13 Mayıs 2011 Cuma

UFKUN ÖTESİ VE TÜRKİYE

‘Stratejiler, ülkelerin geçmiş-bugün-gelecek üçgeninin bileşkesidir. Taktikler ise bu bileşkenin hayata uyarlanmasıdır. Taktik hatalar onarılabilir ama stratejik hataları onarmak zordur. Tarih sayfaları bu konuda sayısız örneklerle doludur. Yakın tarihimizden örnek verecek olursak; Filistin ve Kafkas cephelerinde binlerce Anadolu çocuğunun yok olmasına yanlış stratejiler sebep olmuştur. Stratejik bakışıyla, planlamasını yerli yerine oturtamayan ya da var olan stratejisini zamanında devreye sokamayan ülkelerin başarılı olmaları, güç oluşturmaları olanaksızdır.’

Türkiye’nin içersinde bulunduğu coğrafya çoğu ülkenin hayal edemeyeceği, gıptayla baktığı bir bölgedir. İnsanlığın varoluşu ile uygarlıklara beşiklik etmiş, amansız savaşlara sahne olmuş, kanlar dökülmüş nice canlar verilmiştir. Bugün 70 milyonu aşan nüfusu ile bölgesindeki gücünü -etkin olamasa da- yeni yeni fark etmiştir.
Türkiye bölgesinde etkin bir güç olma yolunda stratejik açılardan en avantajlı ülkelerin başındadır. Köken olarak Orta Asya ile bağlılık, Kafkaslarda 300, Ortadoğu ile 400, Balkanlarda 500, İmparatorluk olarak 600 yıllık tarihi bir derinliğe sahiptir. Kuruluş dönemi izlemeye çalıştığı dinamik politika Atatürk sonrası savunma şeklinde statik bir politikaya dönüşmüş, Türkiye tarihten gelen bu derinliğini uzun yıllar kullanamamıştır.
Lozan’da ulus devlet olarak dünya arenasında yer alıp jeokültürel bağları olan ülkelerle ekonomik, politik işbirlikleri geliştirme yolunda Balkan Paktı, Sadabat Paktı, Sovyetlerle saldırmazlık anlaşmaları buna örnektir. Lozan sonrası, Montrö, Hatay bir başarıdır. II. Dünya Savaşında, I. Dünya Savaşının acılarını yeniden yaşamamak için savaş dışı kalmayı başarmıştır. Ancak savaş sonrası değişen dengeler Batı-Doğu kamplaşmasını doğurunca -saldırmazlık anlaşmasının Sovyetlerce tek taraflı lağvedilmesinin- ardından Batı cephesinde yer alarak NATO şemsiyesi altında Marshall yardımına dahil olmuştur.
Soğuk savaş dönemi içersinde demokrasiye geçiş, askeri yönetimlerle gelen demokrasi kesintileri, iç savaş boyutuna ulaşan terör, ekonomik krizlerle yoğrulmuş yıllar… Soğuk savaş bitiminde Yenidünya düzeni çerçevesinde ABD güdümünde AB’ye endeksli reformlarla katedilen yol… Yeniden yaşanan ekonomik krizler, terör ve bölgesel çatışmalar odağında istikrar mücadelesi verilmektedir.

Kaygılar/Gri Noktalar
Geçmişte olduğu gibi gelecekte bu coğrafyada savaş, kriz ve çatışmalar olasılığı bitmeyecektir. Tarihi ve coğrafyayı değiştirme şansımız olmadığından avantajlar yanında dezavantajları da içinde barındırmaktadır. Türkiye enerji koridoru olarak Hazar, Kafkas, Rus enerji kaynaklarını dünyaya aktaran koridor, kilit bir ülkedir. Bu nedenlerle güvenlik sorunu ya da kaygısı devam edecektir.
AB’nin sonuç bildirgesinde Lozan’a yönelik istemler bize ister istemez Sevr’i çağrıştırmaktadır. Kıbrıs’tan asker çekilmesi, Ermeni soykırımını tanıma, PKK ile anlaşma, Fırat-Dicle havzasının uluslararası denetimi, Heybeliada ruhban okulu, Ekümeniklik gibi… Bu metinler Türkiye’nin bekası için öngörülemez istemlerdir.
Küresel bakışa göre, uluslararası platformda Türkiye güvenilir, öngörülebilir bir ülke olmuştur. Ulusal bakış ve çıkarları düşünenlere göre ise kazın ayağı hiç öyle değil. Adamlar rant nedeniyle Türkiye ile ilgilenmekteler. Kendi sömürü düzenleri onlar için söz konusudur. Ekonomik bağımsızlık, ulusalcılık sözcükleri sevimsizdir.
Türkiye bir yandan rakamlarla/istatistiklerle uçurulurken diğer yandan yolsuzluklara karşı duyarlı olmayan toplumların ön sıralarında, gerçeklerle karşı karşıya kalmak üzeredir. Kayıt dışı ekonomi % 40’ların üzerinde tehlike boyutlarında olup gelinen noktada; ‘Kral çıplak’ dememiz bir şey ifade etmeyecektir. Toplum büyük bir yozlaşma yaşıyor. Küresel taarruzun yanında bu yozlaşmanın ekonomik krizler, yüksek enflasyon ateşinin, işsizlik/istihdamın çözümlenmemesinin etkisi ile bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Toplum öncelikle soğuk savaş ortamı ve sonrası apolitik bir ortama, depolitizasyon yörüngesine oturtuldu.
Bardağın boş tarafı yerine dolu tarafı ile ilgilenmek mutluluk oyunu olarak adlandırılabilir. Dolu olan, olumlu olan zaten bizim olandır. Asıl bizim olmayan, eksik olan, yanlış olan, yanlış giden şeylere dikkat çekebilmektir. Bir ülkede üretim ve katma değer tüketimin altındaysa, işsizlik/istihdam açığı gibi dış ticaret açığı ve cari açık giderek katlanıyorsa, GSYH oranı kadar kişisel borçtan bahsediliyorsa, o ülke gelecek açısından SOS vermektedir. Tıpkı Osmanlının ilk toprak kaybı sonrası Avrupa’ya yakınlaşma, batılılaşma, reformlar ardından Galata bankerleri, Duyuni Umumiye, Mondros ve Sevr anlaşmaları hafızalardan silinmiş değil.

Hedefler Doğrultusunda Gelişmeler
Türkiye bölgesel güç olma peşinde ise öncelikle içeriye dönük politikasını bırakıp dışarıya bakmalıdır. Öncelikle ‘Alt-Üst Kimlik’ gibi konularla uğraşmak hem zaman kaybettirir hem de ulusal gücü zayıflatır. Özellikle ülkeyi yönetmek üzere yola çıkan siyasi aktörlerin ülkenin ulusal hedefleri ve politikaları ile kavgalarının bulunmaması gerekir. İçsel sorunlarını ötelemek, savmak yerine çözüme kavuşturarak toplumsal dayanışmayı gerçekleştirdiğinizde ulusal hedeflerinizde tüm gücünüzü toplayacaksınız. Doğal olarak oluşan enerji, sinerjiye dönüşerek size yeni ufuklar açacaktır. İçeride bu sayılanları başaran irade iç tehditlere karşı otomatikman kazanmış olacaktır.
Siyasette kişiler yerine ilkelerin öne çıktığı; siyasete değer katacak unsurların çoğalarak, siyasetteki yozlaşma ve çıkar ilişkilerinin en aza indirgenmesi için toplum katmanlarınca kesintisiz denetlenen bir yapı yakalanmalıdır. Türkiye’nin içersinde bulunduğu bu kısır döngüyü aşması gerek. Siyasi istikrarı yakalayarak içeri olabildiğince kendi halkına demokratik açılımları sağlamak, halkına güven duymak, adaleti tesis etmek, ekonomik paylaşımı dengelemek, sosyal devlet yapısının gereği orta sınıf/kuşak denilen yapıyı güçlendirmek, yeni iş alanları yaratarak istihdam sağlamak… Ar-Ge çalışmalarına önem vermek, bilimsel-teknolojik araştırmaları teşvik etmek, yönlendirmek, desteklemek, eğitime önem vermek esas olmalıdır. Geleceğe iyi ahlaklı ve seçkin yurttaş öncelikli kaliteli insan yetiştirmek, insana yatırım yapmak, gözden kaçırılmamalıdır.
Bilgi üreten toplumlar geçmişte olduğu gibi gelecekte de dünyanın yönlendiricisi olacaklardır. Diğer ülkeler ise figüran olarak kendilerine biçilen rolü oynayacaklardır. Ülke olarak eğitimdeki muhakeme yerine ezberin, okullar yerine dershanelerin öne çıkarılarak oluşan açmaz bir an önce düzeltilmelidir. Bu bağlamda geleceğe bilgi üretecek insanlar yetiştirmemiz gecikmeyebilir.
Savunma sanayini güçlendirmemiz, ağırlığı kendi yapımız olan, dışa az bağımlı olan bir yapı kurulması zorunlu hale gelmiştir. 1990’lı yıllar sonrası yapılan projelerin bir kısmı üretim aşamasına girmişken, bir kısmı da sürece bırakılmıştır. Kendi ulusal savunma araçlarımızı üretmeye başlayana kadar modernizasyon çalışmaları ile savunma gücümüzü ayakta tutmaya çalışıyoruz. Bugüne kadar Ar-Ge çalışmalarını göz ardı etmemizin kayıplarını telafi etmek için yeni dönemde Ar-Ge’ye kaynak aktararak çalışmalar sevindirici bir seyir izlemektedir.
Savunmaya ayrılan bütçe eğitim, sağlık sonrası üçüncü sırada % 1’lik bir havuza sahiptir. (Bugün Almanya % 80, İsrail % 79, G.Kore % 75 oranında savunmalarını kendi ulusal kaynakları ile karşılarlarken Türkiye % 25’lerdedir.) Savunma bütçesinin yüksek olmasını eleştiren çevreler dünya sayısalından bihaber, eleştiri yapmak için, yazmak için bunu gündeme getirerek kamuoyunu yanlış bilgilendirmektedir. Tıpkı diğer alanlarda yapılacak büyük projelerde (Nükleer santral, Petrol/Doğalgaz boru hattı gibi. Gerçi bu konuda en son 2011 Japon depreminden sonra oluşan Fukişima nükleer faciası uluslara; rüzgar, güneş, termal enerji gibi yenilenebilir enerjiye yatırım yapmalarını önermektedir.) çevreciler, barış gönüllüleri ortaya çıkmakta, ulusal çıkarlarımız pas geçilmektedir. Yapılan her yeni gelişmenin çevreye zararı, bütçeye maliyeti olacaktır. Önemli olan yapılan projenin geleceğe yönelik, ülke insanlarına yönelik getirisi yanında doğaya/çevreye en az zarar vereninin tercih edilmesidir.
Analitik düşünceden uzak, ezbere ve yanlış bilgilere dayanan ön yargılarla gelişme yerine kısır döngüye hizmet edilmiş olacaktır.
Çünkü tarihsel derinliğiniz var. Bugünlere kolay gelmediniz. Fırtınalardan, dalgalardan süzüle süzüle geldiniz. Dün küresel güçtünüz. Bugün tarihin sayfaları sizi bölgesel güç konumuna getirdi. Onu da boşlarsanız daha alt liglere düşer kendinizi hayal kırıklığı ile baş başa bulursunuz.

Ufkun Ötesi
Ekonomiyi güçlendirmek için ilk etapta, Ar-Ge pahalı bulunarak teknoloji transferi daha kolay ve karlı olarak algılanıyor. Bu durumda devletin kaynak arayarak öncülük yapması gerekiyor. Çünkü bugün olduğu gibi Dünyanın geleceğine hakim olacak güç, bilgidir. Daha doğrusu bilgiyi üreten hep önde dünyayı yönlendirecektir. Diğer toplumlar ise figüran olmaya, arkadan gelmeye devam edecek, refah seviyesi, paylaşım daha az olacaktır. Onun için Türkiye’nin bilgi üretimini yapacak bilim adamı, araştırmacı yetiştirerek ve bunları dış ülkelere kaptırmaması, beyin göçüne engel olması gerekmektedir.
Ar-Ge’ye önem verilmesi kadar, eğitime ilköğretimden itibaren önem verilmelidir. Bugüne değil geleceğe nesil yetiştirmeliyiz. Sorgulayan muhakeme eden bir eğitim sistemi bugünkü ezberci eğitimin yerini almalıdır.(Eğitimde 6 yaş çok geç olduğu gibi, 4 yaşa indirgenerek bu konuda Japonların Osmanlıdan esinlendikleri ‘amin eğitimi’ örnek alınabilir.) Müfredatla oynamak, eğitimi dershanelere havale etmek, parası olanın özel okullar vb. şekildde eğitilmesi bütün içerisinde çok az yer tutacaktır.
Türkiye tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi gerçekleştirirken, gelişmiş ülkeler farklı bir kulvara geçmişlerdir. Bu toplumlar bilgiyi öne çıkararak, marka ve patent olarak kullanıyor. Sana ürettiriyor, üzerine kendi markasını yapıştırarak pazarlıyor. Buda hizmet sektörünün oran olarak yükselmesine neden oluyor. Örnekleyecek olursak, ülke olarak bir cep telefonu karşılığında iki ton salatalık ya da benzeri ürün satmak durumundasın. Aradaki bu uçurumu kaldırmak, bu işi tersine çevirmek için emeğini (beden) beynine yöneltmen, aklını, zekanı öne çıkararak; yeni beyinler yetiştirmeye yatırım yapmak zorundasın.
Uygarlık savaşında bende varım diyorsan markalar üretmelisin, buluşlar gerçekleştirmelisin. Temel ihtiyaçları üreterek bu hedefe ulaşamazsın. Ulaşamadığın zaman ise hep yönetilirsin, güdümlü olursun, itilir kakılırsın, paspas olursun. Onların aldığı kararları, politikaları uygularsın. Onların ürettiği şeyleri kullanmak için çok emek, çok çaba sarf etmen gerekiyor. O zaman tarihe dönüp bakmak bir şey ifade etmeyecek. Geçmiş geçmişte kalmış, bugün neredeyiz, yarın nerede olacağız, ona bakacaksın.
Küreselleşme rüzgarının getirmiş olduğu slogan çok düşündürücü; “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Bu şu demektir: yarıştan kopanlar nal toplayacaklardır. Ya yarışa katılacak ya da yaya olarak yürümeye devam edeceksin!
Geçmişte sanayi devrimini kaçırmış, bilime uzak durmuş, matbaayı geciktirerek bugünlere geldiğimiz maratona ileri ülkelerden geride başlanılmıştır. Dahada geç kalmadan geleceği yakalamak için önümüzde duran fırsatı kaçırmamalıyız. Çünkü karar almakta/vermekte çok ağır kalıyoruz.
Hedeflerimizi kısa orta ve uzun vadelere yayıp önümüzü görmeliyiz. Akıl ve bilimi öne çıkarıp yapacağımız hamle bizi kısa sürede alt yapı oluşturup işin temelini atmaya neden olacak. Bu da başlamak olacaktır. Bir işe başlamanın ne kadar önemli olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
Türkiye bu potansiyele sahip. Önemli olan o potansiyeli statik yapıdan dinamik yapıya getirecek kararları alarak politikaların uygulamaya konulmasını sağlamaktır.
Büyük Atatürk’ün işaret ettiği gibi; “Yalnız Ufku görmek kafi değildir. Ufkun ötesini de görmek ve bilmek gerekir.”

Remzi KOÇÖZ

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Etkin Bir Bölgesel Güç Olma Yolunda Türkiye

“Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz" M. Kemal ATATÜRK

Türkiye Balkanlar (Avrupa), Kafkaslar (Asya), Ortadoğu (Afrika) arasında üç kıtanın birleşiminde jeostratejik bir öneme sahiptir. Toprak büyüklüğü, nüfusu, demokratik yapısı, askeri gücü ve de tarihten gelen köklü devlet geleneği ile bölgesinde önemli bir güçtür. Bölgesel gücün tanımı ile kriterlerini ele aldığımızda da bölgesel güç olduğu yadsınamaz. (*)
II. Dünya savaşı sonrası ABD ile ittifak süreci NATO’da yer alma, ikili anlaşmalarla ABD ve NATO üslerinin konuşlanması soğuk savaş döneminde Türkiye’yi kilit ülke durumuna getirmiştir. Batı müttefikleri açısından Sovyetler Birliği ile hem kara hem de deniz sınırında (kuzey ve doğuda) tampon görevi görmüştür.
Sovyetlerin sıcak denizlere Akdeniz’e, Kızıldeniz’e açılması, petrol bölgeleri ve enerji kaynaklarına yakınlaşması politikası tarihsel bir idealdir. Bu sebeple tarih boyunca Ruslarla sayısız savaşlara neden olmuşsa da Türkiye kendi coğrafyasını koruduğu gibi diğer coğrafyalara da siper olmuştur. Bir nevi ileri karakol görevi ifa etmiştir.
Bugün Türkiye’nin almış olduğu yol komşuları tarafından gıpta ile izlenirken; ABD ve AB açısından da bölgesel güç olduğu çeşitli platformlarda dile getirilmektedir. AB sürecinde de ABD’nin desteğini görmekte ise de; toplumsal yapısı itibariyle müktesebat için gerekli şartları yerine getiremediği ya da getirmesinin –hazmetme sorunu nedeniyle- zaman alacağı AB kurullarında, AB raporlarında AB sözcülerince açık açık dile getirilmektedir. Son olarak Fransa’nın Türkiye’ye yeni AB (Akdeniz Birliği) önerisi sürecin rotasının iyice çıkmaza girdiğinin göstergesidir.
Türkiye ülke olarak Kıbrıs, Ermeni, Patrikhane, Ruhban Okulu, Güneydoğu sorunu adı altında siyasi yaptırımlarla karşı karşıyadır. Bu durum ülkenin siyasi hükümranlık haklarını, ulus devlet yapısını, üniter yapısını bozmak için maceraya girmesinden başka bir şey değildir. Aksine küresel güç olan bu ülkeler kendi ulus devlet yapılarını devam ettirmektedirler. Yakın tarihten örnek olarak; Doğu–Batı Almanya birleşmesi ve Yugoslavya’nın ayrışmasını verebiliriz.
Bölgesel güç konumunda olan ülkeler küresel güç olmanın potansiyel adaylarıdırlar. Günümüz dünyasında tek süper güç olan ABD’nin karşısına batıda potansiyel olarak AB çıkabilecektir. Onunla siyasi, ekonomik, askeri ve stratejik ortaklıklar oluşturarak dünyayı kontrol etmek için kullanacaklardır.
Rusya, eski süper gücünü yitirmiş olsa da bölgesel bir güç olarak jeostratejik yapısı itibariyle yeniden küresel bir güç olma savaşındadır. Avrasya projesi bunun için bir yatırımdır. Çin, Orta Asya cumhuriyetleri ile İran, Pakistan, Hindistan’ın da katılacağı bir ortaklık ABD’nin karşısında AB’den daha güçlü bir yapı ortaya çıkaracaktır. Rusya, Türkiye’yi de bu yapı içersinde görmek istemektedir.
Çin ise; tek başına -2000’li yıllar sonrası- ekonomik anlamda dünya piyasalarını ucuz malları ile sallamıştır. Buna askeri güç ve teknolojik gelişmeleri eklediğinde bölgesel gücünü aşarak küresel güç olması işten bile değildir. Çin, çok kutuplu dünyanın çok uzak olmadığını vurgularken; Avrasya birlikteliğini Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) kapsamında genişletmenin mücadelesini Rusya ile birlikte BM Güvenlik Konseyi üyeliklerinin de avantajını kullanarak üstlenmişlerdir
Japonya’ya gelince; Pasifik’te bölgesel güç olarak ekonomik çıtasını yükseltirken, askeri gücünü henüz toparlama aşamasındadır. (II. Dünya Savaşı sonrası Japonya ve Almanya düzenli ordu bulunduramayacaklarına dair hükme anayasalarında yer vermişlerdir.) Bu belki de Japon mucizesinin katalizörü olmuştur. Tüm yatırımlar diğer alanlara yapılmış, kalkınma ötesi dünyaya teknoloji ve bilgi ihraç edilerek küresel bir güç olma yarışı verilmektedir.
Gelelim Türkiye’ye;
Türkiye, tarihsel süreç içerisinde dünyanın üç kıtasını dize getirmiş, sayısız uygarlıklar yaratmış, eski bir küresel güç olarak 600 yıllık Osmanlı, 300 yıllık Selçuklu ötesinde insanlık tarihine uzanan şanlı bir geçmişe sahiptir. 19. yüzyıl başlarındaki sanayileşme ve teknolojik gelişmelere uzak kalmış, I. Dünya Savaşı sonrası Mondros ve Sevr uzantısı anlaşmalarla paylaşımı M. Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde verilen ulusal kurtuluş mücadelesi ile engellenerek Anadolu-Rumeli yarımadası üzerinde bağımsız bir Türk Devleti kurulmuştur.
Her şeyini ulusal kurtuluş savaşı öncesi tüketen, heba eden koca imparatorluk, geri kalan kuvvetleri de yeni bağımsız devletini kurma aşamasında harcamıştır. Yeni Türkiye bu zorluklarla sıfırdan kurularak yeniden imar edilir. Yüzyılların ihmali giderilmeye çalışılsa da 1930’lu yıllardaki ekonomik bunalımın etkisinde kalarak gelişmesine, kalkınmasına sekte vurur. Buna rağmen; yakın çevresiyle/havzasıyla irtibatı kesmez. Balkan ve Sadabad paktları, Rusya ile saldırmazlık anlaşması gibi dinamik bir strateji ve politika izlemiştir.
Ardından gelen II. Dünya Savaşı sıkıntılı yıllardır. Savaş sonrası oluşan Yenidünya düzeni içerisinde soğuk savaş yılları ve demokrasiye geçilen çok partili dönem takip eder. Türkiye kuruluş sonrası yakaladığı dinamik yapıyı yeniden statik yapıya döndürerek içine kapanmış, zamanını fırkacılık ve demokrasicilik ekseninde içe dönerek heba etmiştir.
Türkiye 60-70-80’li yıllarda askeri rejimlerle sekteye uğrar. İç tehditlerle, iç sorunlarla boğuşur, boğuşturulur. Aslında Türkiye I. Dünya Savaşı öncesi emperyalist devletler tarafından hedef ülkedir. 19. yy çeyreğinde ‘Doğu Sorunu’ adıyla hasta adam ilan edilerek, 100 yıl sonrasında 1920’de Sevr haritası ile paylaşımı deklere edilmişti.
Türkiye 2000’li yıllarda ise; olayların gelişimini seyrederken, bölgedeki gücünü kullanamamıştır. Bekle-gör politikası ile işler olduktan sonra gelişmelere müdahil olmuş, tartışmaya katılmış, ilkelerini ortaya koymuştur. Etkin ve yönlendiren bir güç olamamış, bölgesel konum ve potansiyelini ortaya koyamamıştır. Uzun vadede Türkiye’nin hem Ortadoğu hem de Orta Asya’daki çıkarları göz ardı edilemez. Batı eksenli ve AB’ye entegre politikalara tek taraflı bağlılık yerine jeopolitik konumu ve ulusal çıkarları gereği Avrasya politikalarını da geliştirerek aralarında denge kurmalı, bağımlı/güdümlü ilişkiler, politikalar yerine bağımsız/eşit ilişkiler, politikalar üretmelidir.
Günümüzde Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması, korunması Türkiye açısından stratejik bir değer taşımaktadır. Bunun için komşu ülkelerle bu konuda (İran-Suriye-Irak) oluşturulacak zirvelerde ortak kararlar alınarak, ortak tavırlara dönüştürülmelidir. Bir yandan da bu günkü aşamada K. Irak’taki oluşumun Irak’ta oluşturulabilecek federasyonun bir parçası olarak görüldüğü, ancak bağımsız bir devlete dönüşmesi ihtimalinin de düşünülmesi ve bu senaryo dahil olmak üzere her türlü senaryonun masaya yatırılarak tartışılması gerekmektedir. Irak’ın parçalanması durumunda kendi topraklarının bitişiğinde ütopik de olsa bir Kürt devletinin kurulmasına karşı -bu durum komşuları içinde sorun teşkil edeceği için- birlikte çalışmayı yararlı kılmaktadır. Bölgedeki etnik, ideolojik, dini çatışmaların yaratmış olduğu istikrarsızlık karşısında bu coğrafyada yaşayan devletlerin ortak çıkarları; birlikte hareket etmeyi gerektirmektedir. K.Irak’taki fiili durumun uluslararası olduğu kadar ulusal olduğu, Türkiye’nin içini de ilgilendirdiğidir. Kürt kökenli vatandaşlarını daha da kucaklayıcı çalışmalar yapılmasını, Güneydoğuda terör örgütünün kontrolündeki yerel siyasetin önünün alınması gerektiği, etnik temelli ayrılıkçılığın bir yararı olmadığını, üniter devlet yapısının daha yararlı olduğunun sürekli vurgulanması ve halkın bilgilendirilmesi yanında bilinçlendirilmesi de gerekmektedir.
Hukuk ve demokrasimizi ne kadar güçlü kılarsak devlet olarak da o kadar güçlü oluruz. Öncellikle ülke içerisindeki adaleti sağlar, haksızlığı, yolsuzluğu azaltır, insan haklarına saygıyı üst seviyelere çıkarırsak o kadar yol almış oluruz. Kendi içerisinde huzuru yakalayan toplumların uluslararası arenada güçlü olacakları yadsınamaz. Başkaları istediği için değil, kendimiz için; ülkemizin, insanımızın daha modern, daha çağdaş yaşamı hak ettikleri için kolları sıvayıp çıtayı yükseltmeliyiz. Farklılıkları öne çıkarmak yerine bütünü düşünerek hareket etmeliyiz.
Zaten jeopolitik açıdan bölgesel bir güçsün. İçeride mutluluğu istikrarı yakaladığın an küresel güç olman için atacağın adımlar, izleyeceğin politika önemli olacaktır. Bunun yanında bilim ve teknik alanında ilerlemen, eğitim ve Ar-Ge’ye kaynak aktararak tüketim değil de üretim toplumu olman, ekonomik açıdan uluslararası pazarları zorlayan, rekabet edebilen ulusal markalar yaratman gerekmektedir.
Sonuç olarak; Sophokles’in (MÖ. 495-406) “sıkıntısız başarı yoktur” sözü gibi; çağdaş uygarlık seviyesine giden yolda tarihsel ve kültürel değerlerini yaşatarak ulus-devlet yapısını korumak için bizlere; daha çok çalışmamız gerektiği yolunda yıllar öncesinden seslenen büyük önderin 1923 yılında, İstanbul Gazete Temsilcilerine hitaben söylemiş olduğu sözlerle noktalıyorum:
“Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. Sosyal hastalıklarımızı araştırırsak asıl olarak bundan başka, bundan mühim bir hastalık keşfedemeyiz. O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı surette tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkan insanların hakkıdır.”

Remzi KOÇÖZ

Dip Not :
(*) “Küresel ve Bölgesel Güç Bağlamında Türkiye” adlı makalemde konu ayrıntılı olarak irdelenecektir.
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz