11 Şubat 2010 Perşembe

Çevre Kirliliğinin Görünmeyen Boyutu: ‘GÜRÜLTÜ’


“Hava kirliliği, soğuk ve gürültü %90 önlenebilecek enfarktüs riskini artırıyor. Sürekli gürültü ise enfarktüs riskini 1,4 kat yükseltiyor. Ardı arkası kesilmeyen gürültü, stres hormonu salgılamasına yol açarak kan basıncını olumsuz etkiliyor.”(*)

Teknolojinin gelişimi toplum yaşamını, insanı rahatlatırken diğer yandan rahatsız edici boyuta ulaşsa da pek göze batmıyor. Belki de bizim gibi toplumlarda fazla önemsenmiyor. Batılı ülkeler özellikle insan sağlığı ile direkt ilgili olarak ilaçlarda olduğu gibi teknolojik gelişmelerin yan etkilerini aza indirgeyecek önlemleri baştan ele alıp ona göre çözüm üretiyorlar. Ona göre yeni bir kültür ortaya çıkıyor: Teknolojinin kullanım kültürü...
Cep telefonu, televizyon, müzik otorite-üreticileri insanı rahatlatmanın yanında çevreyi rahatsız etmemesi için de kurallar geliştiriyorlar. Herkes kendi günlük yaşayışını geniş, sınırsız tutmaktan öte kendi sınırlarında tutmayı başarmış. Tıpkı demokrasiyi öğrendiğimiz ilk tanım gibi, “ senin hürriyetin bir başkasının hürriyetinin başladığı yere kadar...”
Bizde aksine sonuna kadar, gücü gücüne yetene kadar diyerek sınırsız hürriyet olarak algılıyoruz. Sonra da ne zaman uygar olacağız, ne zaman çağdaş olacağız? yakınmalarıyla birbirimizin yanlışlarını anlatmaya çalışıyoruz. Anlatırken kendimizde yanlış yapıyoruz. Tek şey kalıyor geriye; sadece konuşmak, anlatmak yerine yaşama geçirmek, uygulamak... Yaşam tarzında öncelikle kendimize saygı duyarsak, sonra başkasına, devamında da çevreye saygı duymayı gerçekleştirmiş olacağız. Yoksa geçerli olan tersimiydi? Her ikisi de olabilir. Tümdengelim yada tümevarım. Öğrenmenin paralel metotları. Her toplumun algılama formatları farklılık arzeder.
Kişi trafikte seyir halinde kural ihlalinden başka müzikle, kornayla, egzozundan çıkardığı sesle çevreyi rahatsız eder. Ardından park yerinde, evinin önünde, durakta yine araç içerisindeki gürültüyle rahatsız etmeye devam eder. Onun için gündüz veya gece olması fark etmez. Gündüz yaptıkları diğer gürültüler arasında kaybolurken gecenin sessizliğinde ise açığa çıkar.
Yasalarımızda özellikle saat 24.00’den sonra gürültü suç olarak belirtilmiş, hava karardıktan sonra da meskun mahal çevresindeki işyeri, inşaat, sanayi bölgelerinin çalışmaları yasaklanmıştır. Turizm bölgelerinde daha da üzerinde durulan detaylar belirginleşir.
Her şeyde olduğu gibi uyulması zorunlu olan kuralların kağıt üzerinde yazılı olarak kaldığı gibi. Yasaklar, kurallar delinmek için konulmuş sanki !
Belki de gürültü bizim yaşam biçimimiz olmuştur. Kendi bulunmuş olduğu ortam içerisinde çevresini rahatsız edip etmediğini kaç kişi düşünür ya da dikkat eder, şeklinde tespitte bulunabiliriz. Günlük yaşam içerisinde önemsenmeyen bu davranış şekli hayatın diğer alanlarında da dikkat çekmez. Alışkanlık olarak, olağan karşılanır.
Herkes her yerde bir şeyleri bağırarak, yüksek sesle ortaya koyacaktır. Seyyar satıcı, pazarcı, esnaf, müteahhit, sürücü ve sayamayacağımız diğerleri günlük yaşamı gürültüye boğacaklardır. Okullar, hastaneler bu gürültüden paylarına düşeni alacaklardır. Dinlenmek için gidilen parklar, mesire yerleri keza öyle... Özellikle yaşlılar daha çok etkilenip, tepki gösterir. Onun dışında duyarlılık gösteren insanlara farklı bir bakış atılır. Akıl yönünden Rahatsız gözüyle bakılır.
Belki de önemli olan, olması gereken “duyarlılık” duyarsızlık olarak toplum yaşantımızda yer tutmuş, ortak davranış biçimimiz olmuştur.
Herkesin herkesi rahatsız ettiği, daha doğrusu rahatsız olunmayan bir yerde, bir çevrede, bir toplumda yasal yaptırımlarda yeterli olmayacak, işlem görmeyecektir. Kanun hakimiyeti, tek caydırıcılık olmayınca özgürlükler ülkesi olunulacaktır.
Aşağıdaki satırlar, benzeri anlatımlar hepimizin yaşamına anekdot olmuştur.
Gecenin ilerleyen saatlerinde alt katta, üst katta, yan dairede yada apartman karşısındaki balkonda okey oynayıp, müzik dinleyen gündüzlerle yetinemeyen insanların gürültüleri çevreye yayılarak, rahatsızlık verir. Komşular birazdan keserler yada bir daha yapmazlar diyerek tolerans gösterirler. İkinci gün- üçüncü gün yada hafta sonları devam edince uyarma ihtiyacı duyarlar. balkona çıkıp girerlerse de pek dikkat çekemezler. Bu kez seslenerek rahatsızlıklarını dile getirirler. Karşı taraf tamam dese de azaltarak gürültülerine devam eder. Sizde beklersiniz ki gürültü kesilecek, ikinci-üçüncü uyarılar sonrası önce müzik sesi kısılacak, ardından kesilecektir. Ardından da konuşmalar kısılacaktır. Bu kez gerilen sinirleriniz zaten sizi uyutmayacak, gecenin yarısında kulağınız her türlü sesi algılayacak, duyarlılık son noktaya ulaşacaktır.
Gündüz bu komşularım herhalde özür diler diye beklerken günün koşuşturmacısında unutulup gidecek, rahatsızlık boyutu zaman içersinde ya evimizi ya da semtimizi değiştirmeye kadar gidecektir.
Bazen bu uyarıların sonunda kavga, adam yaralama hatta öldürmeler görülür. Bakın iş nereden nereye gelmekte. Basit bir saygısızlık gerilime, kavgalara, düşmanlıklara neden olmaktadır.
Bazen de uykusuz kalınan gecenin sabahında arabayla tatile, seyahate yola çıkılacak, Canlar tehlikeye atılacaktır. Kazaların büyük bir bölümü dikkatsizlik-tedbirsizlik-yorgunluk sonucu olmuyor mu?
Taşıt kanunu, Sigara yasağı kanunu, Çevre-Gürültü-Kirlilik Kanunu da en çok ihlal edilen konular. O zaman biz kendi kendimizi kandırıyoruz. Modernleşme, gelişim, uyum yasaları, AB süreci adı altında ısmarlama kural ve yasalarla bu işler yürümüyor.
Silkinip kendimize gelmemiz gerekiyor. Neyiz, neredeyiz, nereye gidiyoruz?
Göçebe toplum yapısından yerleşik toplum yapısına, yerleşik kültüre geçişimiz daha da mı uzayacak?
Toplum kültürel gelişme yerine dibe vuruyor, yozlaşma yaşıyor. O zamanda insanlar gelişemeyince ilkel yaşam kurallarını uygulamaya sokup gürültü ile sorunlarını unutmaya, azaltmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da “bugün bana yarın sana” hesabı gürültünün kirlilik düzeyine ulaştığı bir çevreye kavuşmuş oluyoruz.
Gündüzleri kornaya, bilumum seslere kısacası her türlü gürültüye alıştık. Geceleri ise alışmak zor. Uykusuz kalıyor, sinirleniyor, ömürden ömür çalınıyor.
İster fizyolojik, ister psikolojik etkilenme diye adlandırın. Bazen her ikisi de birlikte gerçekleşebiliyor.
Yaptırımların caydırıcılığı yok. O zaman ne olacak. Değneksiz köy hesabı... Böylesine kirli bir çevrede yaşamaya uyum sağlamak için çelik gibi sinir sistemi gerek!. Makineleşmek, ruhu bedenden atmak gerek! O da yaşamak yerine yaşamı sona erdiren, sonu çabuklaştıran gerilimin ta kendisi olacaktır; Gürültü...
Geçmişten günümüze, böyle bir olumsuz tablo-panorama çizmiş olduk. En basitinden araçlardaki kornalar bizim kontrolümüz dışında tehlike anında, zaruret halinde kendiliğinden çalsa, Gelecek günlerde herhalde bu satırların sadece anı olarak konuşulduğu günler olacaktır.

16 Ağustos 2004 Karaağaç/GÖMEÇ


Remzi KOÇÖZ

(*) 2004 yılı Almanya-Münih Tıp kongresine sunulan uluslararası çalışma raporundan..

‘ÇEVRE’ SORUNU ÜZERİNE!

“Yalnız bilmek yetmez uygulamak ta gerek,
Yalnız istemek yetmez, yapmakta gerek.”
GOETHE

1972 yılında Stockholm’de ortaya konulan “Çevre” kavramı, daha sonraki yıllarda evrim geçirerek günümüze, ondan da ötesi gelecekte de devam edecek bir süreci başlatır.
Geçmişte tanımlanan, günümüzde, değer bulan gelecekte de önemini kaybetmeyecek; İnsanlık ve dünya var oldukça “Çevre ve Çevre Sorunu” sürekli gündemi oluşturacaktır.
Tarım toplumu çerçevesinde ‘çevre’nin çok sorun yaşamadığı, Sanayi toplumuna geçişle sorunlar ortaya çıkar. Bu sorun yıllarca görünmez olarak devam ederken insan ve toplum sağlığı üzerindeki tehlikeler yaşanarak görüldüğünde; “zararın neresinden dönersek kardır” denilerek ‘çevre’nin önemini algılıyoruz.
Tabiki sanayileşmeyi gerçekleştiren ileri toplumlar, öncelikle kendi İnsanlarının ve Toplumlarının geleceğini düşünerek, eskiyen sanayii, sanayi atıklarını diğer gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelere borç, hibe ya da yardım adıyla transfer ediyor. Kendi ülkelerinde oluşturacakları üretimi tamamen plan/proje şekline dönüştürerek, üretimin beyinsel/ fikirsel bölümünü esas almayı öne çıkarmışlardır.
Üretimin diğer aşamaları işgücü, hammadde, imalat, deneme ve ürün aşamalarını başka ülkelere kaydırmışlar. Böylece çevre sorununu, Sanayi ve Teknolojinin getirmiş olduğu atıkları, zararları kendi yaşam çevrelerinden başka yerlere-uzaklara çevirmişlerdir. Bu da akıllı/zeki insanların başkalarını yönetmesi, yönlendirmesi ile eş değerdir.
Bizim gibi ülkeler zaten yoğun sorunlarla baş ediyor: Ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim, işsizlik, sağlık, trafik, terör ve diğerleri… Bu sorunların yanında çevre ikinci plana hatta daha gerilere atılıyor, hatta görünmüyor bile.
Neden mi? İnsan olarak, toplum olarak kendimizi değer bulmuyoruz, önemsemiyoruz. Bir koşturmacadır gidiyor, kendi yaşadığımız yeri, mekanı ve önünü her gün süpürüp sorunu kendimizden uzaklaştırıyoruz. Aslında sorunları süpürerek, onlardan uzaklaşıp kaçıyoruz. Problemi çözmek yerine onun bir parçası olup, onunla birlikte yaşamaya devam ediyoruz.
Sokağa tükürüyoruz, çöp döküyoruz. Say say bitmez… Fakat bunların yapmış olduğu tahribat, eğitim ve kültürümüzü kökleştirmememize dönüşüyor. Bu da; göçebe toplum yapısının yerleşik topluma ve kültüre dönüşemediğinin göstergesi oluyor.
Halen yurdumuzun Doğusundan-Kuzeyinden, Batı ve Güney bölgelerimize göç devam ediyor. Sürekli oynayan, gezen bir nüfus var ülkemizde.
Yüzyıllar öncesi Orta Asya’dan ayrılan Türkler dünyanın belirli bölgelerine dağılarak yeni yurtlar edinmişler, günümüz dünyasında Anadolu’yu yurt edinmeler 1000 yılı bulsa da yerleşik kültüre tam tamına geçememişiz.
Örnek verecek olursam; Erzurum Atatürk Üniversitesinde Çevre Sorunları Araştırma Merkezi 1978 yılında kurulmasına rağmen bu güne kadar toplum üzerinde etkili olamamış, toplum yeniliklere, değişikliklere, gelişmeye kapalı yaşamaya devam ede gelmiştir. Bunun gibi diğer üniversitelerimizde de bu tür bilimsel çalışmalar yapılmasına rağmen toplumla bütünleşme sağlanamamış, elde edilen değerler, bilgiler, kazanımlar toplum yaşamına yansıtılamamış, pratiğe dönüştürülememiştir. Kısacası, bireylerin özelinde tüm toplumu ve gelecekte bu topraklarda yaşayacak bizden sonraki nesilleri yakından ilgilendirmesine rağmen hayatın kendisine uygulanamamıştır.
Günümüzde “Çevre Kanunu” olmasına rağmen, uygulanması istenilen düzeyde işlerlik kazanmamış, tıpkı geçmişteki sigara yasağı ile ilgili çıkarılan kanun gibi, taşıt kanunu gibi etkisiz kalmıştır.
Bu şunu gösteriyor, yapılan çalışma ve eğitim topluma- toplum yaşamına dönüşmüyor, havada kalıyor.
Eğitim, topluma; yasalar-kurallar, insanların uygulamasına; çalışmalar ise, üretime dönüşmüyor.
Uygulanamayan, sonuç alınamayan eğitim, çalışmalar ve yasalar, şu gerçeği bize gösteriyor:
Bizler toplum olarak kendi kendimizi kandırmaktan öte, bireysel hobilerimizi tatmin ötesinde bir adım ileriye gidemiyoruz. Tabi ki konuşma aşamasında herkes bir şeyler söylüyor, söylerde! Konuşmayı, beyanat vermeyi çok seven bir toplumuz.
Konuşuyoruz ama kimse bir şey anlamıyor, almıyor!
Kısacası, toplumun tüm katmanları çevre sorununun çözümüne katılmadıkça;
Umudumuz, bizden sonraki nesillerin bu konuda daha duyarlı olmaları, bizlerin gerçekleştiremediklerini gerçekleştirmeleri şeklinde olacaktır. Ekim-2002 / ERZURUM

Remzi KOÇÖZ
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz