29 Ekim 2020 Perşembe

CUMHURİYET

 

Kurtuluş Savaşı sonrası bağımsızlığına kavuşan Türk milleti, saltanatı kaldırıp Lozan’da devlet statüsü kazanırken, yeni Türk devletinin yönetim şeklini Cumhuriyet ile taçlandıracaktır. Mustafa Kemal Paşa, 28 Ekim 1923’te, Çankaya’da topladığı arkadaşlarına şöyle seslenir: “Efendiler! Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.”

29 Ekim 1923 günü, Teşkilat-ı Esasiye Kanununa “Türkiye Devleti’nin idare şekli Cumhuriyettir” maddesinin eklenmesi teklifi “Yaşasın Cumhuriyet!” sesleriyle alkışlanarak kabul edilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Kemal Paşa, Meclis kürsüsüne gelerek cumhuriyetin ilanına/cumhurbaşkanlığına seçilmesine teşekkür etmesinin ardından duygu ve düşüncelerini içeren tarihi bir konuşma yapar:

“Efendiler, … Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.” 

Cumhuriyet, -kuruluş öncesinden başlayarak demokratikleşmenin sürekli geliştirilmesini hep gündemde tutarak- demokrasiyi ve çağdaşlığı hedef olarak gösterdi. Cumhuriyetin/demokrasinin olmazsa olmazı olan laikliğin geliştirilme yerine günümüzde değersizleştirip kaldırılma manevraları Cumhuriyet açısından en büyük tehlike/tehdittir.

Batı dünyası, tarihsel süreçte modern fizik/kimya/astronomi ile buluşlara imza atarken,  -rasathanenin yıktırılmasının ardından- akıl/bilim/dine aykırı yorumlarla, matbaanın geciktirilip/getirilmesi sürecinde, 300 yıla yakın şeriata uygunluğu tartışılırken, bilime ön veren toplumlarca, teknik buluşlar her fırsatta, akılcı düşünceler ile gerçekleşecektir. Dünya arenasında bende varım diyebilmek için Genç Türkiye, Cumhuriyet ile birlikte bu makası kapatmak zorundaydı.

Cumhuriyet, kuruluş sonrasında kamu hizmetlerinin hukuka/eğitime/bilime/çağın gereklerine göre yürütülmesini ve Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşılabilmesi için devlet yönetimini lâiklik ilkesine dayandırmıştır.

Cumhuriyet/Devrim kanunlarının en önemlilerinden biri olan Eğitim-Öğretim Birliği Kanununun gerekçesinde: “Bir ulusun bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise düşünce ve duygu birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamen aykırıdır.” Cumhuriyet öncesi hukukta (şeri-örfi) ve eğitimde (medrese-okullar) ikili yapı söz konusudur. Tarihte denenmiş ve hüsran ile sonuçlanmış bir anlayışın/sistemin -bu gerekçelere rağmen- günümüzde yeniden denenerek akıl ve bilimden uzaklaşılıp okulları dinsel eğitime (imam-hatiplere) dönüştürmek suretiyle ikili eğitim ısrarı neyin inadıdır?

Demokrasi açısından girilen sıkıntılı süreçte kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılıp ‘Basın özgürlüğü/İnsan hakları/Hukuk/Adalet’ olgularını yok edip çoğunlukçu bir anlayışla demokrasiyi sandığa endeksleyerek toplumsal gelişme/bilinçlenme öncüsü olarak erkeği ile yanyana yürüyen kadının sosyal yaşamın içerisinden dinin gereği aldatmacası ile eve kapatılması çerçevesinde kadınlar üzerinden yaşam şeklini dizayn etmeye çalıştıkları aşikar.

Tüm bu olumsuz gelişmelerin panzehiri olarak “bir fazilet” olan yegane güç; Cumhuriyet’tir.

Büyük önder Atatürk’ün; "Cumhuriyet, düşünceli, bilgili, kültürlü, sağlam vücutlu ve karakterli koruyucular ister" diyerek bizlere emanet ettiği Cumhuriyet’i korumak/kollamak/geliştirmek başlıca görevimiz.

Yaşasın Cumhuriyet!

Remzi KOÇÖZ

(Cumhuriyet Gazetesi, 29.10.2020, 97. Yıl Özel Eki s.6 yayınlanan bölüm.)

25 Ekim 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ - 22

"Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, İktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekamül ve terakki yolu budur. Medeniyetin buluşlarının, fennin harikalarının, cihanı değişmeden değişmeye sürüklediği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestikle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir."  Mustafa Kemal ATATÜRK


DÜŞÜNCELER…

“İnsan hayal kurdukça yaşarmış.”

Herşey düşlerle başlar,

Tıpkı rüyalar gibi,

Bilinçaltında oluşan düşler,

Düşün eyleminden sonra,

Bilinç üstüne taşınarak,

-Düşüncenin alt yapısı konumunda-

Düşünceler olarak sonuç oluşturur.

 

Tarihsel süreç içerisinde,

Evrenin/doğanın sırlarına,

Kafa yoran düşünürler,

-Bilgelik Tanrı’sı ile bütünleşip-

Birbirinden bağımsız olarak,

Tüm varlığın yaratıcısının,

İlahi bir güç olabileceği kanısına ulaşırlar.

 

Büyücüler/Kahinler/Müneccimler,

Yüzyıllar boyunca istihareye yatıp,

Yıldızları gözleyip fala bakarak,

Gaipten/gelecekten haber verirken,

Yıldız kümeleri/burç hesaplaması,

Horoskoplarla yapılırken yerini,

Gelişerek teleskoplara bırakacak,

Kahinlik/müneccimlik yerini,

Astronomlar/astrologluk alacak,

Zaten gökyüzünün gözetlenmesi sonucu,

-Gelecekten haber veren kişilerle-

Astronomi/gökbilimi oluşacak.

 

Batı ortaçağ karanlığından sıyrılıp,

Skolastik düşünceden arınıp,

Dogmatizmin zincirlerini kırarken,

Üstünlüğü Batıya kaptıran,

Doğu yerinde sayacak adeta geriye saracak,

Batının içinden sıyrıldığı,

Bir girdaba/sarmala girecektir.

 

16. yüzyılda bu topraklarda,

Müneccimbaşı kadrosu ihdas edilip,

Gaipten/bilinmeyenden bilgi verecek,

Kurulan rasathane uğursuz sayılarak,

Tanrıyı/melekleri gözetliyor denilerek,

-Veba salgınına feda edilip-

Bilimsel gelişmelere ket vurularak,

Uygarlık ıskalanacak.

 

Modern fizik/kimya/astronomi ile

Buluşlara imza atarken Batı dünyası,

-Rasathanenin yıktırılmasının ardından-

Akıl/bilim/dine aykırı yorumlarla,

Matbaanın geciktirilip/getirilmesi sürecinde,

300 yıla yakın şeriata uygunluğu tartışılırken,

Toplumlar ileri giderken,

Yerinizde saymaya devam ederek,

-Bulduğunuzla/bulunduğunuzla yetinecek-

Bilime ön veren toplumlarca,  

Teknik buluşlar her alanda,

Akılcı düşünce ile gerçekleşecektir.

 

Genç Türkiye,

-Kurtuluş sonrası Kuruluşla-

Cumhuriyet ile birlikte,

Yüzyılların açığını kapatmak iddiasıyla,

Önderinin başlattığı devrimlerle,

“Rehberimiz bilim ve fendir” şiarıyla,

Uygarlık savaşında,

Bende varım diyecek,

“Fikri/irfanı/vicdanı hür” nesillerle,

Akılcı düşünceler bağlamında…

(24. 10. 2020)

18 Ekim 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(LÜK)LERİ - 6

       

           Toplumdaki/insanlardaki adalet duygusunu köreltip zedelerseniz ağır bir vebal altına girer hatta                              yaptıklarınızla bunun altında kalırsınız. Gün gelir asıl siz ihtiyaç duyarsınız o horladığınız; ADALETE!’

MEMLEKETİMDEN İNSAN GÖZLEMLERİ…

Salgın sürecinde, Haziran ayı sonlarında ayrıldığım Karasu’ya Ekim ayında yeniden gelirken yaklaşık 4 aylık bir zaman dilimi de geride kalır. Mevsim yazdan sonbahara dönüşürken  yağışlarla birlikte havalar da serinlemeye yüz tutar.

Ege’den Marmara’ya ve Karadeniz’e uzanan yolculuğumda yöresel ürünler haricinde hasat/harman sonlanırken (salça/tarhana/pekmez/makarna/yufka gibi) kış hazırlıkları revaçtadır. Ekim ayı özellikle çiftçiler/üreticiler yönünden, ödemeler/krediler/ürünlerinin satımı çerçevesinde önemli bir aydır. Onlar ürünlerini birliklerden daha çok tüccara verip nakit parayla ihtiyaçlarını karşılamayı/borçlarını kapatmayı yeğlerken, Kasım ayı ile birlikte dinlenme/yatış yada kendilerini nadasa bırakma günleri başlayacaktır.

Salgın döneminde kırsal kesimdekiler kentlerde olanlardan/yaşayanlardan -sosyal ortamdan daha çok doğal ortamda doğa ile içiçe olmaları nedeniyle- daha şanslılar. Hadi gel köyümüze dönelim şeklinde tersine göç yaşanır mı bilemem ancak o köy dediklerimiz de mutasyona uğrayıp geçmişte kaldı. Bir kısım insan yazlıklarından/kırsaldan kentlere dönmeme hazırlığı yaparken, kentlerde olanlar ise yine ev hapsine rıza göstermek zorunluluğunda.

Çalışan/çalışmak zorunda olanlar -çalışmayan/çalışma zorunluluğu olmayanlara nazaran ve- tüm risklere rağmen iş/güç koşuşturmacasında, bir nevi toplumun/ülkenin dinamizmi ve lokomotifi konumunda ve de önemli bir cefakarlığı üstlenmekteler. Bu süreçte başta sağlık çalışanları olmak üzere tüm çalışanlara minnettarız.

Salgının devam etmesi ve ne kadar devam edeceğinin belirsizliği 7’den 77’ye herkesi tedirgin ediyor. Salgın açısından 8 aylık, karantina açısından tam tamına 7 aylık bir dönem geride kalırken salgının 8 ay kadar daha süreceği şeklindeki uzmanların öngörüsüyle sürecin ortasındayız gibi..

Arkadaş/tanıdık/eş/dost karşılaşmalarında, Toplumun farklı kesimleri ile yapılan görüşmelerde, -tabiki olmazsa olmaz 3 kurala/tedbire (sosyal mesafeye/maskeye/hijyene) dikkat ederek- özellikle ekonomi ve siyaset olmak üzere çok farklı tepkilere/tespitlere/değerlendirmelere tanık olunur. Dost meclisi gibi dar alanlar dışında daha genel/geniş/farklı ortamlarda ise konuşmaktan öte konuşulanları dinlerken toplumun ne kadar da karamsar olduğu yakinen gözlenir.

Her daim güçlünün/iktidarların yanında duran, toplumsal eylemlerden/söylemlerden uzakta statükoyu destekleyen Esnaf kesimi/ticaret erbabı kişiler bu kez ekonomik gelişmelerden piyasaların durgunluğundan bir hayli şikayetçiler, kaygılılar. Toplumun diğer ezilen katmanları gibi geleceklerini görememekte, özellikle ekonomik enstrümanların yükselen trendi normalleşme yerine beklentileri olumsuzluğa sürükleyip, umutları tüketmekte.

Artık kahvehane müdavimleri bile oyun oynama yerine hiç olmadığı kadar ülke sorunlarına/gelişmelerine endekslenmiş siyasi polemik içerisinde. Erken seçim, ülkenin geleceğine ilişkin iktidar senaryoları dile getirmekte. Apolitik olarak görülen kitleler politize olmuş durumda.

Sosyal medya ise ha keza yıkılıyor. A’dan Z’ye politize olmuş durumda. İktidar/muhalefet ayırmaksızın pot kıran/gündeme oturan siyasiler hedef tahtasına oturtulup, bir nevi karanlığa ateş edilmekte. Insanlar da oluşan öfke üst perdede ve burunlarından solumakta. Toplum artık istim üzerinde. Özellikle gençlik kesiminde geleceğe güvensizlik tavan yapmış durumda.

Tüm bu gelişmeler/gözlemler “görünen köy kılavuz istemez” misali şu sonucu zorluyor; 2021 her yönüyle daha güç olacak ve zor geçecek!

Bu gelişmeler paralelinde İktidar dışarıda; Doğu Akdeniz/Azerbaycan/Irak/Suriye gerilimi/çatışmaları üzerinden kendine alan yaratıp iç politikaya kanalize ederek toplumsal muhalefeti yanına çekmeye çalışırken, içeride ise Ayasofya gibi tarihi/dini konular ile Barolar, AYM, TTB gibi kurumlar/kurullar üzerinden polemik yaratılıp gündem değiştirilerek ekonomik sorunlar/gelişmeler ötelenmeye çalışılır. Her geçen gün güç kaybetmekte olan İktidar, sorunları çözme yerine adeta muhalefeti çözme, dizayn etme gibi siyasi mühendislik peşinde.

Gördüğüm/gözlediğim kadarıyla toplumun tüm katmanları iç/dış politikada yorum yapar konumda, aşırı politize olmuş, yani toplumsal muhalefet oluşmuş durumda. Zaten iktidarın en büyük rakibi/korkutucusu siyasi muhalefetten daha çok bu gelişen ve giderek büyüyen toplumsal muhalefet. Onu nasıl dizginleyebilir/engelleyebilir/durdurabiliriz kaygısında. Onu nasıl kanalize eder kazanabiliriz yada olmazsa birbirine düşürüp/parçalayıp nasıl aradan yine sıyrılabiliriz düşüncesinde.

Kanaatimce, artık bu şekilde devam etmek, süreci bu şekilde götürmek biraz zor gibi. Amiyane tabirle söylenecek olursa; “hayvan terli, maymun gözünü açtı” diyebiliriz. Bu kez istim üzerinde olan ve bugüne kadar “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen toplumun geniş bir yelpazesi “kral çıplak!” diyebilecek.

Saygı, sevgi ve selamlarımla...

(17. 10. 2020 / Karasu)

Remzi KOÇÖZ

13 Ekim 2020 Salı

BOZKIRDA BİR ŞEHİR: ANKARA

 

TBMM’nin açılışı için İstanbul’dan katılanların Ankara ile ilgili “Biraz boşluk ve çöl hissi veriyor” sözlerine Mustafa Kemal Paşa şu şekilde karşılık verir: “Öyle görünür. Bu büyük işin zevki de zaten buradadır. Bir çölden bir hayat çıkarmak. Bu çöküntüden bir teşkilat yaratmak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görülen o saha doludur. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O millettir... O Türk milletidir... Eksik olan şey teşkilattır. İşte şimdi onun üzerindeyiz.” 

Çölden,  Yeniden Canlanan Bir Kente, Başkente…

Ankara, Cumhuriyet öncesinde Anadolu’nun ortasında bir çöl, bir kasaba konumunda kalmış, gelişme kaydedememiş. Ancak Anadolu’nun her bölgesine geçişte bir kavşak, bir köprü konumundan yararlanılacağı dönemi beklemiş. İşte o gün gelmiştir. 27 Aralık 1919 Ankara için dönüşü olmayan bir yolculuk olacaktır.

19 Mayısta Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralıp tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için Mustafa Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türk’ün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş. Onları Dikmen sırtlarında dört gözle bekleyerek, bembeyaz kış günü simsiyah bir kuyruk olmuş, büyük bir coşkuyla karşılamış. Seğmenler zeybek oynayarak şölene çevirmişler bu gelişi. İşte bu geliş Ankara’nın kaderini, çizgisini yeniden yaratmış. Zor günler var daha geçecek. Çöl yeşerecek, hayat bulacaktır. Bozkır filiz verip çiçek açacaktır. Ancak; işgalciler/ mandacılar/himayeciler neyse de isyancılar/işbirlikçiler Ankara’ya zor günler yaşatacaktır.

İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş, bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı’ya kadar çekilerek -askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi Büyük Taarruzla noktalayarak Büyük Zafere ulaşmış, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.

Ankara Hükümeti olarak tanımlanan siyasi önderlik, yeni Türk devletini kimsenin himayesine sığınmadan, kanlarıyla/canlarıyla kurarak sonsuza dek devam etmesi için gençlere, gelecek kuşaklara Cumhuriyeti emanet etmiştir.

Ankara, 20. yüzyılın başlarında bağrına basmış olduğu insanların onun yeniden dirilişinin, hayat kaynağının olacağı inancını hiç yitirmemiş. Çöl olarak, bozkır olarak hakir görülen topraklar Mustafa Kemallerle ölüm sessizliğinden sıyrılarak tüm dünyaya Türk’ün savaş ustalığını göstermiş, Ulusal Kurtuluş Destanını yazmıştır.

Ankara, 13 Ekim 1923’de bu cefakarlığının karşılığını tabi ki görmüş, son Türk devletine başkent olarak taçlandırılmış. Çöl yavaş yavaş yeşermeye yüz tutmuş. Cumhuriyetle birlikte daha da canlanmış. Geniş, simetrik bulvarlarıyla 21. yüzyıla altyapısını hazırlayarak, Türk mimarisinin çizdiği, Türk insanının yarattığı modern planlı bir yapı/kent çalışmaları son sürat başlayıp bugünlere ulaşmış.

Artık, Ankara başkent olarak; ‘Türkiye ve Cumhuriyet’ yanında -Anıtkabir’de sonsuza dek bağrına basacağı- ‘Atatürk’le birlikte anılmaya başlamış, bütünleşmiştir. Bu üçlü 100. yıla doğru emin adımlarla yoluna devam ederken, sonsuzluğa doğru da yelken açmıştır. 

(Cumhuriyet Gazetesi, 13.10.2020, s.2 yayınlanan bölüm.)

            Remzi KOÇÖZ

11 Ekim 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ - 21

 


“Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar,
Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil.
Öyle dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna,
Uyandırmazsan, Uyanacak değil.”  
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA


DÜŞLER…

Düşler/Rüyalar;

Korkulusu kabus/karabasan,

Tatlısı hülya/hayal,

Bilinçaltı yansımalarıdır.

Bazen gökyüzünde,

Bazen deniz altında,

Tıpkı kuşlar/balıklar gibi

Sınırsız uçsuz bucaksız bir deryadasınız.

Fizikötesi olmazları olduran,

-Hayal dünyasından öte-

Rüya alemindesiniz.

Bazen ölümle burun buruna,

Tek başına/yapayalnız,

Uçurumun kenarında,

Yardım gözlersiniz.

Bazen direksiyon başında,

Ayağınız frenin sonunda,

Çarpmamaya çalışırsınız.

Etrafınız çevrilmiş,

-bir dehlizden/labirentten/girdaptan-

Kurtulmaya çabalarsınız.

Karabasanlar içerisinde,

Kabuslar görürsünüz,

Bazen daha kötüye varmadan,

Terler içinde uyanırsınız.

Oh be rüyaymış/rüyadaymışım diye sevinir

Derin bir nefes alırsınız.

Tehlike bitti geçti artık desenizde,

Hangisi düş hangisi gerçek ikileminde,

Birileri ile paylaşıp yorumlatmak istersiniz.

Neyse ki düşler;

Uykuda ortaya çıkan,

Görsel/işitsel algı ve duygulardır.

-Genellikle hayra yorulsa da-

İnsanın iç dünyasına göre biçimlenir.

İçeriği/işleyişi tümüyle anlaşılmış değildir

“duyusuz/nesnesiz algı” olarak da bakılabilir.

Eski uygarlıklardan günümüze,

-birçok eski kültürde, doğaüstü bir iletişim/

İlahî bir müdahale olarak kabul edilip-  

İnanışlara/bilimsel çalışmalara,

Çeşitli inanış/tahminlere yol açmış,

Her daim ilginç ve yoruma açık,

Açıklamaları ve tabirleri olsada,

Modern Tıbbın babası Hipokrat’tan,

Psikanaliz kuramcısı Freud’a,

Bilimsel çalışmalara konu olmuşsada,

Varsayımlardan öteye ulaşılamaz,

Gizemlerini/esrarlarını korur, rüyalar…

Atalar çok eskilerde söz olarak,

Kulakları çınlatırcasına şöyle demişler;

“Korkulu rüya görmektense uyanık kalmak yeğdir.” 

-O zaman, her daim uyanık kalmak ta yarar var!-

Bizlerde Yüzyılların uykusundan uyanıp,

Toplum olarak düşlerden sıyrılıp,

-Gerçekte yeri/varlığı/zihinsel tasarımı olmayan-

Bir nevi sanal alemden gerçeğine;

Yaşamın kendisine, Gerçekliğine dönelim…

(10. 10. 2020)

Remzi KOÇÖZ

 

 


9 Ekim 2020 Cuma

ÇANAKKALE CEPHESİ VE MUSTAFA KEMAL

 

Çanakkale Destanı’nın yazılmasında Boğazın iki yakası düşmana set çekip cephe oluştururken, siperlerde göğüs göğüse çarpışanlar şehitliklerde bugün yan yana yatmaktadır. Her 18 Mart geldiğinde yaşanan o zor günler ve şehitler saygıyla yad edilirken tarihe de tanıklık edilmektedir.

Çanakkale Deniz Savaşı ve 18 Mart 

“Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur” düşüncesiyle hareket eden ve tarihinde hiçbir yenilgi almamış donanmalarının boğazları ele geçirmek için yeterli olacağına inanan İngilizler, Fransa’nın desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturur.

İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başlar. 13 Mart’a kadar tabyaları top ateşine tutup, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açar, ancak kararlı/dirençli bir karşılık almaları üzerine önemli bir gelişme katedilemez. Düşman donanması 18 Mart sabahı 3 deniz tümeninden oluşan gücüyle boğazı geçmek için en büyük saldırısını başlatır. Bu bölgede bir gece önce Nusrat gemisinin döktüğü -savaşın kaderini değiştiren- mayınlar hiç hesapta yoktur. 150 topluk Türk bataryalarına karşın 506 topluk bir güçle ateş kussa da sonuç düşman için tam bir hezimettir. Türkler, Çanakkale’nin boğazdan geçilemeyeceğini tüm dünyaya gösterirken, diğer yandan müttefiklerin kaçınılmaz kara harekâtına karşı da son sürat hazırlıklara başlar.

Çanakkale Kara Savaşları ve Mustafa Kemal

18 Mart'tan 25 Nisan'a kadar zaman, düşmanın keşif ve oyalama hareketleriyle geçer. Mustafa Kemal bu savaşların tam içinde, Arıburnu cephesindedir. Bu savaşlar birer avuç denebilecek topraklar üzerinde binlerce insanın boğaz boğaza gırtlaklaşmasıdır. Conkbayırı’ndan harekatı idare ederken söylediği şu sözler tarihe geçer: “Size taarruzu emretmiyorum ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde başka kuvvetler ve komutanlar olabilir.” Neticede düşmana saldırılıp boğuşularak sahile kadar geri püskürtülür. 26 Nisan gecesi 5 İngiliz tümeni yeniden Arıburnu'na çıkarma yapar. Sonraki günlerde düşmanın asker çıkarması durmaz,  karşılıklı çarpışmalarla geçer. Mustafa Kemal’in verdiği emir aynıdır. O günkü harekatı yönettiği tepeye de Kemalyeri adı verilir. “Mustafa Kemal’in doğum yeri Kemalyeri’dir” sözü çok anlamlıdır. Mustafa Kemal artık dünyanın en güçlü krallığının, Türk topraklarına kustuğu sonu gelmez insan ve ateş gücüyle boğuşmuş, kendini denemiştir.

57.Alay Çanakkale’de tamamen şehit olurken, Balkanlar'da bir nefeste bir vilayeti bırakıp dağılanlar, burada dünyanın en güçlü krallığının karşısında bir karış toprak için bir alayın kanını bir nefeste kurban ederler. Evet, bu bir komuta mucizesidir. O mucize Mustafa Kemal’dir. O, 19.Tümen komutanı olarak başladığı bu savaşta Arıburnu ve Ağıldere cephelerini de içine alan Anafartalar gurup komutanlığına yükselir. 10 Ağustos’ta Çanakkale Savaşı’nın en büyük ve en kanlı taarruzu için harekete geçer. Düşmanı ani ve şiddetli bir baskınla yenme isteği kuvvetten çok karar ağırlıklıdır. Her türlü olumsuzluğa rağmen şu kararı verir: “Düşman yenilecek ve mahvedilecektir.” O gün, Çanakkale Savaşlarında Türk askeri cesur, akıllı ve ortak bir komutanın idaresinde neler yapmaya gücü yettiğini tüm dünyaya göstermiştir.

Bilhassa Anafartalar Savaşı’nda yarbay olan Mustafa Kemal'in askere "Taarruzu değil ölmeyi emretmesi" savaşın kaderini etkilemiştir. Churchill'in “kaderin adamı” olarak tanımladığı Mustafa Kemal Conkbayırı ve Kocaçimen'de ilerleyen, Anzak Ordusunu geri çekilmeye zorlayarak işgal edilen noktaları kurtarmıştır. 19.Tümen ve 57.Alayı merkezden emir beklemeden kendi inisiyatifiyle cepheye sürmüş, Çanakkale cephesinin düşmesini engellemiş, Boğazları kurtarmıştır. 8,5 ay süren savaş İngilizlerin 19/20 Aralık’ta Arıburnu ve Anafartalar'ı 8/9 Ocak’ta Seddülbahri boşaltmasıyla sona ermiştir.

Çanakkale Savaşı, bize birçok başarıdan öte Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirecek bir komutan, Türkiye’yi kuracak bir lider, Türk dünyasına ve ezilen tüm dünya halklarına bir önder, bir Mustafa Kemal kazandırmıştır.

Remzi KOÇÖZ 

(Cumhuriyet Gazetesi, 18.03.2020, s.2 yayınlanan bölüm.)




7 Ekim 2020 Çarşamba

BİR DOSTUN ARDINDAN


 Bir Portre: Cuma DELİOĞLU…

Cuma DELİOĞLU (1959), Antep’li çok çocuklu işçi bir ailesinin üniversite kazanan/okuyan tek çocuğu. Ankara Devlet Mimar Mühendislik Akademisinin o günlerde Türkiye’de ilk olacak Endüstri Mühendisliği bölümünde okuyordu. Ailesinin sağlayabildiği kısıtlı imkanlarla okul dışı kalan zamanları çalışarak değerlendirip, (yaz/ara tatillerinde Antep’te trikotaj/tekstil gibi el sanatları işinde, Ankara’da eğitim dışı saatlerinde/hafta sonları çalışarak, kimseye yük olmayıp, emeğiyle harçlığını çıkararak) kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan biri olarak başkent Ankara’da okuyordu.

            Ezilmenin/emeğin/alınterinin ne olduğunu, nasıl olduğunu çok iyi biliyordu. Bildiği bir şey daha vardı. Bunları aşarak meslek sahibi olup Anadolu tabiriyle “Altın Bilezik” sahibi olmaktı. Sonrasında ailesine ve memleketine katkı sağlayacaktı.

            70'li yılların sonlarında tüm gençliğin kendine bir dünya görüşü aradığı Türkiye’de O’da kendi safını bulacaktı. Emekten yana, sömürüsüz bir dünya için mücadele edenlerin yanında yer alacaktı. O yaşlarda maceracılık revaçta iken soğukkanlı/sağduyulu, kendini kullandırmadan öncelikli okulunu bitirip, meslek sahibi olduktan sonra hayat mücadelesini verecekti.

            Sınıf arkadaşları ve diğer arkadaş çevresinde çok sevilen/sevgi dolu bir insandı. Popülist/goygoycu bir yapıda olmayıp, her zaman naif bir insan olarak sade bir yapıda kaldı. Gülerken bile kimseyi rahatsız etmemeyi ilke edinmişti.

            Kimseyi kırmamak/incitmemek/sömürmemek için içe dönük bir yapıda gençliğinin gereği olan sevdalarını/duygularını iç dünyasında yaşadı. Anadolu insanının saf temizliğiyle yardımlaşmayı/dayanışmayı/paylaşmayı hep ilişkilerinin, arkadaşlıklarının önünde tuttu. Dost oldu mu onu da candan yapardı.

            Okulunu bitirip, memleketi Antep’e dönüp endüstri mühendisi olarak -idealindeki kendi işini kurana/sermaye oluşturana kadar- KÜSGEB/KOSGEB’de uzman olarak işe başlar. Hayatını Ankara’dan öğrencilik yıllarında tanıdığı/tanıştığı öğretmen Hülya Hanım ile birleştirip, aile yaşamına geçiş yapmasının ardından 2 çocuk babası olacak ve çocuklarının iyi bir eğitim alarak meslek sahibi olmalarının mücadelesini verecekti. (Oğlu Caner Tıp doktoru KBB uzmanı olarak Ankara’da görev ve meslektaş evliliğinin ardından İstanbul’a atanacak, Kızı Ceren ise Eczacı olacak Ankara/Kavaklıdere semtinde eczane açacaktı.)

Bir taraftan, anne/baba/ağabey/kardeşler/yeğenler gibi aile efradına destek oluyor. Özellikle yeğenlerinin yükseköğrenim görmeleri onun örnekliğinde/önderliğinde gerçekleşiyordu.

Cuma aslında ağır bir yük altına girmişti. Yıllarca kendi emeği/çabasıyla didinerek, okuyarak, kendi işini/dünyasını kurup, özlemlerini gerçekleştirmek istiyordu. Ancak aile yapısı/yetişme tarzı/geleneklerle bezendiği Anadolu kültürü, bu ideallerini/hayallerini gerçekleştirmeye engel olacaktı.

Aslında kendini ben/bencillik yerine biz/üleşme kavramına feda etmiş, Türkiye’nin ilk Endüstri Mühendislerinden biri olarak İstanbul/Ankara gibi metropol kentlerde büyük şirketlerde üst düzey yöneticiliğe kadar yükselmeyi elinin tersiyle iterek memleketine hizmet vermeyi yeğlemişti.

Kolay olanı değil de kendisi için güç olanı tercih etmek zorunda kalacak, doğmuş olduğu, büyümüş olduğu şehirde yaşamının bundan sonrasını devam ettirecekti. Öncelikli olarak ailesine sahiplenecek, kendi memleketinde yararlı olmaya çalışacak, 90’lı yılların ortalarında TMMOB Gaziantep şube başkanlığı gibi önemli bir görevi üstlenecekti.

Kendini aşma yolunda mücadeleci yapısı, O’nu memleketinde kendi insanı ile yüz yüze, omuz omuza olduğu anlarda zaman zaman hayal kırıklığına uğratır. Çoğu insan ikiyüzlü/riyakar bir yapıda çıkar ilişkilerini ön planda tutmayı yeğlerken, O kollektif/toplumcu düşünme ideallerinde kalakalmıştı. Liyakatın arka plana atılıp yerel/siyasal angajmanlarla yeteneksizlerin ödüllendirildiği bir sistemde/anlayışta, sistemle kavgalı olarak sıkıntılar/sürgünler yaşayacak, uzman olarak başladığı kurumda -niteliksiz referanslarla/siyasi mülahazalarla makam sahibi olmak yerine-  onurlu bir yaşam çizgisiyle nitelikli bir uzman olarak kalacaktı.

1982 yılında mezuniyet sonrası yollarımız ayrılıp Ankara dışında yaşam mücadelesine başlarken “aramızda oluşan gönül bağının/dostluğun devamı temennisiyle; her şey gönlünce olsun, dilediğince gelişsin” dileklerinde bulunmuştum. Sonrasında neredeyse 20 yıl gibi uzun bir süre (1988-1989-2001’de günübirlik görüşmelerimiz dışında) yüz yüze görüşemeyecek telefonla/mektupla haberleşilecekti, Can Dostumla... (21.7.2002 / Karaağaç-GÖMEÇ)

Değerli Arkadaşım/Can Dostum...

2003 yılında Ankara’ya dönüş yapmam sonrası Antep’ten Ankara’ya hemen hemen her gelişinde kısa/uzun görüşmelerimiz ile geçmişi yadedip hasret giderirdik.

21 Haziran 2020 tarihinde ‘Babalar’ günü için kaleme alıp paylaştığım şiirimin ardından telefonla görüştüğümüzde annenin kaybını öğrenmiş üzülmüştüm. Ardından karaciğerinden biopsi ile alınan parçanın kötü huylu tümör olduğunu ve Ankara’da kemoterapiye başladığını paylaşırken ne zaman döneceğimi sormuştun.

Kemoterapi sürecinde telefonla görüşmelerimizde -en son Ağustos ayı sonlarına doğru- sesini yorgun bulurken moralini yüksek tutmaya çalışıyordun.

9 Eylül günü gazetede yayınlanan yazımı Whatsaptan paylaştığımda kızı Ceren’in bana dönüş yaparak seni yani biricik babasını 7 Eylül günü emboli atması sonucu kaybettiklerini ve Ankara/Karşıyaka’ya defnettiklerini söyleyince yüreğim cız etti. Bir dostu apansız kaybetmiştim.

Seni özleyeceğiz, yüreği sevgi dolu güzel insan.

Toprağın bol olsun, Işıklar içerisinde uyu, Can Dostum…

(07. 10. 2020 / Karaağaç-GÖMEÇ)

Remzi KOÇÖZ

4 Ekim 2020 Pazar

TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR – 5

 

İttihatçılar konusunda kendisi de o kuruluşun içinde, başlangıcından çok zaman sonrasına kadar bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın mütareke İstanbul’unda işgalcilere söylediği: “İttihat ve Terakki'nin birçok kusur ve yanlışları olabilir. Fakat vatanperver bir kuruluştur” sözleri, İttihat Terakki’nin -toptan mahkum edilemeyeceğine dair- günahlarıyla/sevaplarıyla Türk tarihine not düşülmesidir.   

İTTİHAT VE TERAKKİ (Birlik ve İlerleme)…  

İttihat ve Terakki’nin kurucuları Genç Türklerdir. İlk olarak 1889 tarihinde genç doktorlardır. Bunlardan biride Dr. Nazım’dır. Abdülhamit döneminde yurtdışına kaçan Genç Türkler, Vatan Şairi Namık Kemal’in özgürlük fikirlerinden etkilenirler. Paris, Cenevre, Kahire de dergiler etrafında buluşurlar. Paris’teki liderleri Ahmet Rıza Bey ile İstanbul temsilcisi Dr. Nazım Paris’te bir araya gelerek İttihad-ı Osmani cemiyetini İttihat ve Terakki’ye dönüştürerek Fransız ihtilalinin 100. yıldönümüne denk getirerek daha geniş bir yelpaze sağlarlar. 1902 yılındaki toplantıda Prens Sebahattin ve I.Meşrutiyet’in kurucusu Mithat Paşa’nın oğlu katılırlar.

            Bu fikirler, akımlar o zaman Osmanlıdaki aydınlar dışında, genç subaylar arasında dalga dalga yayılır. Sonunda 1908’e giden yol Avrupa’dan Balkanlara oradan da İstanbul’a ulaşır.

Osmanlı İmparatorluğunda bir devir 23 Temmuz 1908 tarihinde İttihat ve Terakki fırkasının padişah II.Abdülhamit’i tahtından indirerek II.Meşrutiyet’in ilanını daha doğrusu Meşrutiyet’in yeniden iadesini sağlamakla başlar. I.Dünya Savaşının yenilgiyle sona ermesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen çökmesi ile 1918 yılında son bulur.

1908-1918 tarihleri arasındaki 10 yıllık gelişmelerden sorumlu Fırkanın liderleri olanlar yurtdışına doğru yelken açarlar. Talat, Enver, Cemal, Halil, Dr. Nazım, Bahattin Şakir bu kervana katılır. Başka ülkelerde yeni maceralara başlamak üzere 1920-1922 arası Moskova uğrak yerleri olur. Bu liderler öncelikle kendi fikirleri ile karşıt bir düşüncenin, ihtilalin beşiği sayılan Bolşevik Rusya’nın Başkenti Moskova’da ne arıyorlar? Daha sonrası Şark Milletleri Kurultayı’na katılmaları ayrı bir çelişki olarak karşımıza çıkar. Bolşevikler/Sosyalistler milliyetçilik ve Ulus Devlet modeline karşı Enternasyonalizmi yaratma çabasındadırlar. Meşrutiyetle yönetilen Monarşi sisteminin Anadolu’da yerleşmesini isteyen İttihatçıların yurtdışındaki çalışmaları bu paralelde destek yerine uluslararası gelişmelerde koz olarak elde tutulmasıdır. Bu Anadolu’daki gelişmelere karşın bir koz olarak komşu ülkede hazır tutulacaktı.

Sakarya Savaşının geri çekilme esnasında Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçmek için Batum’da hazır beklemesi/bekletilmesi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görmeyince O’da rotasını Doğu’ya çevirir. Orta Asya Doğu Buhara’da Çegen tepesinde 4 Ağustos 1922’de macera son bulacaktır. Balkanlardaki komitacılıktan II. Meşrutiyete, saray damatlığından Harbiye Nazırlığına yükselen, Osmanlı’nın sondan bir önceki dönemine damgasını vuran Enver Paşa; Türklük ve Turan ülküsü uğruna şahadete gider.

 Ş.Süreyya Aydemir, (1908-1914 arası döneme ilişkin); “1908’in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey, işte bu kısa devrede Enver Paşa, daha doğrusu imparatorluğun tek söz sahibi olan, genç, inançlı, muhteris, daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak sahnededir” şeklinde tanımlar.

Falih Rıfkı Atay,“Enver Paşa; Alay, tümen, kolordu ve ordu komutanlıklarından hiçbirini yapmadan başkumandanlığa çıkmış ve maceraperestliği ile Sarıkamış’ta binlerce askerimizin savaşmadan yaşamını yitirmesine neden olmuştur” şeklinde değerlendirir. (Mustafa Kemal Paşa ise tüm askerlik komuta kademelerini ve muharebe çeşitlerini yaşamış, heyecan adamı değil, macera adamı hiç değil, mantık adamıydı…)

İttihatçıların bir diğer ayağı da Avrupa’dır. Mütareke sonrası Anavatandan kaçmak zorunda kalanlar ilk etapta İdol olarak gördükleri Almanya’nın başkenti Berlin’dedirler. Ancak Ermeniler vahşetlerine Almanya/Berlin’den başlarlar. Tehcir Kanunundan sorumlu tuttukları İttihatçı Osmanlı Devlet adamlarından; Eski İçişleri Bakanı/Başbakan Talat Paşa 15.3.1921’de; İttihat ve Terakki üyelerinden Bahattin Şakir ve Cemal Azmi Beyler 17.4.1922’de Almanya/Berlin’de katledilirler. Eski Dış İşleri Bakanı Sait Halim Paşa ise 5.12.1921’de İtalya/Roma’da katledilir.

İttihatçılardan Eski Ordu Komutanı/Bakan Cemal Paşa; Ermenilerin tehciri esnasında Suriye cephesinde onlara kol-kanat gererek,  mağduriyetlerini en aza indirgemek uğruna otoritesini ortaya koyan, zarar verenleri tespit ederek mahkeme huzuruna çıkartılarak cezalandırılmaları için uğraş veren bir komutan olmasına rağmen 17.8.1922’de yaverleri Nusret ve Süreyya Beyler ile birlikte Gürcistan/Tiflis’te Ermeni komitacılar tarafından katledilir.

İttihat Terakki’nin kurucularından Dr.Nazım; 23.7.1908 öncesi gizlice İzmir’deki çalışmaların açığa çıkması sonrası Selanik üzerinden Manastır’a geçer. Meşrutiyet/ Hürriyet ilanından sonra Anadolu Vilayetleri Umumi Valisi olarak İzmir’e döner. Nazırlık’ta yapar. Ancak 1926 İzmir suikastı sanıkları arasında yer alması nedeniyle İstiklal Mahkemesince idam edilir.

I.Dünya Savaşına gelene kadar siyasi ayrılıklar, suikastler, terör eylemleri ile Trablusgarp ve Balkan savaşlarındaki kayıplar yer alır. Son macera olan I.Dünya Savaşına girişte genel merkezin bilgisi haricindedir. Siyasi parti içersindeki askeri gücün önderliğini kabul etmek zorunda kalmış ve onların macerasına sürüklenmeyi önleyememiştir.

 İttihatçılar yıllar sonra İstibdada karşı direnişleri nedeniyle övülürlerken maceracı konumları hayal kırıklığına neden olur.

Almanların savaşa girişinin ardından Osmanlı hükümetinden 4 kişinin (Sait Halim, Talat, Enver, Halil Bey) bilgisi dahilinde 2/3.8.1914’de bir ittifak muahedesi imzalanmakla başlar. Aynı günlerde Akdeniz’de kaçacak yer arayan 2 Alman gemisi Goben ve Breslav Çanakkale Boğazından Marmara’ya girerek 12 Ağustosta İstanbul’a demirleyip, 17 Ekimde Karadeniz’e açılarak başta Sivastopol olmak üzere Rus limanlarını bombalayınca Osmanlı bir fiil I. Dünya savaşına dahil olur.

I. Dünya savaşına girişimizden İttihatçıların genel merkezinin, Hükümetin, Meclisin ve sarayın haberi yoktur. Savaşa giriş bir oldu-bittidir.

Hiç şüphesiz İttihat ve Terakki bir vatanseverlik ruhuyla ortaya çıkmış, sürgünde acılar çekmiş insanların özverileriyle gelişmiştir. Mevcut idareyi değiştirmek, parlamenter sistemi kurmak, meşrutiyeti getirmek isteniliyordu. Yetişmiş ideolog ve aydınlardan komitacı subayların hareket kabiliyetleri ile ilk hedefinde başarılı olur. İdare olmasa da ordunun gençleştirilmesi konusunda bir reform gerçekleştirildi.

Halktan gelen hareket kısa sürede halktan koparak istibdada karşı iken bir nevi onunla yer değiştirdi. Halkın duygularını istismar ederek milletin varlığını koruyamayarak maceracılıklarıyla devleti toptan tehlikeye soktular.

Alman emperyalizminin peşine takılarak en idealist gençliğini daha doğrusu geleceğini cephelerde kurban ederek bir nevi milletin kaderiyle kumar oynadılar. Hep olayların gerisinde kalarak gerçek kahraman olamadılar. I. Meşrutiyet’in kurucusu Mithat Paşa’nın gölgesi kadar bile olamadılar. Bu küçük, dar kadro anlayışı koca imparatorluğu çökertmenin yanında savaşlar, hastalıklar, sakatlıklar şeklinde 3 milyon insanın kaybına mal olur.

Osmanlının çöküşü sonrası kurulmaya çalışılan yeni Türkiye’nin de çöküşü gerçekleşebilirdi. Sakarya savaşının zor günlerinde Batum’dan Anadolu’ya geçmek isteyen Enver Paşa’nın arzusu kardeş kavgası açabilecekti. Mustafa Kemal Paşa’nın kararlılığı Enver Paşa’yı bu arzusundan vazgeçirterek başka bir maceraya atılarak yaşamının son bulmasıyla sonuçlanacaktı.

Osmanlı’da İnkılâp hareketleri III. Selim’le başlayarak Tanzimat’a uzanır. Genç Osmanlılar hareketi I. Meşrutiyet’i, İttihatçılar ise II. Meşrutiyet’i getirir. Sonrasında peş peşe kaybedilen savaşlarla İnkılâplara ara verilir.

İttihatçıların dönemin koşullarını iyi değerlendirememeleri, yönetimi ele geçirdikten sonra tecrübeli ve geniş açıyla bakabilen yöneticilerinin olmaması, zamanında ve doğru kararların alınamaması ve asker-bürokrat anlayışıyla iktidarın askeri kanadın elinde bulunması tam ve sağlıklı bir sivil yönetimin oluşmasını engellemiştir

1926 yılında açığa çıkan İzmir suikastı İttihat ve Terakki’nin yaşayan kadrolarının sonu olur. İttihat ve Terakki bir mum gibi sönerek geriye belge ve anı bırakmaz. Herşey yok edilmiştir. Sadece belleklerde kalanlar olsa da o bellekler de teker teker yok olur. Bir döneme damgasını vuran bu siyaset/akım gizemleriyle tarih olurken, 'Tarih'in kendine özgün sayfaları içerisinde yerini alır.

Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz