarafından öne yani ilk sıraya çıkarılmasıdır.

Karasu sorunları üzerine yazı yazmak kendi açımdan biraz hariçten gazel okumak olsa da birikimlerimizi toprağa götürmek yerine ülkenin/toplumun aydınlanmasına küçük bir katkı sunabilirsek, farkındalık yaratabilirsek ne mutlu bizlere!

Biz bu ilçenin çocukları olarak Türkiye’nin dört bir yanında görev yapıp çok değişik kültürleri yakından tanıdık. O yerlerdeki toplumsal dayanışmayı, sivil toplum çabası olarak mücadelelere tanık olduk. Ancak kendi ilçemizin içine kapanık yapısını, imar kirliliğini, güzelim ovanın/yeşilin griye/beton yığınına dönüştürülmesini, kültürel gelişime kapalılığını gözlemledik.

Karasu’da esnaflık yapan çocukluk ve okul arkadaşımdan kendi yanlarında çalışan işçilerin hepsinin müteahhit olduklarını 7-8 yıl öncesindeki sohbetimizde duymuştum. Gelinen son aşamada ilçenin müteahhit/taşeron açısından Türkiye ortalamasının üzerine çıktığı söylense çok abartılı olmaz gibi…

Gerçi bizler ilçede yabancı gibiyiz artık. Karasu ilçe merkezinde/çarşı da gezerken tanıdık 3-5 esnaf/dükkan dışında herkes yabancı gibi. Aslında biz onlara göre yabancı/gurbetçi sayılırız.

1975’lerde 45 yıl önce ilçe nufusu 7000’lerde iken (2020’lerde bu rakam yanına bir sıfır daha alarak 70.000’lere ulaşacaktı!) Karasu’dan okumak için Ankara’ya gitmiş 7 yıl öğrenim sonrası 1982 yılında yurdun değişik bölgelerinde 6 ayrı il/ilçede görev sonrası 2003 yılında yeniden Ankara’ya dönmemin ardından 2019 yazında emeklilik sonrası Ankara’da yaşamaya devam ediyorum. Tabi emeklilik sonrası sık sık özellikle kışa doğru hemen hemen ayda bir gelme fırsatım oldu. Sonrasında salgın nedeniyle biraz uzak kalmak, Ankara’da karantina yaşamak zorunda kaldık. (Seyahat yasağının kalkması ile Haziranın ikinci haftasında yeniden Karasu’da olacaktım.)

Emeklilik sonrası 2019 sonları gibi sosyal medya ortamında ister istemez kendimizi bulduk. Neredeyse yıllardır karşılaşmadığım, görüşmediğim tanıdık simalarla abilerden/arkadaşlara/ kardeşlere/öğretmenlere sanal ortamda da olsa iletişim imkanı oluştu. Karasu’ya gelip kahvede oyun ortamında çokça sohbet edemediğimiz tanıdık simaların sosyal medya dünyasında ne kadar yaman paylaşımlarda bulunduklarını gözlemlerken, kendimi bazen onların arasında buldum, kendi sayfamdan paylaşımlarım dışında bazen yorumlarla bazende emojinlerle paylaşımlara dahil oluyordum. Karasu sevdası benim gibi gurbetekiler için “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkı sözlerindeki gibi görülsede bir yanımız, çocukluğumuz Ata topraklarına bizi çekiyor ister istemez.

(Facebook sayfamdaki -2015’te ilk açışta koyduğum ve bugüne değin değiştirmediğim arka plan resim/fon 2007 yılında Trabzon-İstanbul uçuşunda Karasu’ya ilişkin kendi çektiğim bir enstantanedir.)

Saygı, sevgi ve selamlarımla…

Remzi KOÇÖZ

12 Eylül 2020 Cumartesi

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ - 19

“Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.” Hz. MUHAMMED

“Adalet için en büyük talihsizlik devleti idare edenlerin zalimliğidir.” Hz. ALİ

“Devlet iradesi işlemez olursa kişilerin özgürlüğünü koruyacak hiçbir güç ve aracı kalmaz.” M.K. ATATÜRK

“Hiçbir kitle aldatılmak istemeden aldatılamaz. Aldanmak istenen aldanır.” Y. Nuri ÖZTÜRK

 

GÜCÜ GÜCÜ YETENE…

Siyasi partiler iktidara geldiklerinde,

Hükümet olarak hükmederler,

Devlet mekanizmasının olanaklarıyla,

Mutlak güç odağı oluşturup,

Demokrasiyi araç olarak kullanıp,

Hukuku/adaleti kendilerine uyarlayıp,

-Adeta psikolojik harekatla-

Muhaliflerini kasetlerle/kumpaslarla,

Yalan/yanlış iftiralarla, itibarsızlaştırmayla,

Sivil Toplum Kurumlarını işlevsiz kılarak,

Ayrıştırıp/kutuplaştırıp bölerek,

Kendisini denetleyecek/eleştirecek mekanizmaları,

Bağımsız kurum/kurulları,

Parti organı/uzantısı/yandaşı şekline dönüştürüp,

-Çağdışı yasak/kural/uygulamalarla-

Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp,

Demokrasinin güç dengeleri ortadan kaldırılınca,

-Tepkisiz/ uyuşturulmuş/ uykuya yatmışçasına-

Toplum tarafından izlemeyle yetinilmekte.

Hedef sorunları çözmek değil,

-Kılcal damarlarına dokunarak-

Toplumu çözmek,

Toplumu biraraya getiren,

-Milli/dini değerleri-

Hassasiyetleri bitirmek!

Kuruluşundaki ilkelerden/hedeflerden,

Geçmişe özlem hayaliyle sapan,

Bugünlerden geleceği ıskalayan,

‘Çağdaşlaşma/Demokrasi/Hukuk/Adalet’,

Kaygısı olmayan toplumlarda,

Ulaşılacak sonuç;

Gücü gücü yetene ya da gücü yeten yetene!

(12. 09. 2020)

9 Eylül 2020 Çarşamba

9 EYLÜL’ÜN ARDINDAN

 

TÜRK TARİHİNİN DÖNÜM NOKTASI 9 EYLÜL’ÜN ARDINDAN…

“Sonra
9 Eylül'de İzmir'e girdik.
Bir nefer
Yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
Öfkeden, sevinçten, ümitten
Ağlaya ağlaya
Güneyden kuzeye
Doğudan batıya
Türk halkıyla beraber
Seyretti
İzmir rıhtımından Akdeniz'i…”

İzmir'in esaretten kurtuluşunu büyük şair Nazım Hikmet dizelerinde böyle dile getiriyor.
26 Ağustos 1922 sabahı Afyon’un güneyinden başlayan Büyük Taarruz, Eskişehir’e doğru da yayılarak hızla gelişir. 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da yapılan Başkomutan Meydan Savaşında Yunan kuvvetlerine büyük kayıp verdirilir. Bu başarı sonrası Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusuna şu emri verir: “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” Bu tarihi emir üzerine Batıya doğru kaçan Yunan kuvvetlerini takip eden Türk birlikleri 9 Eylül 1922’de İzmir’e girerek 19 Mayıs 1919’da başlatılan Bağımsızlık Savaşını fiili olarak sona erdirirler.

9 Eylül, özelde İzmir’in genelde ise Türk yurdunun kurtuluşunun yıldönümüdür. 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunu İzmir’den denize döken ordunun Başkomutanı, o günden sonra yeni Cumhuriyetin kurulması için kolları sıvayarak önce siyasi, arkasından da ekonomik bir çalışma prensipleri belirlerken bir taraftan da sosyal-kültürel alanda çalışmalar için düğmeye basıyordu.

“Türk milleti bir ordu-millettir. Onun bu vasfı tarihi ile başlar. Türk milleti bu vasfını Anadolu bağımsızlık mücadelesinde belki de son kez kullandı. Çünkü bu mücadeleden muzaffer çıkan özgür Türk milleti, artık çağdaş uygarlığın başka değerleriyle bazen de bir millet olmaya yönelmek zorundadır. Milletimizin hedefi, milletimizin mefkuresi, bütün cihanda tam manasıyla uygar bir toplum olmaktır” sözleri ile genç cumhuriyete gelecek öngörüyordu.
Türkiye yeni bir dünyada, yeni bir rota çiziyordu kendine... Buda çağdaş uygarlık rotasıydı. Aslında 1919 yılında bu rota çizilmiş, 1922 yılında ortaya çıkmış, 1923 yılında da yürürlüğe konmuştu. Ancak katedilen süreç -100. yılına yaklaşılmasına rağmen- bu rotanın amacına ulaşmasına yetmemiş, yeterli olamamıştı.

Liman uzaktan görünmesine rağmen, yaklaştıkça adeta bizden uzaklaşmakta. İlk yıllardaki yapılan devrimlerle/yeniliklerle/gelişmelerle akılcı ve süratli çalışmalar sonucu ne kadar yol alınmış/gidilmiş ise Türkiye’nin yanına kar kalmış, o yılların hızı/heyecanı/coşkusu sonucu yüzyıllara sığmayacak gelişmeler 10-15 yıla sığdırılmış. O kısa sürede büyük mesafeler katedilerek, büyük atılımlar gerçekleştirilmişti.

O süreçte insanlar yekvücut halinde cumhuriyet meşalesini yakarak, gece-gündüz demeden yol almış, yepyeni bir inşa sürecine başlamışlardı. Kısır döngü, çıkar çatışması olmadan, ülkenin ve cumhuriyetin yeşerip çiçek açarak tüm Anadolu’yu sarması daha da zaman alacaktı.
            Önemli olan temellerin sağlam ve ileriye yönelik atılmasıydı. Yoksa ne ihanetler gördü bu Cumhuriyet! Kendisini yaşatmak ve ayakta tutabilmek için ne mücadeleler verdi! Engelleri aşarak yoluna -son sürat olmasa da- ağır ağır devam ediyor.

Biz bu toprakları, bu ülkeyi, bu Cumhuriyeti kolay bulmadık. Binlerce yıl, yüz binlerce insanın yaşamlarını feda ederek, kanını akıtarak ay-yıldızlı bayrağı gökyüzünden yere indirmeyerek, devamlı gönderde dalgalanmasını sağladılar.

Dünya var oldukça sonsuza değin, Türkiye Cumhuriyeti’nin de varlığı devam edecek, yakılan meşale sönmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Atatürk’ün önderliğinde 1919’da çizilen, 1922’de ortaya çıkan, 1923’de de vücut bulan çağdaş uygarlık rotasından asla ve asla sapmayacak, emin adımlarla yoluna devam edecektir.

(Not: 9 Eylül 2020 tarihli Cumhuriyet Gazetesi s.2'de yayınlanan kısım.)

5 Eylül 2020 Cumartesi

TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR - 4

 

Osmanlıyı çöküşe götüren -herkesin aynı anda idare edilmesi anlamında- Abdülhamid dönemi denge politikaları açmazdan öteye bir sonuç doğurmaz. Osmanlıyı batıran bu sonuç/gidişat -günümüzde uygulanan deneme/yanılmalarla- Türkiye’yi de benzer bir çıkmaza götürür.’

1900’ler/ Hükümetler/ Sefaretler/ İdarei Maslahat…

‘Düveli Muazzama’ olarak adlandırılan İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya, Rusya gibi büyük devletler -birbirleriyle rekabet yanında- Osmanlı ile -çıkarları açısından- yakından ilgilidirler.

Diplomasi/kulis bağlamında Avrupalı Büyükelçilerin hükümet erkanını ziyaretinden çok bazı sadrazamlar dahil hükümet erkanının büyükelçilikleri ziyareti -atanmalarında/görevlendirilmelerinde referans niteliğinde- adet olmuş. 8 kez sadrazam olan Said Paşa’nın -Padişahın hışmından kaçarak- İngiliz büyükelçiliğine sığınması 6 gün protokol uygulamasıyla misafir edilmesinin ardından affı ve yeniden sadrazam yapılması çok ilginçtir.

Abdülhamid sadrazam değiştirmelerini: “Bazen İngiltere’yi yatıştırmak için Kâmil’i kullanmam gerekiyor, bazen de ihtiyar kurt küçük Said’e ihtiyaç oluyor” şeklinde açıklar. Osmanlı devlet adamlarının büyüklükleri, padişahlardan çok büyükelçilerin gücüne dayanırken, o döneme ilişkin ‘idarei maslahat’ tabiri yönetim/yöneticiler açısından dilimize/lugata yerleşmiş.

Avrupalı devletlerin İstanbul/Beyoğlu’ndaki sefaret binaları birbirinden görkemli, deniz manzaraları muhteşem, birde sultan tarafından hediye edilen araziler üzerinde Boğaz’da (Tarabya/Yeniköy gibi) yazlıkları vardır. Cumhuriyet sonrası sefaretlerin Ankara’ya geçmesi, bu yüzden uzun sürmüş, -özellikle İngilizlerin Cumhuriyetin birkaç seneye kalmaz yıkılıp yerine yeniden saltanatın geri gelmesi umuduyla 7 yıl kadar- uzun süre direnerek rahatlarını bozmakta zorlanmışlardır.

Atatürk’ün/Cumhuriyet’in çelik iradesi karşısında boyun eğip Ankara’ya gelmek zorunda kalmışlar, Lozan’ı tartıştırıp Sevr’i yeniden hortlatmak, ulusalcı/üniter devlet yapısını yani Atatürk Cumhuriyeti ile hesaplaşmalarını sonraki yıllara 100 yıl sonrasına bırakmışlardır.

Cumhuriyet öncesi, -Osmanlının son dönemine ilişkin yaşanan süreç- bir imparatorluğun çöküşüydü; savaştı/kıtlıktı/işgaldi/umutsuzluktu/kötümserlikti.. Cumhuriyetle birlikte -ekonomik açıdan iyi olmamakla- enflasyon/paranın değersizliği gibi tehlikeler olmayıp -kurucu liderimiz büyük Atatürk’ün önderliğinde- coşkulu bir kalkınma seferberliği çerçevesinde yeniden diriliş yaşanır.


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz