Antakya, Antik çağdan bu yana tarih boyunca önemli bir kent olma özelliğini korurken, Antakya doğumlu Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus (322-400), Antakya için su sözleri sarfeder; “Dünyada hiçbir kent, ne topraklarının bereketi ne de ticaretteki zenginliği bakımından, bu kenti geçemez.” Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi üç dinin buluştuğu, havra-kilise-caminin yan yana olup, Hazzan, Çan, Ezan seslerinin birleştiği, Hac ve İpek yollarının geçtiği, ilk olimpiyatların yapıldığı, 40 bin yıl öncesinden tarih, kültür ve medeniyet birikimi olan bir şehir.
HATAY ÇEVRESİ ve SURİYE / HALEP İZLENİMLERİ
“Hatay benim şahsi davamdır. Şakaya gelmeyeceğini
bilmelisiniz.” M.
Kemal ATATÜRK
Ankara - Hatay
28 Mayıs 2010 Cuma günü TODAİE 43. dönem KADEP müdavimleri olarak
Hatay ve çevresi inceleme gezisi için Ankara akşam trafiğini aşarak Esenboğa'ya, 19.00’da kalkacak Hatay uçağına yetişiyoruz. VİP’ten giriş yaparak Anadolu
Jet-Malazgirt uçağı ile Hatay'a uçuyoruz. Hava açık ve güneşli, saat 20.00 gibi
havanın kararması ile Hatay'a inmiş oluyoruz. Yaklaşık 1 saat süren yolculuk
sonrası Türkiye coğrafyasında gezdiğim/gördüğüm 80. vilayet olan Hatay topraklarına ayağımı basıyorum. (Geriye Kilis kalır!) Merkez
nüfusu 200.000 olan kent 2 yıl önce hava ulaşımı sorununu çözmüş ve böylece
turizm açısından cazibe merkezi olmuştur. Suriye ile ilişkilerin
geliştirilmesiyle hem turizm hem de sınır ticareti canlanmıştır. Havaalanında bizi bekleyen
midibüse binip, rehberimiz Hüseyin
beyden Hatay'ın tarihi ile ilgili
bilgileniyoruz. Yarım saatlik
bir yolculuk sonrası şehir merkezindeki otelimize ulaşıyoruz.
Çevre yolundan şehir içine girerken
Asi nehri refüj işlevi görüyor, kenti ikiye bölerek bize eşlik ediyor. Asi, Dünyada kuzey yönünde akan Nil nehrinin ardından ikinci nehir
konumunda, Lübnan’dan doğarak Suriye
üzerinden sınırlarımıza girip, şehir merkezinde kanal işlevi
görerek Samandağ’dan Akdeniz’e dökülerek bu bölgenin coğrafyasını yeşertmiştir.
(380 km'nin yaklaşık 90 km.si Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır.)
Şehrin güneyinde Habibi Neccar,
kuzeyinde Amanoslar, ortasında Amik ovası yer almaktadır. Şehir MÖ 300'lü
yıllarda tarih, kültür, sanat merkezi olarak 250 bine ulaşan nüfusuyla antik
bir kent özelliğine sahipmiş. Makedon kralı Büyük İskender'in Pers kralı Darius’u yenmesinin ardından bu bölge antik çağın Antioş adını
alan kenti olmuş. Hititler, Mısırlılar, Asurlular gibi medeniyetler izlerini
bırakmışlar, Roma ve Bizanslılar kentin gelişimine katkı sağlamışlar. Selçuklular, Memluklular ve Osmanlılarla
1918 yılına gelmiştir. 1918-1938 arası önce İngiliz sonra Fransız
egemenliğinin ardından yapılan referandum sonucu 13.8.1938’de Hatay devleti kurularak 23.7.1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne dahil olmuştur.
Hz. İsa’nın havarilerinden Sen Piyer'in yaşamış
olduğu ve Hristiyan sözcüğünün ilk kez kullanıldığı bu kent kutsal bir hüviyet kazanmıştır.
Ayrıca 3 dinin bir arada yaşadığı kent ünvanını da almıştır.
Otelde yemek
sonrası şehir merkezinde yürüyüş yapıp, belediye meydanından kentin merkezine
doğru gelerek, belediye parkında çay molası ardından otele dönüyoruz.
(23 yıl öncesinde
1987’de İskenderun/Arsus’a kadar gitmiş,
sonrasında o bölgeyi karış karış gezmiş olsam da Hatay/Antakya şehrini ilk kez görme
fırsatım olmuştur.)
29 Mayıs Cumartesi günü kahvaltı
sonrası saat 08.00 gibi şehir merkezinden Cilvegözü sınır kapısına doğru midübüsle yol alıyoruz. Hava güneşli, sıcaklık 27
derece, güzergahımız 75 km olup (yaklaşık 1 saat) şehir merkezini çıktıktan
sonra sağlı sollu tarım alanları ile örtülü. Yer yer yol genişletme çalışmaları
görüyoruz. Buğdayların bir kısmı biçilmiş, bir kısmı biçilmeyi bekliyor,
mısırlar henüz olmamış. Yol gidiş geliş tek yönlü iki araç zor sığıyor, yolun
yapılması öncelik arzediyor. Uçakla gelirken inişe doğru anız yangınları
görmüştük, son kalan buğdayları da patozlar toplamaya başlamış. Yer yer
gündoğdu tarlaları göz alabildiğince dümdüz ovada, ekilmemiş alanlar ise
çalılık halinde. Yolun solunda doğal bir kanal görüyoruz, ark şeklinde sağlı-sollu
bize eşlik ediyor. Ağaçlar daha çok yerleşim yerleri çevresinde, yol boyuncada
tek tük göze çarpıyor. 45 dakika sonra arazi yapısı değişince Suriye sınırına
ulaşmış olduğumuzu anlıyoruz. Suriye ile sınırımız dikenli tellerle örülü.
Verimsiz kayalık alan Suriye sınırı olarak yolun sağında bize eşlik ediyor.
Traktörlerle çalışan Suriyeli çiftçileri görüyoruz. İlk bölümde askeri
gözetleme kulemiz var, hemen ardından Reyhanlı ilçesi başlıyor. 1500
km2, deniz seviyesinden 85 m. yükseklikteki Amik ovası bölgenin değeri.
Hititler dönemine ait höyükler/tümülüsler
mevcut. Reyhanlı'daki Yenişehir gölü piknik ve mesire alanı olarak
kullanılıyor. Sağımızdaki dağın ardında Suriye.. Adamların Hatay’ı neden
sahiplendiklerine, buraları görünce anlam verebiliyoruz. Verimli ova ve çorak
topraklar sedromu! 5 km sonra sınıra
ulaşınca, Adana yolu ile birleşen transit
yol boyunca tır-kamyon konvoyu göze çarpıyor, 1 km sonraki Cilvegözü sınır
kapımıza ulaşmamız toplamda 1 saatimizi alıyor.
Suriye / Halep…
Gümrük/pasaport
işlemleri için yaklaşık 1 saate yakın bekleyişin ardından Suriye topraklarına giriş yapıyoruz. İlk etapta
kayalık, kıraç bir arazide yol alıyoruz. Sınır
değişimi ile coğrafi değişim de yaşıyoruz. Reyhanlı’dan itibaren boğaz
görünümlü doğal bir geçit oluşturuyor tampon bölge..
Suriye:
185.000 km2, 18 milyon nüfusun % 89'u Arap, % 6'sı Kürt, % 3'ü Ermeni, %2'si
Türk, Çerkez, Asuri.. Suriye’nin 1/3'ü çöl-dağlık, 1/3'ü verimsiz topraklardan
oluşurken, ülkede çöl ve akdeniz iklimi görülüyor. İlk yerleşim yeri sonrası
kayalık yapı normalleşiyor, yer yer ova ve ekili alanlar görüyoruz. Su
depoları, antenler ve camiler ve de taş yapı/duvarlar göze ilk çarpanlar.
Arazide çalışan insanları görüyoruz. Halep’e 40 km. kala durup eski Roma
döneminde yapılmış İpekyolu olarak adlandırılan taş yolda fotoğraf çekiliyoruz.
Yol boyunca çam ve zeytin ormanları bize eşlik ediyor. Taşlık arazide
yetişebilen bu ağaçlar bölgeye katkı sağlıyor.
Halep,
MÖ. 19 yılda Hititler tarafından şehir haline getirilmiş. Bir ara yolumuzun solunda
zeytin ormanları ve yerleşim yerlerini içiçe izliyoruz, sağ taraf ise ekili
tarım arazisi. Yol boyunca ikişer katlı taş evler ve restorasyonlar göze çarpıyor.
Bu bölgede yaşanan kum fırtınaları nedeniyle evlerin dış yüzeyleri -özellikle
son dönemlerde- taş ile kaplanıyor. Taş işçiliği gelişmiş, estetik yapılar
gözümüze hoş geliyor, tarım ve hayvancılık ülkenin temel gelir kaynağı. Fosfat, petrol ve petrol boru hattı
(Irak-Suriye-akdeniz) da diğer gelir kaynağı. Bu topraklar bize pek yabancı
gelmiyor, tipik Güneydoğu Anadolu izlenimini veriyor. Toprak evler, insanlar
giyim-kuşam ne kadar birbirine benziyor, diğer benzerlik de sıcak tabiki..
Üçüncü benzincide de yakıt bulamayıp, yol boyunca petrol istasyonlarına gir-çık
yapıyoruz. Otobüs şoförümüzün sitemlerinden gümrükteki rüşvetten yaka
silktiklerini öğreniyoruz. Doğu’nun
çözemediği sorun burada da geçerli.
Yeni Halep
Halep’e
yaklaştığımızda sağlı sollu villalar, işlemeli duvarlar, estetik bir görünüm
arzediyor, yoksa bakımsız olan görünüm tüm kente hakim olacak. Doğu bloğu
konutları gibi altyapı eskimiş, daha doğrusu pek de yok gibi.. Yeni yapılar
adete bizi büyülüyor, ancak sağlı sollu orman alanı ise piknik ve mesire amaçlı
çok pis kullanılmış. Her taraf çöp ve poşetten, pet şişe artıklarından geçilmiyor,
sanki çöplük görünümü var. Bizim ülkemizde de 20-25 sene önce her yer hemen
hemen bu görünümdeyken, çevreye önem verilerek en azından kent merkezlerinin
çevresi çöplük olmaktan arandırıldı. Geri dönüşüm ve atık alanların
oluşturulması bunu çözümledi. Şehre girişte bulvar, kavşak ve refüj içerisine
dikilen çiçekler ile estetik
verilmeye çalışılmış, reklam panoları ve ışıklandırmalar renk katmış. Girişte
ölüm meydanı olarak anılan (trafik kazaları nedeniyle) kavşağın ortasında büyük
bir bayrak direği ve kilometreler kala farkettiğimiz büyükçe Suriye bayrağını
yakından görüyoruz.
Şehre
girişimiz Yeni Halep (Halebi Cedide, yani zenginlerin yeri) olarak adlandırılan
bölgeden olurken, taş işlemeler ve evler ilgimizi cezbediyor. Tabii bu evlerin
önündeki son model jip ve mersedesler ile binalar
cadde boyunca 4-5 katlı ve ihtişamlı zengin/güzel
bir görünüm.. Binalardan birinin önündeki ellerini gökyüzüne kaldırmış dua eden
anıt göze çarpıyor ve şükür olarak anlamlandırılıyor. Halep’in ana meydanında
bir tur atıp devam ediyoruz, meydanın çevresindeki park yeşil alan olarak şehre
nefes aldırmış. Kalabalık bir trafik gözden kaçmazken, yabancı plakalı araç
çokluğu da göze batıyor.
Şehir içerisindeki parklardaki/piknik
alanlarındaki çamlar yan yatmış, eğik orman görünümü var. Tabi ki denizden esen
sürekli ve kuvvetli rüzgarların oluşturduğu bir görünüm bu.
Meydandan sonra Eski Halep’e doğru devam
ediyoruz, burası tabi ki fark ediyor. Taş yapı ama eski, kararmış ve de tek
düze, restorasyon gerektiriyor. Soğuk bir görünüm var, fakirlik de
belirginleşiyor. Şehir zamanla eski-yeni olarak yer değiştirse de hep eskiler
eski ve fakir kalacaktır. Genel olarak şehrin mimarisi Arap-İslam ağırlıklı,
kendi özgün kültürleri, topraklarının izini taşımakta ve batı modeli pek
görünmemektedir. Yol boyunca ilerlerken eski dükkanlar, toptancılar,
imalathaneler şehirle içiçe; dükkanlar, mağazalar da trafik gibi hareketli ve
de çok kalabalık. Şehrin nufusu 4 milyon, biraz abartılı gelse de kalabalık
nüfus olduğu doğru. Eski Halep’te bir park daha geçiyoruz. Şehir içerisinde
kalan eski virane yapılar, mezarlıklar, ara sokaklar, arka mahalleler şehrin
çirkin yüzünü bize gösteriyor. Giyim şekli bile farkediliyor: Entarili erkekler, kara çarşaflı kadınlar. Nalburiye, inşaat
malzemeleri ve peynir imalathaneleri içiçe. Trafik düzensiz, ancak tüm
sürücüler (taksi, minübüs, otobüs, kamyon) emniyet kemeri takıyor. Çarpılmadık
araba pek göremiyoruz. Araçlar
Kore, Çin, Hint, Uzakdoğu ağırlıklı.. Sigorta sistemi yok gibi.. Hasarlı/çarpık yerlere fırça ile gelişigüzel boya,
astar sürülmüş ve üzeri çekiçle gelişigüzel
düzeltilmiş.
İlk olarak Emeviler döneminde
yapılmış Zekeriya Peygamber Cami ve
Külliyesi’ni gezmek amacıyla otobüsten iniyoruz. Tamamen taş ve mermer karışımı
tarihi bir yapı. Camiler dikdörtgen kuleler şeklinde, cami avlusunda
ayakkabıları çıkarıp, ayaklarımızı taşa basarak cami avlusu ve içerisini
geziyoruz. Kimi insanlar bizim gibi resim çekilirken, kimileri de ibadet
ediyor. Kimisi miskince uzanmış yatarken, kimileri de kitap okuyor. Caminin
çevresi kilometrelerce dolanan labirentvari, bizdeki kapalı çarşının daha
büyükçesi, 10 km olduğu söyleniyor. Çarşı içerisinde kaybolmadan biraz dolaşıp,
hediyelik eşya bakınıyoruz. Burada pazarlık çok önemli, bir malı, üçte birine alabiliyorsunuz.
Camiden sonra dar sokaklardan geçip Osmanlı döneminde sübyan mektebi, akıl
hastanesi olarak kullanılan yerleri görüyoruz. Bimaristan olarak adlandırılan
tarihi akıl hastanesinin içini de geziyoruz. Eski Türklerde ve doğu
toplumlarında olduğu gibi suyla tedavi yöntemi burada da uygulanıyormuş. Yer
yer parmaklıklarla ayrılı odalar, hücreler ve o dönemde kullanılmış tıbbi
malzemeleri görüyoruz. Dönüşte sabun imalethaneleri görüyoruz. Bir cami
içerisinde Hz. Muhammed’in ayak izinin olduğu söylenen taş burada sergileniyor,
doğruluğunu pek bilemiyoruz. Saat 14.00 gibi öğle yemeği için 4 yıldızlı
otantik bir otelin iç-orta bölümündeki bahçede ud eşliğinde yöresel lezzetler
tadıyoruz.
Halep Kalesi
Yemek sonrası şehrin en önemli eseri olan
tarihi Halep kalesini geziyoruz. MS 19. yüzyılda ortaya çıkmış, ancak MÖ 3
binli yıllarda Hititler tarafından bu bölgede yerleşim ve savunma alanı olduğu
rivayet edilmiş. İçerisinde saray, tiyatro, hamam, dükkanlar, yollar olan geniş
bir alan.. Hakim bir tepede tüm şehri kontrol altında tutabilecek stratejik
özellikte bir yer. Halep, bu kalesi ile 5000 yıllık bir kent gösterişinde.
Kalenin çevresi 50 m. genişliğinde/derinliğinde çukurlaştırılmış, su ile
doldurularak içerisinde timsahların yaşadığı, zaptını engelleyen eğri/dik
duvarı ile Zigetvar gibi ihtişamlı. Tamamen kalın taşlardan yapılı kalenin
burçlarından Haleb’i kuşbakışı seyrediyoruz. Saat 17.00 gibi kalenin girişinin
karşısındaki çay bahçesinde dinleniyoruz, buraya özgü nane limon karışımı bir
içecekle serinliyoruz ve bu kez kaleyi aşağıdan seyrediyoruz, gerçekten
muhteşem bir eser. (Bu tür kaleler
Akdeniz kıyılarında hem kale hem de yaşam alanı şeklinde kullanılarak bir müze
şehir olarak turizme hizmet ediyor.)
Kaleden sonra kapalı çarşıya geçip
hediyelik eşyalar bakınıyoruz. Benzer şeyler Çin malı olarak bizde de var,
ancak incileri meşhur olduğundan bir inci alıyorum. Kapalı çarşı gezisinin
ardından bu kez otobüse binip şehir
merkezini hava kararmadan son kez
turlayarak bir baklavacı önünde duruyoruz. Bu bölgenin tatlılarının
meşhur olduğunu biliyoruz. Hatta “ne Şamın şekeri, ne arabın yüzü nede Halebin
tatlısı” şeklinde bir söz dilimize yerleşmiştir. Bu coğrafyanın sıcağından mı
toprağından mı nedir bilemiyoruz. Mutfak olarak, yemek kültürü olarak tatlıları
yanında acılı yiyecekleri ile de ünlenmişler. Tatlısıda, acısıda ekşiside çok
yoğun. Tıpkı bizim Güneydoğu coğrafyasında
olduğu gibi. Adana, Hatay, Antep, Maraş, Urfa, Diyarbakır sofraları gibi ortak özelliklere sahipler. Baklavacıdaki tatlı
çeşitlerinden birer parça tadımlık ikramların ardından birden fazla tatlı
çeşidi almamak mümkün değil. Tatlılarımızı alarak Kentin içerisinden son kez
geçip Halep’e veda ediyoruz. Saat 19.00 gibi dönüşe geçip çevreyolundan bir
saatlik sakin (herkes yorgun düşmüş, yer yer horlayarak kestiriyor) bir yolculuk
sonrası sınıra ulaşıyoruz.
Suriye’den Ayrılış (Halep - Hatay)
Halep gezisi yorucu da olsa güzel bir gezi
olarak kayda geçiyor. Yıllar önce bu şekilde günü-birlik, Nahçıvan'ı ailece gezmiştik. Bu kez güney komşumuz Suriye’nin sınır şehri
Haleb’i grupla geziyoruz.
Vizelerin kalkması, ülkeler açısından yararlı olmuş, belki de soğuk savaş
döneminin güvensiz ortamının düşman anlayışı yerini, iyi ilişkilere, dostluğa
bırakmıştır. O da 20 yıl sonra yeni yeni gerçekleşmeye başlıyor, sınır
ticareti, turistik geziler, kültürel ilişkiler bunlar güzel gelişmeler..
Soğuk savaş bitiminde hemen sıcak
bir savaşın içerisine giriliyor. (İran-Irak savaşını saymazsak) bir yandan
insanlık, bir yandan bölgemiz sıcak savaşın içersinde olmasına rağmen
karşılıklı birbirlerini tanımaya, yakınlak kurmaya o kadar susamışlar ki! Aynı
kaderi paylaşmış, aynı dinin çevresinde, ayni kıbleye dönen insanlar;
güvensizliği yıkıp, dostluğu ilerletirlerse, silaha, savunmaya daha az para
harcayarak; bu yatırımı, eğitime, sağlığa, teknolojiye, kentleşmeye yaparak;
modernleşmeye, uygarlığa, çağın gereklerine daha yakınlaşacak daha huzurlu bir
yapı oluşturacaklardır. Sınırda uzun süren işlemlerin ardından Türkiye topraklarında
sabah geldiğimiz aynı güzergahı takiben Hatay şehir merkezine dönüyoruz. (Akşam 22.30 gibi müzik eşliğinde otantik
görünümlü Sveka lokantasının üst katında yemek sonrası, günü tam yaşıyarak gece 24.00 gibi otele dönüyoruz.)
30 Mayıs Pazar günü kahvaltı sonrası Antakya
Narin Otel’den ayrılıyoruz. Ilk olarak yürüyerek arkeloji/mozaik müzesine
geçiyoruz. Roma imparatorluğunun Roma ve Mısır’daki İskenderiye/Aleksandretta
kentinden sonra en büyük üçüncü kenti olan Antakya/Antioch'ın antik ve
mitolojik yaşamını (Hitit-Helen-Roma-Bizans) yakınen
tanımak üzere mozaik müzesini geziyoruz. Müzenin
mozaik çeşitliliği açısından Tunus/Bardo
sonrası ikinci büyük müze olduğunu da öğreniyoruz. 2007 yılında G.Antep-Zeugma
mozaik müzesini gezmiştim, Hatay henüz sergilenmemiş eserlerinide hesaba kattığımızda
daha zengin bir yer. Mevcut müzenin bu eserleri sergileme açısından yetersiz
kalması nedeniye sergilenemeyen mozaikler varmış. Müzenin yenilenmesi, daha
geniş bir alana kavuşturulması açılarından çalışmaların yapıldığını
öğreniyoruz. Hatay bölgesinde değişik dönemlerde yapılan kazılar sonucu
ulaşılan mozaikler yer yer sergileniyor. Mozaiklerin eski Anadolu
uygarlıklarının efsanelerini/mitolojik öykülerini figüre/kompoze ettiklerini
görüyoruz.
Narsis Efsanesi (Nergiz Bitkisine
Dönüşüm)
Yunan mitolojisinde Narkissos adıyla sözü
edilen, adını narsizme (kendini beğenme), narkoza, bir çiçek familyasına
(nergisgiller) ve bir çiçeğe vermiş olan Narsis (ya da Narkissos), Klasik
Mitoloji'deki bir kahraman olup, öyküsünün birden fazla anlatımı vardır.
Narsis’in öyküsü kısaca şöyle anlatılır: Narsis, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı
suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Bir kahin, ebeveynine
Narsis’in dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narsis
bir gün bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir ve su
birikintisine doğru eğilerek oradaki sudan içmeye başlar. Doğal olarak, bu
sırada, birikintide yansıyan yüzünü görür. Kendi yüzünü görünce önce şaşkınlığa
düşer, sonra kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine aşık olur. Bu
seyirden kendisini bir türlü alamayan Narsis gitgide hissizleşir, dünya
yaşamına gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe
dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel
kokular yayan bir çiçektir. Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır.
Narsis efsanesi bir başka anlatımla: Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları
karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir
avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya
ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri
kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara
sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara,
sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür.
Olimpos
dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos'u cezalandırmaya
karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin
bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan
yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark
edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine
aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü .
O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos
da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü
tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.
Zeus, eski Yunan
mitolojisinde tanrıların kralı, en güçlü ve önemli tanrıdır. Gökyüzünün,
şimşek ve gök gürültülerinin tanrısıdır. Çoğu zaman elinde bir şimşek ile
resmedilmiştir. Bereket ile özdeşleşmiştir, yağmur ondan beklenir. Titan Kronus'un ve eşi Rheia'nın oğludur.
Tanrıça Hera'nın
kocasıdır. Simgesi şimşeğin yanında boğa, kartal ve meşe ağacıdır.
Aynı zamanda tanrıların kralı olduğu için taht ve asa ile de sık sık
betimlenir. En bilinen özelliklerinden biri çapkın oluşudur. İstediği her şeyin
şekline girebilen Zeus'un Leda için kuğu, Europa için boğa oluşu kudretine en iyi örnektir. Ölümlü
ölümsüz herkese aşık olabilen tanrıların tanrısı Zeus'un gözdesi Ganimedes
adlı bir çobandır. Çapkınlığı yüzünden eşi Hera tarafından sürekli takip
ettirilmektedir.
Müze sonrası
Hristiyanlığın isimlendirildiği ilk kiliseye gidiyoruz. İsa’nın havarilerinden
Aziz Petrus (San Piyer) MS. 40'lı yıllarda Habibi Neccar dağının eteklerinde
mağara içerisinde bu dinin yayılmasına öncülük etmiş. Aziz Petrus’un ilk
vaazını verdiği ve ilk hristiyan topluluğunun oluştuğu St. Pierre Mağara
kilisesini inceliyoruz. O dönem Pagan inanışı etkin olduğundan yok olmamak,
zarar görmemek için yerleşimden uzakta bu mağarayı mekan olarak seçmişler.
Mağaranın içerisinde dağın başka tarafına kaçabilmek için tünel bulunuyor.
Kilise, doğal bir kayalık oyularak oluşturulmuş, içerisinde taştan yapılmış
sunak ve taht göze çarpıyor. Kilise, haçlılar döneminde dış bölüme doğru taş
sütunlarla desteklenmiş, yerler mozaik, duvarlardaki süslemeler ise kaybolmaya
yüz tutmuş. Hristiyanlığın ilk kilisesi önünden Habib Neccar dağı eteklerinden
Hatay’a kuşbakışı bakıyoruz. (Dünyada kilise-mağara olarak kullanılan
mabedin ikincisi ise
Filistin-Batı Şeria bölgesindeki Beytüllahim
şehrindeki Hz. İsa’nın doğduğu Beklen mağarası üzerine kurulan Milad /Doğuş
kilisesidir.)
Şehre dönüp
markalaşan bir sabun fabrikasını (Antioch's Verda) geziyoruz. Bu bölgede Defne ağacı önemli bir bitki.
Zeytin ve defne (dişisi) yağı dışında sabun, şampuan, cilt ürünleri vb. ürünler
yer tutmuş. Verda markası 2006 yılında patent almış. Bize ilk olarak fabrikanın
ortaklarından bir genç tanıtım sunusu yapıyor, hem Hatay’ın tarihini hem de
defnenin öyküsünü dinliyoruz. Sabunun eski koşullarda imal edilmesini nostaljik
olarak izlerken, yeni koşullarda imal edilmesini uygulamalı olarak görüyoruz.
Fabrika bir nevi aile şirketi, atadan torunlara intikal etmiş. Tabi ki
imalathane sonrası fabrikaya dönüşmüş, gençler de şirketleşerek markaya
dönüştürmüşler. Ardından ürünlerden sabun, şampuan ve zeytinyağı alıyoruz.
Bahçedeki çardak altında çay ikram edilirken, Asi dizisinin fabrikada çekilen
resimlerine bakıyoruz.
Antakya’nın
tarihi dar sokaklarından yürüyerek geleneksel Antakya evlerini seyrederek
gelmiş olduğumuz Sen Piyer Katolik kilisesine kapalı olduğu için giremiyoruz. Halbuki bugün
pazar ve ayin günü biz öğleden sonraya kaldığımızdan bahse konu yeri göremiyoruz.
Oradan eski labirent sokaklardan yürüyerek bu kez Ortodoks kilisesine
geçiyoruz, burası biraz hareketli ve kalabalık. Bu kilise Şam’a bağlı olarak
çalışıyor. 1200 cemaati olduğunu ilgililerden öğreniyoruz. Bugün de pazar ayini
sonrası bir cenaze yemeği (onlar hayır işi olarak adlandırıyorlar) olduğu için
kalabalıklarmış. Kilisenin çevresi külliye benzeri konuşlanmış, cenaze
hizmetleri, toplu sohbet ve taziye yerleri, yemek verecekleri salon var. Temiz
ve düzenli buluyorum. Ardından aracı
park ettiğimiz ana cadde üzerindeki Habibi Neccar camiine uğruyoruz. (Burası aynı zamanda dün akşam
yemek yediğimiz lokantanın da çaprazında kalıyor.) Habibi Neccar ilk Hristiyan olan şahsiyet. Hz.
İsa tarafından gönderilen elçilere ilk defa inanan ve bu inancından dolayı
hayatını kaybeden bir Antakyalı. Adı verilen cami, Roma
dönemi Pagan tapınağı iken Hristiyanlık ile kiliseye, Türklerin fethi (638)
sonrası camiye dönüşüp, günümüzde cami bir külliye şeklinde ziyaret ve türbe olarak konuşlanmış,
özellikle çocuğu olmayan bayanların uğrak yeri. Ayrı bir bölümden alt kata
inilerek Habibi Neccar’ın ve diğer
şahsiyetlerin türbelerini görüyoruz. Burada dua eden, namaz kılan
insanlar görülüyor. Yan taraftaki cami ise normalden büyükçe, bahçesinde
şadırvan, medrese gibi din eğitimi verilen küçük odacıklar var. Bugün hava çok
sıcak olduğundan cami dışındaki duvarın üzerine oturarak, gölgeden çıkmıyorum.
Öğle yemeği için şehrin tarihi
mesire yeri Harbiye’ye doğru yol alıyoruz. Diğer mitolojik adıyla antik Dafne yani Defne olan
tarihi, turistik ve doğal park özelliğindeki mesire yerine geçiyoruz. En
merkezi konumdaki Kule Restorant’ın bahçesine oturuyoruz. Burası biraz tepede
seyir yeri gibi. Çevremiz ağırlıklı olarak Defne ağaçlarının oluşturduğu yeşil
örtü/orman ile kaplı. Dağlar arasında şelale görüyoruz. Apollon, Dafne’ye olan
aşkını gözyaşlarına dökünce şelale oluşmuş, günümüze kadar gelmiş olan efsaneyi
detaylı olarak aktaracağız. Tam aşağıda batıya doğru Asi nehri kıvrılarak
gepgeniş ovanın yeşilliğinde bizden uzaklaşıyor. Biz de heyet olarak yöresel
yemekleri tadarken bir yandan da doğal güzellikleri seyrediyoruz.
Defne Ağacına Dönüşüm
Dafne/ Defne'nin, Apollon'dan kaçarken
toprak anadan yardım istemesi ve bunun üzerine ağaca dönüşümü olayının
mitolojik çağlarda Harbiye’de yaşandığı ve bu bölgenin adınında Dafne/ Defne
olarak anıldığı ve Defne ağaçlarının bu coğrafyaya hakim olduğu
anlatılmaktadır. Öykü ise söyle oluşmuş;
Yunan
tanrıları arasında on parmağında on marifet olarak
geçen, Zeus
ile Leto'nun oğlu, Artemis'in ikiz kardeşi Apollon, bir gün Thessalia'da
kıyıları ağaçlarla gölgelenen Peneus ırmağı kenarında, güzel genç bir kız
gördü. Bu güzelin adı Dafne idi ve Apollon görür gürmez ona aşık olmuştu. Dafne
ormanların derinliklerinde dolaşmaktan zevk alıyor, ay ışığında yabani
hayvanları kovalamak avlamak en büyük eğlencesi idi. Yalnız başına dolaşmayı
çok seviyordu. Dahası Dafne hayatı boyunca yalnız yaşamaya yemin etmişti.
Erkeklerden nefret ediyordu bu yüzden evlenmeyi kesinlikle istemiyordu. Fakat
Apollon ona delicesine tutulmuş peşini bırakmıyordu. Ormanda karşılaştıklarında
Tanrı Apollon güzeller güzeli bu kızla konuşmak istedi ancak Dafne ondan
korkarak koşmaya başladı. Apollon ne dediyse onu durmaya ikna edememişti, Dafne
korkmuştu bir kere. Yorgun düşene kadar koştu koştu, daha fazla koşacak gücü
kalmadığında yere yıkıldı ve toprak anaya yalvarmaya başladı.
"Ey
toprakana beni ört, beni sakla, kurtar." Toprak ana onun yakarışını
duymuştu, az sonra Dafne yorgunluktan ağrıyan bacaklarının sertleştiğini,
odunlaşmaya başladığını hissetti. Gri renginde bir kabuk göğsünü kapladı. Güzel
kokulu saçları yapraklara dönüştü ve kolları dallar halinde uzandı, küçük
ayakları ise kök olup toprağın derinliklerine doğru indi. Apollon sevdiği kıza
sarılmak isterken bu Defne ağacına çarpınca şaşırdı. O günden sonra Defne ağacı
Apollonun en sevdiği ağaç oldu ve defne yaprakları genç tanrının saçlarının
çelengi oldu. Kahramanlara ödül olarak defne yapraklarından yapılma taçlar
taktılar.
Dafne, başka bir bitkiye dönüşüm ve aşk
öyküsü olarak yalnız Ovidius’un “Metamorphosis”inde yer almıştır. Teselyalı
Irmak Tanrısı “Peneios”un kızı Dafne mitosunun kökeni, elbette Yunan’dadır. Ovidius’un anlatımıyla öykü
yukarıdaki anlatımdan farklılık taşır:
“Apollo onu yakalamaya kararlıdır. Kız da
ona teslim olmamaya azimlidir. Tanrının pençeleri omuzlarına yapıştığında
ağaçlar aralanır; babası Peneus’un ırmağı ortaya çıkar; “Baba, bana yardım et!”
diye yakarır ve anında bir uyuşukluk, ayaklarının toprağa gömüldüğünü;
bedeninin kabuklara büründüğünü ve iri yapraklar çıkardığını hisseder. Hızla
bir ağaca dönüşmektedir. Yüreğine kor düşen Tanrı: “Benim gelinim olmadın ama
mutlaka benim ağacım olacaksın; saçlarımı, lir’imi, ok kılıfımı Dafne (Defne)
yaprakları ile süsleyeceğim; başıma keza senin yapraklarından yaptığım tacı
sürekli başımda taşıyacağım. Kapitolde zafer resm-i geçitlerinde muzaffer
generaller başlarına “Defne tacı” geçirerek yürüyecekler. İmparatorlar,
şairler, olimpik oyunlarda utku kazanan sporcular defne çelengi ile
ululanacaklar. Augustus’un kapı eşiklerindeki sütunları sen süsleyeceksin.”
30 Mayıs
Pazar günü Saat
15.30 gibi Hatay’a veda ederek şehir merkezini kullanmadan çevre yolunu takiben
otobüsle Adana’ya
doğru yol alıyoruz. Hatay’ın kenar mahallerini seyrederken, bir süre sonra
gidiş gelişli yol yapımı nedeniyle yarım saate yakın bozuk yolda ilerliyoruz.
Programda bulunan Antakya kalesi ve Uzun Çarşı’sını gezemiyoruz. Kaleyi gündüz
ve gece Habib Neccar dağlarının üzerinde uzaktan görüyoruz. Yarım saatlik bir
tırmanma sıcakta bunaltacağı için gezemiyor, seyir yeri olarak geceleyin daha
güzel olacağını söyleseler de geç kaldığımız için göremiyoruz.
Amanosları tırmanıp inişe
geçince kuşbakışı denizi ve İskenderun’u görüyoruz, ilçeye girmeden çevre
yolundan devam ediyoruz. Sırasıyla Payas, Dörtyol sonrası otobana giriyoruz.
Ormanlık alan geride kalmış, Çukurova’ya geçilmiş, ekili alanları gepgeniş
ovayı geçiyoruz. Burada da hasat işlemlerini gözlüyoruz. Saat 18.30 gibi
Adana’ya şehir merkezine ulaşıyoruz.
Adeta yeme sendromuna
giriyoruz. Hatay, Halep, Adana sofrası bizi şişmanlatıyor. Eti, yufka ekmeği,
yeşillikleri, mezeleri, tatlıları vs... Adana havaalanına geçerek 20.40 uçağı
ile dönüşe geçiyoruz, bir saat sonra kendimizi Ankara’da buluyoruz.
Gezi Değerlendirmesi
Bu gezi -3 günlük sıkıştırılmış programıyla- benim için özel bir gezi olmuş, 80. vilayet gezim olan Hatay’ın yanında -kendi imkanlarımızla hem resmi program hemde sınır dışına taşarak- Suriye-Halep hattının gezilmesi ayrı bir renk katmıştır. Suriye ile ilişkilerin düzelmesi ve ardından vize muafiyeti getirilmesi sonucu, sınır ticareti ile turizm ilk etapta gelişme olarak göze çarpanlar.
Seyahatlerin insanı yenileyen,
ufkunu açan bir yönü olduğu yadsınamaz. Meslek yaşamımda MGA sonrası TODAEİ kapsamında
katıldığım eğitim
programlarının bu tür inceleme gezilerinin katılımcılara
tarih/coğrafya/kültürel açılardan (vizyon/ufuk/gözlem bağlamında) katkı sağladığı aşikardır.
(Ankara / 31 Mayıs 2010)
Remzi KOÇÖZ