20 Nisan 2024 Cumartesi

GEZİ GÜN(LÜK)LERİ -2

            Antakya, Antik çağdan bu yana tarih boyunca önemli bir kent olma özelliğini korurken, Antakya doğumlu Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus (322-400), Antakya için su sözleri sarfeder; “Dünyada hiçbir kent, ne topraklarının bereketi ne de ticaretteki zenginliği bakımından, bu kenti geçemez.” Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi üç dinin buluştuğu, havra-kilise-caminin yan yana olup, Hazzan, Çan, Ezan seslerinin birleştiği, Hac ve İpek yollarının geçtiği, ilk olimpiyatların yapıldığı, 40 bin yıl öncesinden tarih, kültür ve medeniyet birikimi olan bir şehir.

HATAY ÇEVRESİ ve SURİYE / HALEP İZLENİMLERİ

“Hatay benim şahsi davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz. M. Kemal ATATÜRK

Ankara - Hatay

       28 Mayıs 2010 Cuma günü TODAİE 43. dönem KADEP müdavimleri olarak Hatay ve çevresi inceleme gezisi için Ankara akşam trafiğini aşarak Esenboğa'ya, 19.00’da kalkacak Hatay uçağına yetişiyoruz. VİP’ten giriş yaparak Anadolu Jet-Malazgirt uçağı ile Hatay'a uçuyoruz. Hava açık ve güneşli, saat 20.00 gibi havanın kararması ile Hatay'a inmiş oluyoruz. Yaklaşık 1 saat süren yolculuk sonrası Türkiye coğrafyasında gezdiğim/gördüğüm 80. vilayet olan Hatay topraklarına ayağımı basıyorum. (Geriye Kilis kalır!) Merkez nüfusu 200.000 olan kent 2 yıl önce hava ulaşımı sorununu çözmüş ve böylece turizm açısından cazibe merkezi olmuştur. Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesiyle hem turizm hem de sınır ticareti canlanmıştır. Havaalanında bizi bekleyen midibüse binip, rehberimiz Hüseyin beyden Hatay'ın tarihi ile ilgili bilgileniyoruz. Yarım saatlik bir yolculuk sonrası şehir merkezindeki otelimize ulaşıyoruz.

          Çevre yolundan şehir içine girerken Asi nehri refüj işlevi görüyor, kenti ikiye bölerek bize eşlik ediyor. Asi, Dünyada kuzey yönünde akan Nil nehrinin ardından ikinci nehir konumunda, Lübnan’dan doğarak Suriye üzerinden sınırlarımıza girip, şehir merkezinde kanal işlevi görerek Samandağ’dan Akdeniz’e dökülerek bu bölgenin coğrafyasını yeşertmiştir. (380 km'nin yaklaşık 90 km.si Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır.)

          Şehrin güneyinde Habibi Neccar, kuzeyinde Amanoslar, ortasında Amik ovası yer almaktadır. Şehir MÖ 300'lü yıllarda tarih, kültür, sanat merkezi olarak 250 bine ulaşan nüfusuyla antik bir kent özelliğine sahipmiş. Makedon kralı Büyük İskender'in Pers kralı Darius’u yenmesinin ardından bu bölge antik çağın Antioş adını alan kenti olmuş. Hititler, Mısırlılar, Asurlular gibi medeniyetler izlerini bırakmışlar, Roma ve Bizanslılar kentin gelişimine katkı sağlamışlar. Selçuklular, Memluklular ve  Osmanlılarla 1918 yılına gelmiştir. 1918-1938 arası önce İngiliz sonra Fransız egemenliğinin ardından yapılan referandum sonucu 13.8.1938de Hatay devleti kurularak 23.7.1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne dahil olmuştur.

Hz. İsa’nın havarilerinden Sen Piyer'in yaşamış olduğu ve Hristiyan sözcüğünün ilk kez kullanıldığı bu kent kutsal bir hüviyet kazanmıştır. Ayrıca 3 dinin bir arada yaşadığı kent ünvanını da almıştır.

Otelde yemek sonrası şehir merkezinde yürüyüş yapıp, belediye meydanından kentin merkezine doğru gelerek, belediye parkında çay molası ardından otele dönüyoruz.

(23 yıl öncesinde 1987’de İskenderun/Arsus’a kadar gitmiş, sonrasında o bölgeyi karış karış gezmiş olsam da Hatay/Antakya şehrini ilk kez görme fırsatım olmuştur.)

 Hatay – Reyhanlı/Cilvegözü

         29 Mayıs Cumartesi günü kahvaltı sonrası saat 08.00 gibi şehir merkezinden Cilvegözü sınır kapısına doğru midübüsle yol alıyoruz. Hava güneşli, sıcaklık 27 derece, güzergahımız 75 km olup (yaklaşık 1 saat) şehir merkezini çıktıktan sonra sağlı sollu tarım alanları ile örtülü. Yer yer yol genişletme çalışmaları görüyoruz. Buğdayların bir kısmı biçilmiş, bir kısmı biçilmeyi bekliyor, mısırlar henüz olmamış. Yol gidiş geliş tek yönlü iki araç zor sığıyor, yolun yapılması öncelik arzediyor. Uçakla gelirken inişe doğru anız yangınları görmüştük, son kalan buğdayları da patozlar toplamaya başlamış. Yer yer gündoğdu tarlaları göz alabildiğince dümdüz ovada, ekilmemiş alanlar ise çalılık halinde. Yolun solunda doğal bir kanal görüyoruz, ark şeklinde sağlı-sollu bize eşlik ediyor. Ağaçlar daha çok yerleşim yerleri çevresinde, yol boyuncada tek tük göze çarpıyor. 45 dakika sonra arazi yapısı değişince Suriye sınırına ulaşmış olduğumuzu anlıyoruz. Suriye ile sınırımız dikenli tellerle örülü. Verimsiz kayalık alan Suriye sınırı olarak yolun sağında bize eşlik ediyor. Traktörlerle çalışan Suriyeli çiftçileri görüyoruz. İlk bölümde askeri gözetleme kulemiz var, hemen ardından Reyhanlı ilçesi başlıyor. 1500 km2, deniz seviyesinden 85 m. yükseklikteki Amik ovası bölgenin değeri. Hititler dönemine ait höyükler/tümülüsler mevcut. Reyhanlı'daki Yenişehir gölü piknik ve mesire alanı olarak kullanılıyor. Sağımızdaki dağın ardında Suriye.. Adamların Hatay’ı neden sahiplendiklerine, buraları görünce anlam verebiliyoruz. Verimli ova ve çorak topraklar sedromu! 5 km sonra sınıra ulaşınca, Adana yolu ile birleşen transit yol boyunca tır-kamyon konvoyu göze çarpıyor, 1 km sonraki Cilvegözü sınır kapımıza ulaşmamız toplamda 1 saatimizi alıyor.

              Suriye / Halep

            Gümrük/pasaport işlemleri için yaklaşık 1 saate yakın bekleyişin ardından Suriye topraklarına giriş yapıyoruz. İlk etapta kayalık, kıraç bir arazide yol alıyoruz. Sınır değişimi ile coğrafi değişim de yaşıyoruz. Reyhanlı’dan itibaren boğaz görünümlü doğal bir geçit oluşturuyor tampon bölge..

            Suriye: 185.000 km2, 18 milyon nüfusun % 89'u Arap, % 6'sı Kürt, % 3'ü Ermeni, %2'si Türk, Çerkez, Asuri.. Suriye’nin 1/3'ü çöl-dağlık, 1/3'ü verimsiz topraklardan oluşurken, ülkede çöl ve akdeniz iklimi görülüyor. İlk yerleşim yeri sonrası kayalık yapı normalleşiyor, yer yer ova ve ekili alanlar görüyoruz. Su depoları, antenler ve camiler ve de taş yapı/duvarlar göze ilk çarpanlar. Arazide çalışan insanları görüyoruz. Halep’e 40 km. kala durup eski Roma döneminde yapılmış İpekyolu olarak adlandırılan taş yolda fotoğraf çekiliyoruz. Yol boyunca çam ve zeytin ormanları bize eşlik ediyor. Taşlık arazide yetişebilen bu ağaçlar bölgeye katkı sağlıyor.

        Halep, MÖ. 19 yılda Hititler tarafından şehir haline getirilmiş. Bir ara yolumuzun solunda zeytin ormanları ve yerleşim yerlerini içiçe izliyoruz, sağ taraf ise ekili tarım arazisi. Yol boyunca ikişer katlı taş evler ve restorasyonlar göze çarpıyor. Bu bölgede yaşanan kum fırtınaları nedeniyle evlerin dış yüzeyleri -özellikle son dönemlerde- taş ile kaplanıyor. Taş işçiliği gelişmiş, estetik yapılar gözümüze hoş geliyor, tarım ve hayvancılık ülkenin temel gelir kaynağı. Fosfat, petrol ve petrol boru hattı (Irak-Suriye-akdeniz) da diğer gelir kaynağı. Bu topraklar bize pek yabancı gelmiyor, tipik Güneydoğu Anadolu izlenimini veriyor. Toprak evler, insanlar giyim-kuşam ne kadar birbirine benziyor, diğer benzerlik de sıcak tabiki.. Üçüncü benzincide de yakıt bulamayıp, yol boyunca petrol istasyonlarına gir-çık yapıyoruz. Otobüs şoförümüzün sitemlerinden gümrükteki rüşvetten yaka silktiklerini öğreniyoruz. Doğunun çözemediği sorun burada da geçerli.

             Yeni Halep

            Halep’e yaklaştığımızda sağlı sollu villalar, işlemeli duvarlar, estetik bir görünüm arzediyor, yoksa bakımsız olan görünüm tüm kente hakim olacak. Doğu bloğu konutları gibi altyapı eskimiş, daha doğrusu pek de yok gibi.. Yeni yapılar adete bizi büyülüyor, ancak sağlı sollu orman alanı ise piknik ve mesire amaçlı çok pis kullanılmış. Her taraf çöp ve poşetten, pet şişe artıklarından geçilmiyor, sanki çöplük görünümü var. Bizim ülkemizde de 20-25 sene önce her yer hemen hemen bu görünümdeyken, çevreye önem verilerek en azından kent merkezlerinin çevresi çöplük olmaktan arandırıldı. Geri dönüşüm ve atık alanların oluşturulması bunu çözümledi. Şehre girişte bulvar, kavşak ve refüj içerisine dikilen çiçekler ile estetik verilmeye çalışılmış, reklam panoları ve ışıklandırmalar renk katmış. Girişte ölüm meydanı olarak anılan (trafik kazaları nedeniyle) kavşağın ortasında büyük bir bayrak direği ve kilometreler kala farkettiğimiz büyükçe Suriye bayrağını yakından görüyoruz.

            Şehre girişimiz Yeni Halep (Halebi Cedide, yani zenginlerin yeri) olarak adlandırılan bölgeden olurken, taş işlemeler ve evler ilgimizi cezbediyor. Tabii bu evlerin önündeki son model jip ve mersedesler ile binalar cadde boyunca 4-5 katlı ve ihtişamlı zengin/güzel bir görünüm.. Binalardan birinin önündeki ellerini gökyüzüne kaldırmış dua eden anıt göze çarpıyor ve şükür olarak anlamlandırılıyor. Halep’in ana meydanında bir tur atıp devam ediyoruz, meydanın çevresindeki park yeşil alan olarak şehre nefes aldırmış. Kalabalık bir trafik gözden kaçmazken, yabancı plakalı araç çokluğu da göze batıyor.

Şehir içerisindeki parklardaki/piknik alanlarındaki çamlar yan yatmış, eğik orman görünümü var. Tabi ki denizden esen sürekli ve kuvvetli rüzgarların oluşturduğu bir görünüm bu. 

 Eski Halep

Meydandan sonra Eski Halep’e doğru devam ediyoruz, burası tabi ki fark ediyor. Taş yapı ama eski, kararmış ve de tek düze, restorasyon gerektiriyor. Soğuk bir görünüm var, fakirlik de belirginleşiyor. Şehir zamanla eski-yeni olarak yer değiştirse de hep eskiler eski ve fakir kalacaktır. Genel olarak şehrin mimarisi Arap-İslam ağırlıklı, kendi özgün kültürleri, topraklarının izini taşımakta ve batı modeli pek görünmemektedir. Yol boyunca ilerlerken eski dükkanlar, toptancılar, imalathaneler şehirle içiçe; dükkanlar, mağazalar da trafik gibi hareketli ve de çok kalabalık. Şehrin nufusu 4 milyon, biraz abartılı gelse de kalabalık nüfus olduğu doğru. Eski Halep’te bir park daha geçiyoruz. Şehir içerisinde kalan eski virane yapılar, mezarlıklar, ara sokaklar, arka mahalleler şehrin çirkin yüzünü bize gösteriyor. Giyim şekli bile farkediliyor: Entarili erkekler, kara çarşaflı kadınlar. Nalburiye, inşaat malzemeleri ve peynir imalathaneleri içiçe. Trafik düzensiz, ancak tüm sürücüler (taksi, minübüs, otobüs, kamyon) emniyet kemeri takıyor. Çarpılmadık araba pek göremiyoruz. Araçlar Kore, Çin, Hint, Uzakdoğu ağırlıklı.. Sigorta sistemi yok gibi.. Hasarlı/çarpık yerlere fırça ile gelişigüzel boya, astar sürülmüş ve üzeri çekiçle gelişigüzel düzeltilmiş.

İlk olarak Emeviler döneminde yapılmış  Zekeriya Peygamber Cami ve Külliyesi’ni gezmek amacıyla otobüsten iniyoruz. Tamamen taş ve mermer karışımı tarihi bir yapı. Camiler dikdörtgen kuleler şeklinde, cami avlusunda ayakkabıları çıkarıp, ayaklarımızı taşa basarak cami avlusu ve içerisini geziyoruz. Kimi insanlar bizim gibi resim çekilirken, kimileri de ibadet ediyor. Kimisi miskince uzanmış yatarken, kimileri de kitap okuyor. Caminin çevresi kilometrelerce dolanan labirentvari, bizdeki kapalı çarşının daha büyükçesi, 10 km olduğu söyleniyor. Çarşı içerisinde kaybolmadan biraz dolaşıp, hediyelik eşya bakınıyoruz. Burada pazarlık çok önemli, bir malı, üçte birine alabiliyorsunuz. Camiden sonra dar sokaklardan geçip Osmanlı döneminde sübyan mektebi, akıl hastanesi olarak kullanılan yerleri görüyoruz. Bimaristan olarak adlandırılan tarihi akıl hastanesinin içini de geziyoruz. Eski Türklerde ve doğu toplumlarında olduğu gibi suyla tedavi yöntemi burada da uygulanıyormuş. Yer yer parmaklıklarla ayrılı odalar, hücreler ve o dönemde kullanılmış tıbbi malzemeleri görüyoruz. Dönüşte sabun imalethaneleri görüyoruz. Bir cami içerisinde Hz. Muhammed’in ayak izinin olduğu söylenen taş burada sergileniyor, doğruluğunu pek bilemiyoruz. Saat 14.00 gibi öğle yemeği için 4 yıldızlı otantik bir otelin iç-orta bölümündeki bahçede ud eşliğinde yöresel lezzetler tadıyoruz.

           Halep Kalesi

Yemek sonrası şehrin en önemli eseri olan tarihi Halep kalesini geziyoruz. MS 19. yüzyılda ortaya çıkmış, ancak MÖ 3 binli yıllarda Hititler tarafından bu bölgede yerleşim ve savunma alanı olduğu rivayet edilmiş. İçerisinde saray, tiyatro, hamam, dükkanlar, yollar olan geniş bir alan.. Hakim bir tepede tüm şehri kontrol altında tutabilecek stratejik özellikte bir yer. Halep, bu kalesi ile 5000 yıllık bir kent gösterişinde. Kalenin çevresi 50 m. genişliğinde/derinliğinde çukurlaştırılmış, su ile doldurularak içerisinde timsahların yaşadığı, zaptını engelleyen eğri/dik duvarı ile Zigetvar gibi ihtişamlı. Tamamen kalın taşlardan yapılı kalenin burçlarından Haleb’i kuşbakışı seyrediyoruz. Saat 17.00 gibi kalenin girişinin karşısındaki çay bahçesinde dinleniyoruz, buraya özgü nane limon karışımı bir içecekle serinliyoruz ve bu kez kaleyi aşağıdan seyrediyoruz, gerçekten muhteşem bir eser. (Bu tür kaleler Akdeniz kıyılarında hem kale hem de yaşam alanı şeklinde kullanılarak bir müze şehir olarak turizme hizmet ediyor.)

Kaleden sonra kapalı çarşıya geçip hediyelik eşyalar bakınıyoruz. Benzer şeyler Çin malı olarak bizde de var, ancak incileri meşhur olduğundan bir inci alıyorum. Kapalı çarşı gezisinin ardından bu kez otobüse binip şehir merkezini hava kararmadan son kez  turlayarak bir baklavacı önünde duruyoruz. Bu bölgenin tatlılarının meşhur olduğunu biliyoruz. Hatta “ne Şamın şekeri, ne arabın yüzü nede Halebin tatlısı” şeklinde bir söz dilimize yerleşmiştir. Bu coğrafyanın sıcağından mı toprağından mı nedir bilemiyoruz. Mutfak olarak, yemek kültürü olarak tatlıları yanında acılı yiyecekleri ile de ünlenmişler. Tatlısıda, acısıda ekşiside çok yoğun. Tıpkı bizim Güneydoğu coğrafyasında olduğu gibi. Adana, Hatay, Antep, Maraş, Urfa, Diyarbakır sofraları gibi ortak  özelliklere sahipler. Baklavacıdaki tatlı çeşitlerinden birer parça tadımlık ikramların ardından birden fazla tatlı çeşidi almamak mümkün değil. Tatlılarımızı alarak Kentin içerisinden son kez geçip Halep’e veda ediyoruz. Saat 19.00 gibi dönüşe geçip çevreyolundan bir saatlik sakin (herkes yorgun düşmüş, yer yer horlayarak kestiriyor) bir yolculuk sonrası sınıra ulaşıyoruz.

           Suriye’den Ayrılış (Halep - Hatay)

Halep gezisi yorucu da olsa güzel bir gezi olarak kayda geçiyor. Yıllar önce bu şekilde günü-birlik, Nahçıvan'ı ailece gezmiştik. Bu kez güney komşumuz Suriye’nin sınır şehri Haleb’i grupla geziyoruz. Vizelerin kalkması, ülkeler açısından yararlı olmuş, belki de soğuk savaş döneminin güvensiz ortamının düşman anlayışı yerini, iyi ilişkilere, dostluğa bırakmıştır. O da 20 yıl sonra yeni yeni gerçekleşmeye başlıyor, sınır ticareti, turistik geziler, kültürel ilişkiler bunlar güzel gelişmeler..

            Soğuk savaş bitiminde hemen sıcak bir savaşın içerisine giriliyor. (İran-Irak savaşını saymazsak) bir yandan insanlık, bir yandan bölgemiz sıcak savaşın içersinde olmasına rağmen karşılıklı birbirlerini tanımaya, yakınlak kurmaya o kadar susamışlar ki! Aynı kaderi paylaşmış, aynı dinin çevresinde, ayni kıbleye dönen insanlar; güvensizliği yıkıp, dostluğu ilerletirlerse, silaha, savunmaya daha az para harcayarak; bu yatırımı, eğitime, sağlığa, teknolojiye, kentleşmeye yaparak; modernleşmeye, uygarlığa, çağın gereklerine daha yakınlaşacak daha huzurlu bir yapı oluşturacaklardır. Sınırda uzun süren işlemlerin ardından Türkiye topraklarında sabah geldiğimiz  aynı güzergahı takiben Hatay şehir merkezine dönüyoruz. (Akşam 22.30 gibi müzik eşliğinde otantik görünümlü Sveka lokantasının üst katında yemek sonrası, günü tam yaşıyarak gece 24.00 gibi otele dönüyoruz.)

            HATAY

30 Mayıs Pazar günü kahvaltı sonrası Antakya Narin Otel’den ayrılıyoruz. Ilk olarak yürüyerek arkeloji/mozaik müzesine geçiyoruz. Roma imparatorluğunun Roma ve Mısır’daki İskenderiye/Aleksandretta kentinden sonra en büyük üçüncü kenti olan Antakya/Antioch'ın antik ve mitolojik yaşamını (Hitit-Helen-Roma-Bizans) yakınen tanımak üzere mozaik müzesini geziyoruz. Müzenin mozaik çeşitliliği açısından Tunus/Bardo sonrası ikinci büyük müze olduğunu da öğreniyoruz. 2007 yılında G.Antep-Zeugma mozaik müzesini gezmiştim, Hatay henüz sergilenmemiş eserlerinide hesaba kattığımızda daha zengin bir yer. Mevcut müzenin bu eserleri sergileme açısından yetersiz kalması nedeniye sergilenemeyen mozaikler varmış. Müzenin yenilenmesi, daha geniş bir alana kavuşturulması açılarından çalışmaların yapıldığını öğreniyoruz. Hatay bölgesinde değişik dönemlerde yapılan kazılar sonucu ulaşılan mozaikler yer yer sergileniyor. Mozaiklerin eski Anadolu uygarlıklarının efsanelerini/mitolojik öykülerini figüre/kompoze ettiklerini görüyoruz.

Narsis Efsanesi (Nergiz Bitkisine Dönüşüm)

Yunan mitolojisinde Narkissos adıyla sözü edilen, adını narsizme (kendini beğenme), narkoza, bir çiçek familyasına (nergisgiller) ve bir çiçeğe vermiş olan Narsis (ya da Narkissos), Klasik Mitoloji'deki bir kahraman olup, öyküsünün birden fazla anlatımı vardır.

Narsis’in öyküsü kısaca şöyle anlatılır: Narsis, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Bir kahin, ebeveynine Narsis’in dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narsis bir gün bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir ve su birikintisine doğru eğilerek oradaki sudan içmeye başlar. Doğal olarak, bu sırada, birikintide yansıyan yüzünü görür. Kendi yüzünü görünce önce şaşkınlığa düşer, sonra kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine aşık olur. Bu seyirden kendisini bir türlü alamayan Narsis gitgide hissizleşir, dünya yaşamına gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel kokular yayan bir çiçektir. Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır.

Narsis efsanesi bir başka anlatımla: Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür.

Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos'u cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.

             Zeus (Tanrıların Kralı, En Güçlü ve Önemli Tanrı)

Zeus, eski Yunan mitolojisinde tanrıların kralı, en güçlü ve önemli tanrıdır. Gökyüzünün, şimşek ve gök gürültülerinin tanrısıdır. Çoğu zaman elinde bir şimşek ile resmedilmiştir. Bereket ile özdeşleşmiştir, yağmur ondan beklenir. Titan Kronus'un ve eşi Rheia'nın oğludur. Tanrıça Hera'nın kocasıdır. Simgesi şimşeğin yanında boğa, kartal ve meşe ağacıdır. Aynı zamanda tanrıların kralı olduğu için taht ve asa ile de sık sık betimlenir. En bilinen özelliklerinden biri çapkın oluşudur. İstediği her şeyin şekline girebilen Zeus'un Leda için kuğu, Europa için boğa oluşu kudretine en iyi örnektir. Ölümlü ölümsüz herkese aşık olabilen tanrıların tanrısı Zeus'un gözdesi Ganimedes adlı bir çobandır. Çapkınlığı yüzünden eşi Hera tarafından sürekli takip ettirilmektedir.

            Müze sonrası Hristiyanlığın isimlendirildiği ilk kiliseye gidiyoruz. İsa’nın havarilerinden Aziz Petrus (San Piyer) MS. 40'lı yıllarda Habibi Neccar dağının eteklerinde mağara içerisinde bu dinin yayılmasına öncülük etmiş. Aziz Petrus’un ilk vaazını verdiği ve ilk hristiyan topluluğunun oluştuğu St. Pierre Mağara kilisesini inceliyoruz. O dönem Pagan inanışı etkin olduğundan yok olmamak, zarar görmemek için yerleşimden uzakta bu mağarayı mekan olarak seçmişler. Mağaranın içerisinde dağın başka tarafına kaçabilmek için tünel bulunuyor. Kilise, doğal bir kayalık oyularak oluşturulmuş, içerisinde taştan yapılmış sunak ve taht göze çarpıyor. Kilise, haçlılar döneminde dış bölüme doğru taş sütunlarla desteklenmiş, yerler mozaik, duvarlardaki süslemeler ise kaybolmaya yüz tutmuş. Hristiyanlığın ilk kilisesi önünden Habib Neccar dağı eteklerinden Hatay’a kuşbakışı bakıyoruz. (Dünyada kilise-mağara olarak kullanılan mabedin ikincisi ise Filistin-Batı Şeria bölgesindeki Beytüllahim şehrindeki Hz. İsa’nın doğduğu Beklen mağarası üzerine kurulan Milad /Doğuş kilisesidir.)

            Şehre dönüp markalaşan bir sabun fabrikasını (Antioch's Verda) geziyoruz. Bu bölgede Defne ağacı önemli bir bitki. Zeytin ve defne (dişisi) yağı dışında sabun, şampuan, cilt ürünleri vb. ürünler yer tutmuş. Verda markası 2006 yılında patent almış. Bize ilk olarak fabrikanın ortaklarından bir genç tanıtım sunusu yapıyor, hem Hatay’ın tarihini hem de defnenin öyküsünü dinliyoruz. Sabunun eski koşullarda imal edilmesini nostaljik olarak izlerken, yeni koşullarda imal edilmesini uygulamalı olarak görüyoruz. Fabrika bir nevi aile şirketi, atadan torunlara intikal etmiş. Tabi ki imalathane sonrası fabrikaya dönüşmüş, gençler de şirketleşerek markaya dönüştürmüşler. Ardından ürünlerden sabun, şampuan ve zeytinyağı alıyoruz. Bahçedeki çardak altında çay ikram edilirken, Asi dizisinin fabrikada çekilen resimlerine bakıyoruz.

            Antakya’nın tarihi dar sokaklarından yürüyerek geleneksel Antakya evlerini seyrederek gelmiş olduğumuz Sen Piyer Katolik kilisesine kapalı olduğu için giremiyoruz. Halbuki bugün pazar ve ayin günü biz öğleden sonraya kaldığımızdan bahse konu yeri göremiyoruz. Oradan eski labirent sokaklardan yürüyerek bu kez Ortodoks kilisesine geçiyoruz, burası biraz hareketli ve kalabalık. Bu kilise Şam’a bağlı olarak çalışıyor. 1200 cemaati olduğunu ilgililerden öğreniyoruz. Bugün de pazar ayini sonrası bir cenaze yemeği (onlar hayır işi olarak adlandırıyorlar) olduğu için kalabalıklarmış. Kilisenin çevresi külliye benzeri konuşlanmış, cenaze hizmetleri, toplu sohbet ve taziye yerleri, yemek verecekleri salon var. Temiz ve düzenli buluyorum.  Ardından aracı park ettiğimiz ana cadde üzerindeki Habibi Neccar camiine  uğruyoruz. (Burası aynı zamanda dün akşam yemek yediğimiz lokantanın da çaprazında kalıyor.) Habibi Neccar ilk Hristiyan olan şahsiyet. Hz. İsa tarafından gönderilen elçilere ilk defa inanan ve bu inancından dolayı hayatını kaybeden bir Antakyalı. Adı verilen cami, Roma dönemi Pagan tapınağı iken Hristiyanlık ile kiliseye, Türklerin fethi (638) sonrası camiye dönüşüp, günümüzde cami bir külliye şeklinde ziyaret ve türbe olarak konuşlanmış, özellikle çocuğu olmayan bayanların uğrak yeri. Ayrı bir bölümden alt kata inilerek Habibi Neccar’ın ve diğer  şahsiyetlerin türbelerini görüyoruz. Burada dua eden, namaz kılan insanlar görülüyor. Yan taraftaki cami ise normalden büyükçe, bahçesinde şadırvan, medrese gibi din eğitimi verilen küçük odacıklar var. Bugün hava çok sıcak olduğundan cami dışındaki duvarın üzerine oturarak, gölgeden çıkmıyorum.

 Harbiye/ Dafne

Öğle yemeği için şehrin tarihi mesire yeri Harbiye’ye doğru yol alıyoruz. Diğer  mitolojik adıyla antik Dafne yani Defne olan tarihi, turistik ve doğal park özelliğindeki mesire yerine geçiyoruz. En merkezi konumdaki Kule Restorant’ın bahçesine oturuyoruz. Burası biraz tepede seyir yeri gibi. Çevremiz ağırlıklı olarak Defne ağaçlarının oluşturduğu yeşil örtü/orman ile kaplı. Dağlar arasında şelale görüyoruz. Apollon, Dafne’ye olan aşkını gözyaşlarına dökünce şelale oluşmuş, günümüze kadar gelmiş olan efsaneyi detaylı olarak aktaracağız. Tam aşağıda batıya doğru Asi nehri kıvrılarak gepgeniş ovanın yeşilliğinde bizden uzaklaşıyor. Biz de heyet olarak yöresel yemekleri tadarken bir yandan da doğal güzellikleri seyrediyoruz.

Defne Ağacına Dönüşüm

Dafne/ Defne'nin, Apollon'dan kaçarken toprak anadan yardım istemesi ve bunun üzerine ağaca dönüşümü olayının mitolojik çağlarda Harbiye’de yaşandığı ve bu bölgenin adınında Dafne/ Defne olarak anıldığı ve Defne ağaçlarının bu coğrafyaya hakim olduğu anlatılmaktadır. Öykü ise söyle oluşmuş;

Yunan tanrıları arasında on parmağında on marifet olarak geçen, Zeus ile Leto'nun oğlu, Artemis'in ikiz kardeşi Apollon, bir gün Thessalia'da kıyıları ağaçlarla gölgelenen Peneus ırmağı kenarında, güzel genç bir kız gördü. Bu güzelin adı Dafne idi ve Apollon görür gürmez ona aşık olmuştu. Dafne ormanların derinliklerinde dolaşmaktan zevk alıyor, ay ışığında yabani hayvanları kovalamak avlamak en büyük eğlencesi idi. Yalnız başına dolaşmayı çok seviyordu. Dahası Dafne hayatı boyunca yalnız yaşamaya yemin etmişti. Erkeklerden nefret ediyordu bu yüzden evlenmeyi kesinlikle istemiyordu. Fakat Apollon ona delicesine tutulmuş peşini bırakmıyordu. Ormanda karşılaştıklarında Tanrı Apollon güzeller güzeli bu kızla konuşmak istedi ancak Dafne ondan korkarak koşmaya başladı. Apollon ne dediyse onu durmaya ikna edememişti, Dafne korkmuştu bir kere. Yorgun düşene kadar koştu koştu, daha fazla koşacak gücü kalmadığında yere yıkıldı ve toprak anaya yalvarmaya başladı.

"Ey toprakana beni ört, beni sakla, kurtar." Toprak ana onun yakarışını duymuştu, az sonra Dafne yorgunluktan ağrıyan bacaklarının sertleştiğini, odunlaşmaya başladığını hissetti. Gri renginde bir kabuk göğsünü kapladı. Güzel kokulu saçları yapraklara dönüştü ve kolları dallar halinde uzandı, küçük ayakları ise kök olup toprağın derinliklerine doğru indi. Apollon sevdiği kıza sarılmak isterken bu Defne ağacına çarpınca şaşırdı. O günden sonra Defne ağacı Apollonun en sevdiği ağaç oldu ve defne yaprakları genç tanrının saçlarının çelengi oldu. Kahramanlara ödül olarak defne yapraklarından yapılma taçlar taktılar.  

Dafne, başka bir bitkiye dönüşüm ve aşk öyküsü olarak yalnız Ovidius’un “Metamorphosis”inde yer almıştır. Teselyalı Irmak Tanrısı “Peneios”un kızı Dafne mitosunun kökeni, elbette Yunandadır. Ovidius’un anlatımıyla öykü yukarıdaki anlatımdan farklılık taşır:

Apollo onu yakalamaya kararlıdır. Kız da ona teslim olmamaya azimlidir. Tanrının pençeleri omuzlarına yapıştığında ağaçlar aralanır; babası Peneus’un ırmağı ortaya çıkar; “Baba, bana yardım et!” diye yakarır ve anında bir uyuşukluk, ayaklarının toprağa gömüldüğünü; bedeninin kabuklara büründüğünü ve iri yapraklar çıkardığını hisseder. Hızla bir ağaca dönüşmektedir. Yüreğine kor düşen Tanrı: “Benim gelinim olmadın ama mutlaka benim ağacım olacaksın; saçlarımı, lir’imi, ok kılıfımı Dafne (Defne) yaprakları ile süsleyeceğim; başıma keza senin yapraklarından yaptığım tacı sürekli başımda taşıyacağım. Kapitolde zafer resm-i geçitlerinde muzaffer generaller başlarına “Defne tacı” geçirerek yürüyecekler. İmparatorlar, şairler, olimpik oyunlarda utku kazanan sporcular defne çelengi ile ululanacaklar. Augustus’un kapı eşiklerindeki sütunları sen süsleyeceksin.

 Hatay’dan Ayrılış (Hatay – Adana - Ankara)

30 Mayıs Pazar günü Saat 15.30 gibi Hatay’a veda ederek şehir merkezini kullanmadan çevre yolunu takiben otobüsle Adana’ya doğru yol alıyoruz. Hatay’ın kenar mahallerini seyrederken, bir süre sonra gidiş gelişli yol yapımı nedeniyle yarım saate yakın bozuk yolda ilerliyoruz. Programda bulunan Antakya kalesi ve Uzun Çarşı’sını gezemiyoruz. Kaleyi gündüz ve gece Habib Neccar dağlarının üzerinde uzaktan görüyoruz. Yarım saatlik bir tırmanma sıcakta bunaltacağı için gezemiyor, seyir yeri olarak geceleyin daha güzel olacağını söyleseler de geç kaldığımız için göremiyoruz.

Amanosları tırmanıp inişe geçince kuşbakışı denizi ve İskenderun’u görüyoruz, ilçeye girmeden çevre yolundan devam ediyoruz. Sırasıyla Payas, Dörtyol sonrası otobana giriyoruz. Ormanlık alan geride kalmış, Çukurova’ya geçilmiş, ekili alanları gepgeniş ovayı geçiyoruz. Burada da hasat işlemlerini gözlüyoruz. Saat 18.30 gibi Adana’ya şehir merkezine ulaşıyoruz.

Adeta yeme sendromuna giriyoruz. Hatay, Halep, Adana sofrası bizi şişmanlatıyor. Eti, yufka ekmeği, yeşillikleri, mezeleri, tatlıları vs... Adana havaalanına geçerek 20.40 uçağı ile dönüşe geçiyoruz, bir saat sonra kendimizi Ankara’da buluyoruz.

Gezi Değerlendirmesi

Bu gezi -3 günlük sıkıştırılmış programıyla- benim için özel bir gezi olmuş, 80. vilayet gezim olan Hatay’ın yanında -kendi imkanlarımızla hem resmi program hemde sınır dışına taşarak- Suriye-Halep hattının gezilmesi ayrı bir renk katmıştır. Suriye ile ilişkilerin düzelmesi ve ardından vize muafiyeti getirilmesi sonucu, sınır ticareti ile turizm ilk etapta gelişme olarak göze çarpanlar.

Seyahatlerin insanı yenileyen, ufkunu açan bir yönü olduğu yadsınamaz. Meslek yaşamımda MGA sonrası TODAEİ kapsamında katıldığım eğitim programlarının bu tür inceleme gezilerinin katılımcılara tarih/coğrafya/kültürel açılardan (vizyon/ufuk/gözlem bağlamında) katkı sağladığı aşikardır.

(Ankara / 31 Mayıs 2010)  

Remzi KOÇÖZ










17 Nisan 2024 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİ

#Köy Enstitüleri
17 Nisan 1940 tarihinde,
Türkiye’nin en özgün eğittim-öğretim projesi; 
Köy Enstitülerinin kuruluşu gerçekleştirilir:
Ve gelinen süreçte Türk aydınlanmasının öncülerinden biri olan
Köy Enstitülerinin kapatılması sonrası, aydınlanmanın yerini  zamanla/peyderpey 
din sömürüsü alacaktır.
.....................................
#Hasan Ali Yücel 
#İsmail Hakkı Tonguç 
🇹🇷   🙏   🌷

12 Nisan 2024 Cuma

KARASU ÜZERİNE NOTLAR – 16

            “Fakir bir ailenin çocuğu olarak okuyup kıyafetin nasıl alınabildiği ve okul harçlığının ne kadar değerli olduğunu çok iyi bilenlerdenim. Bu nedenle maddi sıkıntısı olan ailelerin çocuklarına bütçemiz ölçüsünde yardım etmeyi amaç edindik.”              Recep ÇİL (Karasu / 18. 07. 2023)

KARASU’NUN/AZİZİYE’NİN İLKLER GURURU: RECEP ÇİL... 

Henüz Sakarya il olmamış, Kocaeli’ne bağlı 2.500 nüfuslu bir ilçe olan Karasu’nun Aziziye Mahallesinde Batum göçmeni bir ailenin 2. kuşağından, Şükrü-Fatma Çil Ailesinin 4 çocuğunun en küçüğü olarak, II. Dünya Savaşının zorlu/yokluk yıllarında 1941’de doğar. İlk ve ortaokulu Karasu’da tamamlayıp, 1957 yılında Kuleli Askeri Lisesini kazanır. O yıllarda Karasu’da lise yoktur, okumak için mecburen gurbete çıkılacaktır. Ve Aziziye Mahallesinin gurbete giden ve subay olan ilk kişisi olacaktır: Recep Çil; Karasu sınırlarını aşıp gurbete çıkıp okuyan öncüler olarak kendilerinden sonraki nesile yol açıp onları yüreklendirecek, -okumak için gurbete çıkacak bizler gibi- genç kuşağa bir nevi rol model olacaktı.

1960 ihtilalinde Kuleli Askeri Lisesi son sınıfındadır, ihtilalin ardından Kuleli’yi başarıyla/iftiharla bitirerek, o yaz Ankara’ya kara Harbokuluna gelecektir. Harbokulu o yıllarda 2 yıllıktır. 1962'de, 2. sınıf öğrencisi iken, Kara Harbokulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir’in öncülüğünde başlatılan ve hükümete darbe girişimi olan 22 Şubat Olayını yakinen yaşayacak, Başbakan İnönü tarafından affedilerek okullarına devam edeceklerdir.

1962 yazında levazım asteğmen olarak mezun olup, levazım okulunda 6 ay kurs görmesinin ardından teğmen rütbesi ile ilk görev yeri Erzurum’a gidecektir. Erzurum’da kıta görevinde iken üniversite sınavlarına girecek, Hukuk Fakültesini kazanmasına rağmen, hem tatbikat nedeniyle başvuru süresini kaçıracak hemde büyük ilde olmaması nedeniyle dışarıdan okuyamayacaktı.  

(1964 yılında kendisi gibi Aziziyeli olan Kavas sülalesinden Fikriye Hanım ile evliliğinden 1 kızı ve 1 oğlu olurken, sonrasında 3 torun sahibi dede olacaktır.)

Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Atatürk/Cumhuriyet ilkelerine bağlı bir subayı olarak Erzurum-Maraş-Amasya (1971) illerinde görev sonrası İzmir’de lisan okuluna gidecek (9 ay), ardından yine İzmir’de NATO birliğinde (3 yıl) görev yapacaktı. Şark için Bayburt’a gidecek oradan 3 aylığına ABD’ye gönderilecekti. Sonrasında İstanbul Levazım Okuluna öğretmen olarak başlayıp 1980 ihtilalinde 1.Ordu Komutanlığı karargahında görev alacaktı. 1982-83 yıllarında 2. kez NATO’da görev için İzmir/Şirinyer’e gidecekti. Sonrasında yine şark görevi için gittiği Diyarbakır’dan Ankara’ya önce genelkurmaya gelecek ardından Kara Kuvvetleri Komutanlığına geçecekti. Ve 1993 yılında Kara Kuvvetleri kadrosundan, Asteğmen olarak başladığı 31 yıllık onurlu bir görev sürecinin ardından Albay rütbesiyle emekli olacaktı.

O, küçük bir ilçede bir çiftçi çocuğu olarak Cumhuriyet’in sunduğu fırsat eşitliği imkanından yararlanarak, devlet parasız yatılı okuyup ardından Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir subayı olarak  Atatürk ve Cumhuriyet devrimleri/ilkeleri/değerleri doğrultusunda yurdun dört bir yanında görev yapmanın onur ve gururunu taşıyacaktı.

(Karasu merkezden/İncilli mahallesinden Orgeneral İsmail Koçman (1957 girişli) dönem arkadaşıdır, birlikte aynı yıllarda okurlar. Kendilerinden 1 dönem önce Hüseyin Altay (1956) Kulelide okuyup yine Kuleliye öğretmen subay olarak dönecek Aziziye’den 2 dönem sonra 1959’da Kuleli’ye giren Tuğgeneral Habil Küçük. Sonraki yıllarda Albay Turgut Tatlı, Yılmaz Genç, Aydın Kurudal, abim Mehmet Akif Koçöz, Oramiral  Veysel Kösele ve Albay Murat Özkan mahallemizin subayları olarak onur listesinde yer alacaklardı. Aziziye dışından Tuğamiral Necati Kurt ve Şehit Üsteğmen İbrahim Abanoz da doğal olarak Karasu’nun değerleridir.)

Emeklilik ve Eğitim Gönüllülüğü

Tabiki emeklilik sürecinde memleketine daha sık gidecek, akrabalarına/arkadaşlarına/ hemşehrilerine daha çok zaman ayıracaktı. Çocukluk günlerini yadetme nostalji yanında, birşeyler yapma/üretme, eltutma/yararlı olabilme konusunda çaba sarfedecekti. Özellikle eğitim alanında birşeyler yapılmalıydı, birşeyler yapmalıydı. Ve bu düsturla eğitim gönüllüsü olarak kolları sıvayarak, -tıpkı mahallenin ilk subayı olarak gençlere öncü olduğu gibi- “Milli Eğitimin ülkenin geleceğini dönüştüren önemli işlerin başında geldiği” bilinciyle mahallesine bir önder olarak, mahallelisinin duyarlı insanlarıyla birlikte 2005 yılında bir dernek kurarak işe başlayacaktı: “Karasu Aziziye Mahallesi Eğitim Öğretim Kültür Sanat ve Spor Faaliyetleri Destekleme ve Dayanışma Derneği.”

2005-2021 yılları arası yaklaşık 700 öğrenciye burs yardımı yapmanın yanında 900 kadar öğrenciye de kıyafet/çanta/kırtasiye gibi yardımlarda bulunulacaktı.

O, yazı girişindeki sözleriyle kendini örnekleyerek, destek/dayanışma ruhuyla duyarlı/yardımsever insanların katkılarıyla gençlere yardım elini uzatacak:

“İhtiyacı olan çocuklara dokunmak özellikle beni çok mutlu ve huzurlu kılıyor” diyecekti.

Karşılıksız/çıkarsız/özverili vede vicdanlı bir hizmet sürecinin ardından içinde bulunduğu topluma/hemşehrilerine hesap verirken, geleceğe çok önemli bir not düşecekti:

“Dernek parasıyla ne bir bardak çay içtik nede misafirlerimize içirdik. Bu gurur da bize yeter.”

16 yıl boyunca aidat/bağış olarak toplanan 493.976.00 TL’nin büro giderleri dışında kalan 467.183.00 TL’si ile fakülte/yüksekokul öğrencilerinin burslarına, ilk/orta/lise öğrencilerinin kıyafet/çanta/kırtasiye ihtiyaçlarının karşılanmasına harcanmıştır. Esas ağırlık yüksek öğrenim burslarının temini olmuştur. Büro giderleri toplanan paranın %5.5 oranında, %94.5 ise asli işe yani burs/yardım olarak yerini bulacaktı. Bu emsalleri açısından çok büyük bir başarı idi. (Ayrıca bu bilançoya dahil etmediği İstanbul’daki dostlarından aldığı giysi/kitap/kırtasiye gibi yardımları olacaktı.)

Tabiki bu tür gönüllü hizmetler özveri yanında dinamizm vede nöbet değişimi gerektirir. O yüreği/gücü/enerjisi yettiğince bu hizmeti 80 yaşına dek onurla sürdürdü. Ve devamı için çok çabaladı ancak, kendinden sonraki kuşaklardan nöbeti teslim alacak gönüllüler çıkmaması nedeniyle üzülerek sonlandırmak durumunda kalacaktı:

“Araya korona salgının girmesi, benimde sağlığımın bozulduğu, muhtar vasıtasıyla dernek faaliyetlerini sürdürecek gönüllüler bulunmadığından, yönetimden de talipli çıkmadığından üzülerek 24.7.2021 yılında derneğimizi tasfiye etmek zorunda kaldık. Keşke dediğim şey 1995 yılında açmadığımdır. Daha önce açmış olsaydık daha uzun süre yardım eli uzatmış olurduk.”

16 yıl boyunca dernek faaliyetleri olarak yaptıklarını (yukarıda tırnak içerisinde vermeye çalıştığım bilgiler çerçevesinde) tane tane kuruşuna kadar üyelerle/bağışçılarla paylaşacaktı. Ben bu dünyada kimseye hesap vermem diyenlerin aksine, örnek/duyarlı/ahlaklı bir insan olmanın vede sorumluluk gereği içinde yer aldığı çevreye/topluma hesap verecekti:

“Tasfiye sonucunda 15.770.00 TL ve demirbaş malzemelerimizi Aziziye Spor Kulubüne devrettik ve mahallemizin gençlerinin istifadesine sunmuş olduk.”

Recep Çil ağabey, salgın sürecinin ardından kendi istemi dışında 2 yıllık bir süreçte (2021-2023) ancak tasfiye işlemini gerçekleştirebilecekti. Hayırsever dostlarına/üyelerine 16 yıllık hesabı vermek ve şükranlarını sunmak için bir mektup hazırlar ve adreslerine gönderir.

Dernek Başkanı sıfatıyla 17 Temmuz 2023 tarihinde son imzasını atacak, “Değerli Dostlarım” diye başladığı, 9 madde halinde ayrıntılandırdığı, teşekkür ve veda mektubunu, “kalın sağlıcakla” diye bitirecektir.

O, dostlarına/arkadaşlarına/akrabalarına/hemşehrilerine vefa konusunda destek/ dayanışma konusunda hep en önde olacak, hep ilerden koşacaktı; “Önce en yakınındakine yardımcı olacak, ilk olarak çevrenden başlayacaksın, kutsal kitapta öyle söyler” diyecektir.

Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk’ün; “Vatan sevgisi ona hizmetle ölçülür” şiarıyla yurdun dört bir yanında onurlu bir şekilde görev yapmanın ardından, emeklilik sürecinde kendi ilçesi Karasu’ya, Mahallesi Aziziye’ye birliktelik/dayanışma/yardımlaşma çerçevesinde sadece gönüllere değil imkansızlıklara da gücü yettiğince dokunacaktı.

İstemimiz ve umudumuz, günübirlik siyasi çekişmelerden ayrı/uzak tutarak, insanlara bir şekilde destek/katkı sağlayan, efor/emek/çaba harcayan, topluma örnek olan bu gibi değerlerin unutulmaması, bir şekilde yaşatılması. (Örnek: Cadde/sokak isimleri şeklinde olabilir. Aziziye Camii yanındaki parkın isminin, o mahalleden yetişmiş, içinde yaşadığı topluma katkı sunan, değer katan bir şahsiyete verilmesi şeklinde olabilir.)

Aslolan insanları yaşarken değer kılmaktır!

Saygı/sevgi/selamlarımla…

(Karasu / 12. 04. 2024)

Remzi KOÇÖZ






9 Nisan 2024 Salı

GÖZLERİ AÇIK GİDENLER

 

Tümünü Düzenle
Fotoğraflar/Videolar Ekle
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz