20 Temmuz 2024 Cumartesi

TARİHTE BUGÜN (24 Temmuz 1974)

 

-50 Yıl Önce: 24 Temmuz 1974 / Kıbrıs-

‘70’li yılların dış politikasında Türkiye açısından en önemli konu Kıbrıs olacaktır. Türkiye, -Kıbrıslı Türklere yapılan zulmü- diplomasi ile çözemeyince garantörlük gereği müdahale hakkını kullanır. Türk ordusu Kıbrıs’a barış harekatı düzenleyerek (20 Temmuz ve 14 Ağustos 1974) bugünkü KKTC’yi oluşturan bölgeyi güvenceye alır.’

Barış Harekatı Sonrası Gelişmeler

Türkiye, barış harekatı ile 1963-1974 arası 11 yıldır huzur ve güvenden uzak Kıbrıs’a barış, huzur, güven, özgürlük ve de demokrasi getirmiştir. Dolayısı ile sadece Türkler açısından değil adadaki Rumlar açısından da huzur ve güven sağlanmıştır. Yunanistan’da da bu harekat sonrası askeri yönetim son bularak, demokrasiye geçiş yapılmıştır.
            20 Temmuz 1974 tarihli Cenevre anlaşması ve 1 Kasım 1974 tarihli BM genel kurulu kararları sonucu “adada iki toplumun varlığının ve eşitliğinin kabul edilmesi”, aynı günlerde tüm dünyanın Kıbrıs için federasyonu seslendirmeleri Kıbrıs Türk Federe Devletinin 13.2.1975’te kurulma sürecini getirmiştir. 1975 yılında Viyana’da 6 tur görüşme sonuçsuz kalır, anlaşma sağlanamaz. Görüşmeler 12.2.1977’de tekrar başlar ve 4 maddelik ilke anlaşması imzalanır. 1977 yılında BM Genel Sekreteri Waldheim, Makarios’u ikna ederek yeniden 2 toplumlu Kıbrıs’ı hayata geçirmeye çalışırken Makarios Yunanistan’a çağırılarak gece ‘kalp krizi’ sonucu ölür. BM Genel Sekreteri de Yahudi düşmanı Nazi yanlısı olarak yıpratılmaya çalışılırken, bu süreç askıya alınır. 1978 yılında AB Kıbrıs’taki varlığı ile Yunanistan’ı kınar.
            Makarios’un ölümünden sonra yapılan görüşme sonucu 1979 yılında da 10 maddelik bir çerçeve anlaşma imzalanır. Bu toplumlararası görüşmeler Mayıs 1983 yılına kadar aralıklı devam edecektir. Mayıs 1983 yılında Rumların tek yanlı olarak BM genel kurulundan Türklerin gıyabında haksız karar çıkartması sonrası 15 Kasım 1983 tarihinde Kıbrıs Türkleri Rauf Denktaş liderliğinde ‘Self Determinasyon Hakkını’ kullanarak kendi bağımsız devletini, KKTC’yi ilan etmişlerdir. Self determinasyon hakkı, “halkların kendi geleceklerini özgürce belirleme hakkı’ olarak BM ve AGİK sözleşmelerinde yer almaktadır. Her ne kadar Türkiye dışında tanınmasa da fiilen KKTC Kuzey Kıbrıs’ta egemen ve bağımsız bir devlettir.
            1988-1990 tarihleri arası yeni bir görüşme sağlansa da bir sonuç alınamaz. 1990 yılında Kıbrıs Rum kesimi Kıbrıs adına AB’ye üyelik için başvurur. KKTC ve Türkiye’nin 1960 anlaşmaları ışığında itirazlarına rağmen AB Rumların başvurusunu incelemeye alır. 1992 yılında BM “Gali Fikirler Dizisi” adıyla ortaya atılan planı Türkler müzakere edilebilir bulsa da, Rumlar tümüyle reddeder.
            Rum ve Yunan lobisi uzlaşmaz tutumunu sürdürerek yeni maceralara hazırlanıp 1993 yılında “ortak savunma doktrini” hazırlarlar. Bunun üzerine BM 1994 yılında güven artırıcı önlemler paketi hazırlar. 1995 yılında AB Kıbrıs’la ilgili üyelik sürecini başlatır. Bunun üzerine 1997 yılında KKTC’nin Türkiye ile bütünleşme süreciyle sonuçlanabilecek Türkiye ve KKTC cumhurbaşkanları ortak deklarasyon yayınlarlar. Bu bir yerde uluslararası politik manevra olarak da adlandırılabilinir.
            1997 yılında iki kez görüşme sağlansa da sonuç yok. Aralık 1997 tarihinde AB Lüksemburg zirvesinde Rumlarla tek yanlı müzakerelere başlanacağı açıklanır. Bu ayni zamanda bir yerde bugüne kadar yürütülen toplumlararası görüşmelere de noktayı koymuştur. 1998 yılında Türk tarafı, barışçı girişimlerini sürdürerek “fiili garanti, iki kesimli, iki toplumlu konfederasyon” önerir. Türkiye’nin garantörlüğü özellikle vurgulanır. Rumlar ise 30 yıldan bu yana oluşmuş fiili yapıyı ve bu yapının nasıl oluştuğunu görmezden gelerek, “Üniter devlet, Türkiye’den gelen göçmenlerin geri gönderilmesi, evleri kuzeyde olan Rumların evlerine dönmesi, TSK’nin adadan çekilmesi” esasları üzerinde kilitlenir.
            Barış Görüşmeleri ve Annan Planı
            1998 yılında BM yeni genel sekreteri Annan iki toplum arasında yeni görüşmelere ön ayak olur. 1999-2000 tarihlerinde görüşmeler sürdürülür. 2001 yılındaki New-York görüşmelerine KKTC politik açıdan bir değişiklik olmadığını ve sonuç alınamayacağını gerekçe göstererek katılmaz. İşte daha sonraları masadan kaçan taraf olarak Rumlar bunu her platformda seslendirecek, hatta Türkiye’de ve KKTC de taraftar bulacaklardır. 2001 yılının sonlarına doğru Türk tarafı atağa geçerek 2001-2002 yıllarında doğrudan görüşmeler sürdürülür.
            2003 yılı içerisinde Kıbrıs’ta serbest geçiş olayını başlatan KKTC Rumların oyununu bozup, dünyayı şaşırtır. Bu şunu gösterir: Ulusların iradelerine dışarıdan karışılmaz, karıştırılmazsa onlar ayni topraklarda bir arada barış içersinde yaşayacaklardır. Ancak geçmişte yapılan, yaptırılan katliamlar bir arada yaşamanın uzun sürmeyeceğinin canlı göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Sonrasında BM devreye girerek Annan planını görüşmeye açar. Bu plan her görüşme sonrası değişime uğrar. Taraflar planda anlaşamayınca boşluklar BM tarafından doldurularak 5. kez değişime uğrayan Annan planı 28 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ta referanduma sunulur. Referandum sonucunda Türklerin evet, Rumların hayır demesi bir şeyi değiştirmeyecek Rumlar Kıbrıs olarak 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye girer.
            1974 yılında yaşanan Kıbrıs’taki Rumların katliamları sonucu açılan toplu mezarlar TV kanallarından -hem de BM gözetiminde- tüm dünyanın gözleri önüne serilmiş. Buna rağmen adada Türkler işgalci konumuna sokularak, adanın temsilcisi Rumlar kabul edilmiş. Yine dünyaya kendimizi haklılığımızı anlatamamışız. Ve sonuçta da Yunanistan’dan sonra Kıbrıs Rum kesimi de AB’ye tam üye olurken, biz beklemeye daha da devam edeceğiz. Rum lobisi, AB ve Batı dayanışması karşımızda durmakta.
           
Türkiye, AB ile müzakerelere başlama sürecinde (2004) Kıbrıs politikasındaki (“Annan Planındaki boşlukları Annan doldursun, biz ona güveniyoruz” şeklindeki) tavizleri nedeniyle Yunanistan Türkiye’ye ait (152) ada/adacık/kaya parçalarını işgal ederken, Balyoz gibi kumpaslarla özellikle deniz kuvvetleri komuta kademesi çökertilip, deniz gücünün caydırıcılığı yara alırken, münhasır ekonomik bölgesine yönelik tacizlere/tecavüzlere yanıt vermekte zorlandı.

1974 Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türkleri KKTC’yi kurmuş, bugüne kadar tanıyan olmamışsa da -Türk dünyası ve Müslüman coğrafya dahil- AB sürecinde tüm olumsuzluklara rağmen anavatan güvencesinde yaşamlarını sürdürecekti.

Türkiye Cumhuriyeti, kurucu önderinin vasiyetini göz ardı etmeyerek, -son 20 yıllık süreçte tavizlerle gitgeller yaşasa da- Kıbrıs’ı ulusal bir dava olarak savuna gelmiştir. Kıbrıs davası belki çoğu kimseye özellikle gençlerimize anlamsız gelebilir. Bu da tarih bilincini sürekli canlı tutmanın ulusların gelecekleri için ne kadar önemli olduğunun kaçınılmaz bir göstergesidir.
            (20 Temmuz 2024)

Remzi KOÇÖZ





15 Temmuz 2024 Pazartesi

KİTAPTAN BİLGİLER (15 Temmuz)

            Türkiye’nin Avrupa Serüveni

      -----------------------------------------
      -Kitaptan Bilgiler-

             15 Temmuz Darbe Girişimi (2016)






14 Temmuz 2024 Pazar

TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR - 29

             İnsan Unutur Tarih Hatırlatır:

“Bugün bize Atatürk’ü ve yakın tarihi unutturmak isteyenler, ulus bilincimizi oluşturan milli hafızamızı silmek istiyorlar, siyasal hafızamızı kurgusal bir tarihle yeniden biçimlendirmeye çalışıyorlar. Cumhuriyet’in millet hafızası yerine Osmanlı’nın ümmet hafızasını yeniden canlandırmaya çalışıyorlar. Bunun için halkın hafızasını kurgusal bir tarihle ve dinle şekillendiriyorlar.” Sinan MEYDAN

KIBRIS/TOPRAK KAYIPLARI/DENGE POLİTİKASI/YENİ OSMANLICILIK

Sultan Abdülhamid / İstibdat dönemi; Balkanlar ve Kafkas cephelerindeki Osmanlı-Rus savaşlarının (1878) getirdiği kayıpların ve başarısızlıkların ardından Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kurulması (1881) İmparatorluğun çöküşüne giden yolda mihenk taşlarıdır. Devlet teslim olmuş, milli/bağımsız özelliğini kaybetmiş, uluslararası sermayenin yönetimine girmiştir.

Bu dönemdeki toprak kayıpları

Kıbrıs’ın İngilizlere verilmesi, Romanya, Sırbistan, Karadağ’ın bağımsızlığı (1878),

Fransa’nın Tunus’u işgali (1881), İngilizlerin Mısır’ı işgali (1882),

Girit’in Yunanistan’a, Bosna-Hersek’in Avusturya’ya bırakılması, Bulgaristan’ın bağımsızlığı (1908).

Kıbrıs

“Kıbrıs Batı Asya’nın anahtarıdır” diyen İngilizler, Doğu Akdeniz’de egemenlikleri için “Kıbrıs’ın kendilerine verilmesi şartıyla Berlin konferansında Osmanlıya yardım edecektir” şeklinde Kıbrıs’ı resmen isterlerken (23.5.1878), Kıbrıs; “Hukuki şahaneme halel gelmemek şartıyla anlaşmayı tasdik ederim” şeklindeki padişah iradesiyle, geçici olarak İngilizlere bırakılacak (15.7.1878), zaman içerisinde tamamıyla elden çıkacaktır (5.11.1914). Türklerden boşalan yerler Rumlara verilirken, Osmanlı tarihinde ilk kez savaş yapılmaksızın bir toprak kaybedilecektir.

Dış politika

Abdülhamit denge siyasetinin ilk kaybı Kıbrıs olurken, ardından kayıplar kat be kat artacaktır. (Batılı ülkeler, Haliçte Abdülhamid tarafından bekletilen donanmanın kullanılmamasını fırsata çevirerek adaları da bir bir işgal edeceklerdi.)

“Sultan Hamid’in dış politikadaki ilkesi şu idi: Rusya’yı idare etmek, İngiltere ile asla sorun çıkarmamak, Almanya’ya dayanmak, Avusturya’nın gözünün Makedonya’da olduğunu unutmamak, diğer devletlerle mümkün mertebe hoş geçinmek… Balkanları karıştırıp Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlar arasına nifak ve anlaşmazlık yaratmak. En çok çekindiği devlet İngiltere idi…” (Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa)

İngiliz politikası ve Rus tehdidi karşısında sıkışan Osmanlı yönetimi İngilizlere yakınlaşma niteliğinde Kıbrıs’ı bırakırken, Doğu Anadolu’nun Ermenilere verilmesi konusundaki tavize yanaşmaması ise bu dönemin başarısı olacaktır.

İç politika

II. Abdülhamit’in istibdat döneminde öğrencilerin geçmişle mevcut durumu kıyaslayarak saraya muhalif olmalarında okul müfredatındaki tarih derslerinin etkili olduğu, Osmanlıcılık ve İslamcılık yerine Ulusçuluğu özendirdiği gerekçesiyle;  “padişah ve hükümet, tarihi sevmezler ve tarihten korkarlardı” (Yusuf Akçura). Bu dönemde genel tarih ve coğrafya dersleri kaldırılıp hatta tarih kitapları yasaklanırken, “saraya sadık/itaatkar bir Osmanlı tebeası” yaratmak adına yerleri din ve ahlak dersleri ile doldurulur (Sadrazam Küçük Said Paşa).  Günümüz müfredat değişikliği de inadına o döneme atfen, kayıplara/çöküşe rağmen geriye gidişten başka bir şey değil. Ne diyelim; tarih tekerrür etmekte…

Günümüzde “Payitaht” dizileriyle büyük padişah/ulu hakan olarak taçlandırılan Sultan  Abdülhamid döneminde Avrupa ülkeleri, topraklar dışında ekonomik imtiyazlarla duyunu umumiyle gelirlerine de el koyarak istediklerini alırlarken, içişlerine müdahalede geri kalmazlar. Abdülhamid’in kendisine suikast düzenleyen bir yabancıyı (Belçikalı Edward Joris-1905) bile baskı karşısında serbest bırakmakla kalmayıp, -500 altın harcırah vererek hafiyelik yapma gerekçesiyle- Avrupa’ya gönderecektir.

Gelinen noktada; Türkiye’nin 2 katı büyüklüğünde toprak kaybedilmesine rağmen, günümüzde “hiç toprak kaybedilmemiştir” şeklinde, Osmanlının “hasta adam” olarak teslimiyetine/çöküşüne imza atılan Abdülhamid/istibdat dönemi adeta kutsanmakta..

20. yüzyıla Türk mucizesi olarak damga vuran çökmüş bir imparatorluktan modern bir toplum yaratan bir değişimin, Türkiye’nin Cumhuriyet dönüşümü sıradanlaştırılmaya çalışılmakta, -21. yüzyıla ulaşan 100 yıllık- Cumhuriyet’e alternatif olarak parlatılan; Siyasal İslamcılık ve Yeni Osmanlıcılık siyaseti adına Tarih -tarihi gerçekliklere/belgelere/yaşanmışlıklara rağmen- derin tarihçiler tarafından çarpıtılmakta vede unutturulmaya çalışılmakta…

Remzi KOÇÖZ




13 Temmuz 2024 Cumartesi

TARİHTE BUGÜN (Berlin Antlaşması)

           Berlin Antlaşması, Osmanlı açısından sonun başlangıcı olurken, sonraki yıllarda Balkan savaşlarıyla elindeki son Rumeli topraklarının da kaybının önünü açacaktır.’

13 Temmuz 1878 / Berlin Antlaşması

-Osmanlı’nın Teslimiyet Belgesi-

II. Abdülhamid dönemi; 93 harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ordusu Rus ordusundan çok zayıf sayılmaz, hatta -Haliç’te çürütülen donanma dikkate alındığında- Karadeniz’de üstün sayılırdı. Abdülhamid tarafından saraydan yönetilen savaşta, cephede savaşan komutanların destansı direnişleri olsa da 2 yılda 8 sadrazam değişikliği Rusların işine yarayacaktı. Batı cephesi/Balkanlar’da, Doğu cephesi/Kafkaslarda ordunun direniş kahramanlıkları yetersiz kalacak, Ruslar İstanbul ve Erzurum’a kadar ilerleyeceklerdi. İşin ilginç yanı cephede kahramanca çarpışan komutanlar olarak Osman ve Ahmet Muhtar Paşalara verilen Gazilik ünvanı saraydan çıkmayan Abdülhamid’e de verilecekti.

Edirne mütarekesi (31.1.1878) ardından Ruslarla imzalanan Ayastefanos/Yeşilköy antlaşması (3.3.1878) gereğince yüklü bir savaş tazminatı yanında büyük bir toprak kaybı söz konusuydu, Balkanlar ve Doğu Anadolu Rusların egemenliğine bırakılıyordu. Batılı güçler İngiltere/Fransa/Avusturya/Almanya/İtalya, “Hasta Adam” olarak niteledikleri Osmanlının mirasını Rusların tek başına paylaşmalarına sıcak bakmayıp, Berlin’de bir kongre düzenlerler (13.6.1878). Rusların da sıcak baktığı/katıldığı ve tazminat kazandığı Kongre sonucunda 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması gereğince Osmanlı topraklarının 2/5’ini (287.510 km2), nüfusunun 1/5’ini (5.5 milyon) kaybederken, 1699 Karlofça Antlaşmasından sonra en çok toprak kaybedilen bir antlaşma olacaktı. Balkanlar/Bulgaristan’dan 1 milyondan fazla insan İstanbul’a göçerken, Türkler Balkanlarda azınlık konumuna düşecekti. Kafkaslar/Gürcistan’dan da (Dedelerimizin de içinde bulunduğu muhacirler olarak) 1 milyon insan Anadolu’ya göçer.

Osmanlının kayıpları, teslimiyet belgesi niteliğindeki Berlin Antlaşması ile sınırlı kalmayacak yakın/uzak sonuçları da beraberinde getirecek, imparatorluğun ekonomik/mali çöküşünü de hızlandıracaktır.

(13 Temmuz 2024)

Remzi KOÇÖZ





30 Haziran 2024 Pazar

VAROLUŞ/ZAMAN/DEĞİŞİM

 “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında.”

(Ahmet Hamdi TANPINAR)

VAROLUŞ / ZAMAN / DEĞİŞİM...


Evrenin varoluşu: 13.5 milyar yıl kadar,

Dünyanın varoluşu: 4.5 milyar civarında,

İnsanlığın ortaya çıkışı/Homo Sapiens: 200 bin yıl önce,

İnsanlık tarihi/yazılı: 6.000 yıl önce

İlk tek tanrılı din/Yahudilik: 3.300 yıl kadar,

Son tek tanrılı din/Müslümanlık: 1.400 yıl önce,

Dinler çağı/Ortaçağ: 1700-575 yıl öncesinde,

Günümüz çağı: Antroposen/insan/modern/ Bilişim çağı.

Değişen:  

               Düşünce, deneyim, gerçekliğin gözlem gerektirdiği,

               Dünyanın döndüğü ve evrenin merkezi olmadığı,

               Teknoloji/robotlar/yapay zeka,

               İmkansızı başarıp hatta ötesine geçme,

              Ve de hemen hemen çokşey…

Değişmeyen:

                    Bağnazlık/cehalet/dogmalar/dinler/mezhepler,

                    Diktatörler/misyonerler/çıkarlar/çatışmalar/savaşlar,

                    Adaletsizlik/eşitsizlik/haksızlık/sömürü/kölelik/izan,

                    İnsanlık ve de yeryüzü tanrıları…

Ne içindeyiz zamanın nede dışında;

Büyük patlama ile başlayıp büyük kaosla devam eden,

-Yaradan’ın yaratıcılığının kutsandığı Tanrı parçacığıyla-

Evrenin evrimiyle değişim ve sonsuz döngüsüyle,

-Bilimin simgesi sarkacın salınım düzleminde-

Dünyamız dönüşüyle bir bilinmezliğe!

(Karaağaç / 30. 06. 2024)

Remzi KOÇÖZ




22 Haziran 2024 Cumartesi

ÇARPIKLIKLAR

“Sünnet adı altında Arap-Emevî örflerini dindenmiş gibi gösterip hakikatin üstünü örtmek, genel ahlak ilkelerini çiğnemek, yalanı doğru, sahtekârlığı dürüstlük olarak sunmak, bu grupların ortak özelliğidir…

Dincilik (veya siyaset dinciliği); dini, çıkar, koltuk, baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dini vardır ne de imanı. Onun dini imanı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır…

Dincilik, tarihin en verimli, ama en zalim iş kollarından biridir. Dinci ise bu sanayi kolunu meslek edinmiş olanların adı-unvanıdır…

Allah ile aldatmanın başlangıcını oluşturan Emevî-Arap dinciliği, millet yerine ümmet, İslam yerine şeriat aldatmacalarıyla özellikle Türk milletini kimliksiz, kültürsüz ve tarihsiz bırakmanın dinsel bir gerekçesi olmuştur ve hala geçerliliğini korumaktadır.”  Prof. Yaşar Nuri Öztürk (Çağdaş Türk filozofu/Bilim adamı/İlahiyatçı)

DİNCİLİK VE BELA ÜZERİNE

Allah hangi hallerde bir milletin/ülkenin/insanların belasını verir?

Kur’ân kıssalarının ‘ayet’lerin bildirdiğine göre geçmiş toplumların helâk ile cezalandırılmalarının sebepleri yine kendi işledikleri kötülükleridir. Âyetlerde buna işaret edilmektedir: “Bu, dünyada kendi ellerinizle yapmış olduklarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.” (Kur’an, Ali İmran Suresi, ayet 3/182);

Toplumların cezalandırılması açısından helâk, gerilemek, dini/ahlâkî değerleri kaybetmek gibi anlamların yanısıra; ekonomik/siyasi yönden çöküş, toplumsal yıkım, siyasî gücün kaybedilmesi ve toplumun varlığını yitirmesi gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Buna göre toplumların çöküş süreci yaşayarak toplu halde cezalandırılmaları, kendi iradî davranışları ve yaşamlarındaki değişim sonucunda devletleriyle birlikte yıkılmaları, kültür/medeniyet ve bağımsızlıklarını kaybetmeleri anlamını taşırmış. 

ÇARPIKLIKLAR...

Kızdığımız/bunaldığımız/haksızlığa uğradığımızda,

Ağzımızdan ister istemez dökülüverir:

Allah belanı/belasını/belalarını versin,

Allah’ından bul/sun/bulursun diyerek,

-Aslında acziyetimizin dışa vurumu olarak-

Çaresizlikte Allah’a sığınır,

Yani kötüleri Yaradan'a havale ederiz.

Diğer yandan;

Yaptıkları her ihmalin/ yanlışın/ haksızlığın,

Olumsuz sonuçlarını Kader diyerek geçiştirip,

Ve de Allah’a havale ederek,

Hesap vermekten imtina edip, helallik isterken,

Yanlışlarının vebalini tabiki toplum çekiyor,

Hem de ağır bir bedel ödeyerek.

Öncelikle o ülkeyi işgalden kurtarıp, bağımsız kılıp,

Tebaa/kulluktan kurtarıp özgür birey yurttaş kılan,

İstiklali yanında istikbalini de güvence kılan,

Akıl yerine hurafeleri kendine inanç/iman kılan, cehaleti kutsayan,

Yobazlığa/bağnazlığa/cehalete karşı mücadele veren kurucu liderine,

Değerlerine ihanet eden toplumlara;

O kurucuların binbir meşakkatle kurduğu/oluşturduğu,

Fabrikaları/tesisleri/kurumları/kuruluşları haraç-mezat satıp,

Peşkeş çekenleri el üstünde tutup biat edenlere;

Toplumun temel direklerini oluşturan ve siyasetten imtina edilen ve de kutsiyeti olan;

Kışlaya/orduya, Mektebe/eğitime, Dine/mabede siyaseti bulaştıranlara pey verenlere...

O zaman;

Günümüzün en geçerli akçesi,

Din satıcılığı/simsarlığı,

İnanç tüccarlarınca vazedilen/vadedilen cennetin anahtarı,

Yaradan’ın bahşettiği aklı,

Hayra değil şerre; şeytanlığa yor,

Her türlü ahlaksızlığı/hırsızlığı/yolsuzluğu/kayırmacılığı/yalanları kutsa,

Kul hakkını kendine helal kıl!

Her türlü fitne/fesat/fırıldak ol,

Olamıyorsan da olanları destekleyerek,

Onların ardına düş/biat et,

Kula kulluk ederek,

Zenginleşir rahat eder,

Terfi eder, itibar görür,

Makamlarda yükseldikçe yükselirsin,

Sana düşecek payın/rantın/sadakanın bayraktarlığını yap,

Kendince -öteye kalmadan cennetlik olur- bu dünyada cenneti bulursun!

(22. 06. 2024)

Remzi KOÇÖZ



2 Haziran 2024 Pazar

EĞİTİM ve MÜFREDAT SARMALI

“Bugün milli eğitimimiz ters bir yol izleyerek kendini orta çağların çıkmaz sokaklarında bulmuştur. Ya geriye dönüp Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık kervanına katılacak ve ışıklı yolda yürüyecektir ya da ulusumuz kafaları ortaçağın şövalyelik özlemleriyle yoğrulmuş Donkişotlardan oluşan bir toplum durumuna sürüklenecektir.” (Bahriye ÜÇOK)

Çağdaşlık Karşıtı Ortaçağ Zihniyeti...

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” diye hazırlanan yeni müfredat programı; çağdaş/bilimsel kriterlerden öte kendilerince stk olarak addedilen tarikatlar ve yandaş sendikalarla birlikte hazırlanan -ki 2017-2018 yıllarındaki müfredat değişikliğine rağmen-, eğitim sorunlarını çözmekten öte daha da büyüterek sarmal hale getirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Zaten 2012’de getirilen (4+4+4) sistemle eğitim-öğretim birliği iyice bozulup, laik/bilimsel/karma eğitimden uzaklaşılarak, pozitif bilimlere ilişkin ders saatlerinin düşürülüp din derslerine ağırlık verilip, sonrasında tarikatlarla yapılan protokollerle, imam/vaizlerin okula sokulmasını sağlayan ÇEDES benzeri projelerle eğitimin dinselleşmesi için yoğun bir çaba sarfedilmektedir.

İlk ve orta eğitimin amacının çocuk ve gençlerimizi çağın gerçeklerine uygun bilgi/becerilerle donatma odaklı olması gerekirken; Din bilgisi/eğitimi ders saatlerinin diğer derslerin toplamından fazla olduğu; bu “yeni müfredat/maarif modeli” ile bilimsel düşünceye önem verme, somut yaşamla mücadele yerine, soyut, sorunları kavrayamayan, çözüm üretemeyen insan tipi yaratma gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Gelinen noktada, ülkenin geleceği olan çocukları çağdışı bir eğitimin kucağına atarak, inanç/insan sömürüsüne yol veren zihniyet, toplumun bölünmüşlüğünü fırsat bilerek, tepkisizliğinden cesaret bularak, iktidar olmanın gücünü kullanarak               -çağdaşlık karşıtı medrese eğitimi ile 1000 yıllık tersine bir zaman tünelinde-        tarihsel gelişime inat Ortaçağ karanlığında doludizgin ilerlenilmekte. (1.6.2024)

Remzi KOÇÖZ




1 Haziran 2024 Cumartesi

Dr. ERDAL ATABEK ANISINA

“Dogma, değişmeyen, soru sorulmayan, tartışma kabul etmeyen kurallardır. Din kaynaklı, gelenek kaynaklı, herhangi bir inanç kaynaklı olabilir. Bilim bile yukardaki özellikleri taşırsa dogma olabilir, tarihte örnekleri görülmüştür. Bilim, değişebilen, soruya her zaman açık, tartışmaya açık, kanıta, araştırmaya, incelemeye dayalı bilgi çerçeveleridir. Nitelikleri bakımından çatışmaları kaçınılmazdır.

Bu nedenlerle bilim özgürdür ve bağımsızdır.

Bilim, niteliği gereği sorumluluktur. Bilim insanı bilmekle kalamaz.

Bilim insanı bildiklerini açıklamak sorumluluğunu taşır.

Bilim insanı yazarak, konuşarak bildiklerini açıklama sorumluluğunu dünya ile paylaşır.

Bilim insanı barıştan yanadır.

Bilim insanı özgürlükten yanadır.

Bilim insanı bağımsızlıkta yanadır.

Bilim insanı uygarlıktan yanadır.

Bilim insanı insandan, insan yaşamından yanadır.”

(Dr. Erdal Atabek)

---------------------------

Dr. ERDAL ATABEK...
Toplum/Halk sağlığı
Örgütsel mücadelesi öncülerinden,
Tıp/Bilim adamı,
Yürekli bir devrimci,
Toplumsal değişim ve bir Aydınlanma savaşçısı,
Yaşam duruşu/mücadelesiyle,
Makaleleri ve kitaplarıyla,
Gençlik günlerimizden bu yana aşina olduğumuz
bir Cumhuriyet çınarı ve Cumhuriyet yazarı,
Atatürk/Cumhuriyet Devrimleri savunucusu
Vede onurlu bir yaşam;
Toprağı bol ışıklar yoldaşı olsun.
Rahmet, Minnet ve Saygıyla...
(31. 05. 2024)

🌷  💚  🙏

Remzi Koçöz 



25 Mayıs 2024 Cumartesi

GEZİ GÜN(LÜK)LERİ - 3

 

“Antik çağlardan gelen bir efsaneye göre Tanrılar, aralarında dünyayı paylaştıklarında Tanrı Helios, hayranlık içinde, denizin derinliklerinden çok güzel bir adanın suyun yüzüne çıktığını görünce hemen bu adayı Zeus'tan kendisine vermesini istemiş ve Helios’un dünyadan payı Rodos Adası olmuş. Rodos Doğu'nun Batı ile kaynaştığı yerde, Ege Denizi'nin güney doğusundaki billur denizlerde antik zamanlardan beri yunus balığını hatırlatan zarif hareketlerle yüzen büyüleyici bir adadır.”

 

YUNANİSTAN / RODOS - IŞIĞA YOLCULUK

 

Tarihçe

Rodos Şövalyeleri yönetiminde iken Kanuni Sultan Süleyman (1522)  tarafından fethedilen Rodos yaklaşık 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. 1912'de Trablusgarp Savaşı sırasında İtalya tarafından işgali ardından, 1948'de 12 adalarla birlikte, Yunanistan'a katılır. Adada bulunan Türk azınlık 1923'teki Türk-Yunan nüfus mübadelesi sırasında İtalya topraklarında sayıldıkları için mübadeleden kurtulurlar. Günümüzde 3.500 civarında bir Türk azınlık Rodos’ta yaşamaktadır.

Dünyanın 7 harikasından biri kabul edilen Rodos Heykeli (Kolossos) MÖ 280 yılında Dorlar tarafından Rodos liman girişine inşa edilmiş (ilahları Helios adına zafer anıtı olarak elinde meşale ile New York’taki Özgürlük Heykeli'ni andıran 32 m yüksekliğinde tunç heykel) ancak 50 yıl ayakta kalabilmiş ve MÖ 223 yılında bir depremde yıkılmıştır.

          Lindos’da 116 m yüksek dik bir kayanın üzerine -masmavi bir gök altında denize bakan bir balkon gibi- inşa edilmiş Acropolis'in tepesinde Athena tapınağı (MÖ 4. yy),  Rodos şehrinin Tapınak Şövalyeleri tarafından inşa edilmiş kalesi ve Orta Çağ'dan kalma mahallesi UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndedir.

Rodos, Antik Hellenik dünyasının önemli ticaret ve kültür merkezi olarak hızla gelişmiş; Zenginliği, doğa güzellikleri ve stratejik konumu ile önem kazanmış; güçlü hükümdarların ilgi odağı olmuştur. Romalılar, Saint Jean Şövalyeleri, Osmanlılar, İtalyanlar bu adadan geçip izlerini bırakmışlardır.

Coğrafya

Rodos, Ege Denizi'ndeki 12 Adaların en büyüğü, Yunanistan'ın, -Meis adası hesaba katılmazsa- en doğudaki adası, Yunanistan'ın 12 Adalar idari bölgesinin ve Rodos ilinin merkezidir. Adanın 2004 nüfusu 130.000 olup, bunun 55.000'i Rodos şehrinde yaşamaktadır. Türkiye kıyılarına en yakın noktası olan Bozburun Yarımadası'na 18 km (11 mil) uzaklıktadır.

Rodos adası mızrak ucu benzeri biçimde, 80 km uzunluk, 38 km genişlik ve deniz sahili yaklaşık 220 km dir. Rodos şehri adanın kuzey ucu sonundadır. Antik çağ sitesi ve modern ticaret limanını içerir. Rodos Diagoras Uluslararası Paradisi şehrinin 14 km güney batısındadır. Attaviros dağı (1215 m) adanın en yüksek noktasıdır.

İç kısımları ormanlıktır ve Türk çamı da denilen Pinus brutia ağaçları Kızılçamlar ile kaplıdır. Adanın flora ve faunasının, genel olarak, Yunanistan'ın kalan kısımlarından ziyade Türkiye'nin batı sahillerini andırdığı kabul görmektedir. Adanın kuzey ucundaki Rodos dışındaki en önemli yerleşim, güneydoğu sahilindeki Lindos'tur.

Ada Rodos geyiğine anayurttur. Petalus yani Kelebekler Vadisinde yazın çok sayıda kelebek toplanır. Sahiller taş gibi katı iken ada ekilebilir topraklara sahiptir. Burada turunçgiller, şaraplık üzüm, sebzeler, zeytin ağaçları ve diğer ürünler yetiştirilir. Turizm adanın birincil gelir kaynağıdır. Masmavi suları ve kilometrelerce uzanan plajı, yazın serin ve kışın ılıman iklimi ile en çok sevilen tatil yerlerinden biridir.

Marmaris / Rodos

2010 yılı Ekiminde Muğla teftişi bitiminde gitmeyi düşündüğümüz Rodos adasına bir sonraki yaz Marmaris’te tatil yaptığımız esnada gitmeyi planlayıp, 12 Temmuz 2011 Salı günü Sabah 08.00 gibi Marmaris gümrük bölgesine giden servise biniyoruz. Otobüsün çoğunluğu yabancılardan oluşurken bizim gibi günübirlikçilerin sayısı az. Marmaris girişinden sağa dönerek marinayı geçip gümrük bölgesine ulaşmamız 15 dakikayı buluyor. Pasaport ve bilet işlemleri sonrası küçük bir freshoptan geçerek bizi Rodos’a götürecek olan deniz otobüsü katamarana biniyoruz. 400 kişilik deniz otobüsünün üst katı yolcu sayısının azlığı -hafta içi olması- nedeniyle kapalı olup alt bölümde de yaklaşık 200 yolcu var.

09.00 gibi limandan ayrılarak Marmaris körfezindeki adalar arasından geçerek Akdeniz’e açılıyoruz. Geçen hafta tekne turu esnasında yüzdüğümüz koyları (Turunç, Kumbükü gibi) uzaktan seyrederek güneye doğru yol alıyoruz. Açık denize çıkınca hafiften dalgalanma başlıyor, yer yer sallantıyı hissediyoruz. Gideceğimiz yol yaklaşık 50 km. havanın açık olması durumunda Rodos uzaktan da görülebiliyor. Yaklaştığımızda limanın hemen arkasında yer alan kale surlarını, kuleleri, yel değirmenlerini, sütunlar üzerindeki geyik heykellerini ve de tarihi bölgeyi seçebiliyoruz.  Eski Rodos'un 5 limanından biri olan Mandraki Limanı çok hareketli, marinasında çok sayıda yatlar bulunuyor. Göze çarpan Agora binaları da alışveriş merkezi olarak kullanılıyor. 1 saat 15 dakika sonra Rodos limanına ulaşıyor, yaklaşık 20 dakikalık gümrük-pasaport işlemleri sonrası Rodos topraklarında gezimize başlıyoruz. Bulunduğumuz gemide bizlere teklif edilen kişi başı 13 avroluk rehber eşliğinde gezmeyi tercih etmeyip, bilet alırken almış olduğumuz harita ve Rodos’a ilişkin bilgileri içeren broşür ve de internetten indirmiş olduğum bilgileri yolculuk boyunca irdeleyerek gezeceğimiz güzergahı ve yerleri tespit ediyorum.

İskeleden ayrılarak kendimizi Eski Rodos olarak adlandırılan tarihi bölgeye atıyoruz. Benzer kale-kentleri (Budva, Kotor, Dubrovnik gibi) Akdeniz bölgesinde değişik yerlerde görmüş vede beğenmiştik. Ancak Rodos pek bakımlı değil. Gümrükte girdiğimiz tuvaletlerin kirliliği ilk izlenim olarak bizde kötü bir görüntü oluşturdu. Sonrasında yeşil alanların kendi haline bırakılmış olması, çevrenin bakımsızlığı ve çöpler olumsuz görüntülerin devamıydı. Bunlar bir ülke, bir şehir için çok önemliydi. Hele turistik bir yer için daha da önemliydi. Eski bölgenin taş sokaklarını bir süre dolanıp, çevresini sarmalayan kanalın da dışına çıkarak bir süre eski şehri biraz tepeden ve dışarıdan seyrediyoruz. Bir yandan da limanda demirlemiş büyük yolcu gemilerini, yatları ve de Akdeniz’i süzüyoruz. Bir ara bakımsız bir parkın içersinden ilerleyerek stadyum solumuzda kalacak şekilde eski şehrin çevresinden turluyoruz. Bu kez farklı bir kapıdan yeniden kalenin içersine girerek taş sokakları ve çoğu harabe halindeki eski tarihi evleri görüyoruz. Hediyelik eşya satan bir dükkan önünde durduğumuzda konuşmalara kulak verip Türkçe konuşunca bu bölgenin ağırlıklı olarak Türklerin yaşadığı bir bölge olduğunu öğreniyoruz. Zaten biraz ileride de bir cami minaresi görünce oraya doğru geçip kapalı olan (Cuma, bayram gibi belirli günler ibadete açılıp hoparlörle ezan okunmasına izin verilmiyormuş) caminin önündeki bankta biraz oturuyor, akmayan şadırvanı ve camiyi seyrediyoruz. Burada yaşayan Türkler, Adanın İtalya toprağı olması nedeniyle Lozan sonrası yaşanan mübadeleden etkilenmemişler. Rodos’lu Türk esnaflarla selamlaşarak hediyelik Murano taşından (Çin yapımı) kolyeler bakıyoruz. Bir ara babaannesinin Erzurum’lu olduğunu söyleyen bir esnafla çat pat sohbet ediyoruz. Ardından meydan-ara sokaklar-dükkanlar derken nerdeyse Rodos’un labirentlerinde kayboluyoruz. Recep Paşa Camii iyice harabe halinde, Unesco tarafından restorasyon için iskelelerle çevrili ve de restorasyon sonrası oluşacak projeyi yansıtan afişler görüyoruz. Şehirle yaşıt tarih olmuş ağaçlar görüyoruz. Türk Hamamı tabelası dikkatimi çekiyor. Osmanlı-Türk eserleri biraz bakımsız olsa da en azından Yunanistan karasında olduğu gibi tamamen tahrip edilmeye yok edilmeye bırakılmamış.  Belki de burada yaşayan Türkler buraları yaşatmak için uğraş vermişlerdir.

Eski şehrin en işlek en geniş ve de en bakımlı Socrates Caddesi bizi şaşırtıyor. Bir tarafı, birçok bar, lokanta ve eğlence yerleri bulunan Hipokrat meydanına açılan ve eski ticaret merkezi olarak da anılan cadde üzerinde Dükkanlar sağlı sollu hediyelik eşya yanında değişik markalar içeren mağazalar görüyoruz.  Hafız Ahmet Ağa Konağın-Kütüphanesini geziyor ve bahçesindeki bankta dinleniyor; konağın karşısına düşen Süleyman camiini geziyoruz. Kanuni adına yaptırılan bu cami ahşap ağırlıklı olup Unesco tarafından restore edilerek bakımlı hale getirilmiş. Bizim gibi farklı ülkelerden gelen turistler de caminin içerisini geziyorlar.

Camiden çıkarak Şövalyeler kulesinin yanından geçip Chollachium'un görkemli ana yolu olan Şövalyeler caddesini takiben Büyük Mayistro'nun Sarayının bulunduğu bölgeye doğru ilerliyoruz. Eski kamu binaları görünümündeki yerlerin ön cepheleri restore edilmiş durumda. Buraları, Şövalyelerin "Diller" diye anılan etnik gruplarının kaldıkları yerlermiş. Rodos şövalyeleri tarafından yapılarak kullanılan sarayın dış bahçesine ulaşınca burada da restorasyon çalışmalarından dolayı eski eserler pek seçilemiyor. Eski kentin en heybetli binası görünümündeki Büyük Mayistro'in Sarayı; 14. yy'da orada bulunan Bizans kalesinin harabeleri üzerine inşa edilerek Saint Jean Şövalyeleri'nce karargah olarak kullanılmış;  Saray günümüzde müzeye dönüştürülerek salonlarında antik ve ortaçağ devirlerine ait önemli arkeolojik eserler sergilenmektedir. Saray içersine gelmeden çevrede sergilenen eski topların yanından geçerek Saray içersine geçip geniş avluyu ve iki katlı bölümün avlu kenarlarına serpiştirilmiş tarihi şahsiyetleri figüre eden heykelleri görüyoruz. Saray içersinde ise Rodos tarihini aktaran müzeyi, giriş katındaki ibadet yeri olan kiliseyi geziyoruz. Biraz Bodrum kalesi gibi ancak daha küçüğü konumunda.. İki katlı sarayın odalarındaki ihtişamı gözlemlerken; tahta sandukalar, tarihi eşyalar ve şövalye giysileri sergileniyor.

Kalenin ilersindeki bir başka kapıdan çıkarak eski şehre veda edip kendimizi yeni şehre atıyoruz. Tarihle iç içe olduğumuz 3 saatlik süreçte eski şehri dört bir yanından turluyoruz tabii havanın sıcaklığı nedeniylede iyice bunalıyoruz. Geri kalan süreyi de yeni şehre ayırarak hem ihtiyaç giderip hem de akvaryum denilen bölgeyi gezerek limana dönmeyi düşünüyoruz. Medikal ürün satan bir dükkandan anatomik-süet ayakkabı alıyorum. Caddeyi takiben sahile inerken Türk Konsolosluğu binasının önünden geçiyoruz. Biraz daha yürüyüp sahilin bir ön caddesinde yemek molası veriyor; spagetti, patates cips, tavuk, salata karışımı bir şeyler atıştırıyoruz.

Saat 15.00 gibi son kalan bir saatimizi yüksek tempoda yürüyerek ilk olarak Akvaryum denilen bölgeye ulaşarak sahilde resim çekiliyoruz. Bu bölge plajlar ve oteller bölgesi, deniz olarak da güzel bir görünüm sergiliyor. Akvaryum koyunda denize girenleri izleyip limana doğru dönüşe geçerken bol bol resim çekiyoruz. Geyikli sütunlar, saat kulesi, taş yapı resmi binalar, yel değirmenleri, kale surları ve kuleleri.. Bir ara eski bir şadırvan tipi bir çeşmede serinliyoruz. Sonrasında kasino olarak anılan bölge bitişiğindeki Murat Reis Camii, türbesi ve bahçesindeki eski Osmanlı mezarlarını dışarıdan görüyoruz. Sahil kenarındaki surların içersinden geçerek gümrük çıkışına ulaşmak için oval bir yay çiziyoruz. Marmaris feribotu karşıdan görünse de mesafe olarak çevreyi dolaşmamız nedeniyle 16.00 gibi ancak gümrük bölgesine ulaşıp sırada kimse olmadığından beklemeden pasaport çıkışı yaparak bu kez Yunan freshopundan geçiyoruz. Ardından katamarana binerek kendimizi koltuklarda dinlenmeye bırakıyoruz.

Şaka maka 5 saat tempolu hızlandırılmış günübirlik bir gezi oldu bizimki.. Saat 16.30 gibi kalkan gemimiz daha dalgalı bir denizde seyrederek Türk karasularına doğru yol alırken bizde Rodos’u son kez uzaktan seyrediyoruz. Güneşin konumu nedeniyle Anadolu çok rahat görülüyor. Geldiğimiz süre kadar yol kat ederek Marmaris körfezine teknelerin dönüşü ile giriş yaparak 17.45 gibi gümrük bölgesindeki limana ulaşıp, Türkiye’ye giriş yapıyoruz.

(Marmaris / 12. 07. 2011)  

Remzi KOÇÖZ




22 Mayıs 2024 Çarşamba

MUSTAFA GAZALCI

"Okumak, araştırmak, içinden geliyorsa yazmak dünyanın en güzel eylemidir."
Mustafa Gazalcı

BİR KENT / BİR EĞİTİMCİ / BİR KÜLTÜREL KATKI...
Eskişehir; Üniversiteler/öğrenciler kenti.
Eğitim/öğretim yanında sanatsal etkinlikler açısından güzide bir kent.
Bilim/kültür/sanat parkı, Kentparkı ve Müzeleri ile örnek bir kent.
Doğal olarak 'kültürel bir kent' olarak
Türkiye’nin yüzakı.
Çağdaş Cumhuriyet kenti...
------------
Eskişehir'in kültür gelişiminde 
yerel yönetimlerin öncülüğü tartışılmaz.
Bu şehrin kültür envanterine
Tepebaşı Belediyesince Sinan Alağaç Parkı'nda bir yenisi daha eklenir:
"Mustafa Gazalcı Kitaplığı".

Yaşamını eğitime adamış,
Aydınlanma mücadelecisi,
Köy Enstitülerinden günümüze eğitim sistemi/sorunlar/çözümler/gidişat/ yanlışlar çerçevesinde bir cumhuriyet öğretmeni olarak okullarda,
sonrasında Mecliste/stk'larda/alanlarda
mücadele içersinde yer alırken,
25 kitaba imza atarak yazın dünyasına da katkı sunan Mustafa Gazalcı;
"Yılların birikimi, okuduğum okullara denk beni geliştiren bu kitaplar, edebiyat, kültür, bilim kitapları dışında eğitim ve Köy Enstitüsü için yazılmış kitaplar, Osmanlı Mebusan Meclisi, TBMM ve 12 Eylül sonrası konsey tutanakları, Varlık, Türk Dili, Yeni Ufuklar, abece, Öğretmen Dünyası, Yeniden İmece gibi dergilerin neredeyse tamamı, sözlükler deri kaplı ansiklopedi çeşitleri araştırmacıların hizmetinde olacaktır. Adımı taşıyan bu kitaplığın
(6380 eser) bir okuma ve araştırma merkezi olmasını dilerim" diyecektir.

Eskişehir'deki Kütüphane açılışına katılamasam da 1 hafta sonrasında Ailece ziyaretimizde, kitaplarını/kütüphanesini / arşivini toplumla paylaşmanın yüceliği karşısında duygulanmamak elde değil.
Kitapseverler yolunuz Eskişehir'e düşerse yada bir şekilde bu şehirden geçerse
Mustafa Gazalcı kütüphanesine
uğramanızı içtenlikle öneririm.
Kütüphanenin/kitapların sevecenliği yanında görevlinin ilgisi sizlere bir mola sıcaklığı verecektir.
Mustafa Gazalcı Kitaplığı;
Kültüre/Edebiyata anlamlı bir katkı vede güzel bir vefa/değerbilirlik örneği.
Başta eğitimci değerli insan Mustafa Gazalcı olmak üzere Tepebaşı Belediye Başkanı/ekibi ile projede emeği geçenleri, katkı sunanları içtenlikle kutluyorum.
Kütüphanenin kitapseverlere/
araştırmacılara bir ışık oluşturması vede Aydınlık bir Türkiye geleceği ile
Saygı/sevgi/selamlarımla...
(22.05.2024)
Remzi Koçöz
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz