22 Ağustos 2011 Pazartesi

“TRAFİK” Üzerine…

‘ Varılacak nokta, ulaşılacak hedef kaybedilen yaşamı, insanı geri getirmeyecektir. Önemli olan yaşamı yarınlara, geleceğe taşıyabilmektir. ’

Günlük yaşamamızın büyük bir bölümünü birlikte yaşadığımız, zamanımızın büyük bir dilimini harcadığımız, sevsek de kızsak da içinden çıkamadığımız bir olgu, bir gerçek, bir akış, bir süreklilik; Trafik.
Sabah işe, okula, çarşıya, başka bir yere giderken; öğleyin arada yemek için lokantaya, kafeye, pastaneye, kahvehaneye gidip-dönerken; Akşam iş, okul dönüşü çarşıya, pazara, markete, alışverişe veya yemek yemeye gidip kalacağımız yerlere, evlere dönerken Trafik ile iç içeyiz. Bazen sürücü, bazen yolcu, bazen de yaya olarak...
Geçmiş olduğumuz güzergahlarda, bulvarlarda, cadde ve sokaklarda işaretler, ikazlar, ışıklar, levhalar, çizgiler bunların hepsi ayrı ayrı birer kural. Yılların deneyimi sonucu ortaya çıkar. Bizleri sürekli uyarır, bilgilendirir, yol göstericidir. Trafik onlarla canlanır, hayat bulur. Onlara uyulmadığında canlar yok olur, ocaklar söner, acımasız bir hal alır. Aslında acımasız olan, hayata son veren, son verilen insanın ta kendisidir. Binlerce, on binlerce insanımız yok oldu trafikte. Kuralları bulan, kuralları koyan insan; kurallara uymamak, çiğnemek, kuralsız olmak için adeta birbiriyle yarışıyor. Bu yarışta da başarıya ulaşıyor insan, ancak bu başarısını pahalı bir şekilde ödüyor: karşılığında can vererek(!).
Trafikte kuralsızlığın adı yıllar önce “Trafik Canavarı” olarak adlandırılıyor, ”İçinizdeki Canavarı Durdurun” şeklindeki spot ve sloganlarla canavarı başka yerlerde aramaya gerek kalmıyor. Canavar insanın ta kendisi. İnsanın içerisinde bulunuyor. Normal yaşamda sessiz-sakin, mazbut direksiyona geçince ise canlanıyor, o zaman canavarlaşıyor.
Bu yapı insanın doğasında yaradılışında var. Ego diğer adıyla ben ya da açılımıyla bencillik olayı. İnsan toplum yaşamında kendine bir statü, yer bulup sosyal bir yapıya ulaşıyor. Biyolojik bir süreci aşarak diğer canlılardan farklılaşarak sosyalleşiyor. Bu aşamada, insanı diğer canlılardan ayıran ya da farklı kılan akıl, zeka, irade oluyor. İnsan bu fonksiyonlarını kullanarak kendini eğitiyor, geliştiriyor, yetiştiriyor. Daha da ileriye giderek çağ açıp-çağ kapatıp, yeni-yepyeni uygarlıklar yaratarak, Dünya dışındaki diğer gezegenlere, uzaya hükmetmek için sürekli çalışıyor, çabalıyor, projeler geliştiriyor. Tıp dünyasındaki buluşlar insan kopyalamadan tutunda, gen haritasının bulunmasına kadar akla-hayale sığdırılamıyor. İnsanlık bir taraftan bilgi çağını, uzay çağını yaşarken diğer taraftan ilkellik içerisinde, içgüdüleriyle yaşıyor.
Günümüz teknolojisi mekaniği aşarak, otomatik, dijital kullanımlı araçları insanların hizmetine sunuyor. Bu gelişen sektör altyapının da yenilenerek daha yoğun, daha kapsamlı, daha hızlı ve seri bir ulaşıma hizmet vermesini sağlıyor. Bu gelişen süreç bazı toplumlarda adeta nüfus planlaması şeklinde her yıl binlerce insanın ölümüne yol açıyor. Binlerce insan iş ve güçten yoksun bir şekilde sakat kalıyor. Trilyonlarca ekonomik kayıp. Bu saydıklarımın hepsi savaş sonrası yaşanan/yaşanacak sendrom. Modern savaşlarda artık bu kadar da kayıp verilmiyor. O zaman Trafik Canavarı her gün insan canı alarak büyüyüp Trafik Terörüne dönüşüyor.
Günümüz Türkiye’sinde Trafikte yaşanan tablo Trafik Terörü olgusunu karşımıza çıkarıyor. Teşhisi bu şekilde ortaya koyarsak çözüm içinde kolaylık sağlanacaktır. Yoksa bir kısır döngü olarak Trafik Terörü ile birlikte yaşayacağız. O zaman şu sonuca ulaşacağız: “Sorunlarla, Problemlerle birlikte yaşamaktansa; Onlarla yüzleşmek gerek.” Gerçeklerin, doğruların üzerini örtmeyerek önce kendimizle, içimizdeki canavarla hesaplaşmamız gerek!
Trafik terörünü sadece polisiye tedbir ve denetimlerle değil, tüm kamunun, özel sektörün, sivil toplum örgütlerinin, 7’den 70’e toplumun tüm katmanlarının katılımıyla önleyebiliriz. Toplumsal seferberlik ilan ederek üstesinden gelebiliriz.
Yıllar önce başlaması gereken -geçte olsa başlatılan- Trafik eğitimini ilköğretim altıncı sınıflar yerine anasınıfından başlatılarak -geçmeli/seçmeli dışında- not dışı bir ders olarak Milli Eğitim müfredatına alarak, uygulamaya geçmeliyiz. Bunu kısa sürede gerçekleştiremesek de mevcut dersleri uygulamaya ağırlık vererek gerçekleştirmeliyiz. Daha ilerisinde, yüksek öğrenim aşamasında fakülte ve akademi düzeyinde Trafik adı altında eğitim vererek bu alanda uzmanlar, mühendisler yetiştirmeliyiz. Trafik sendromunu klasik yöntemlerin dışında bilimi devreye sokarak yetiştireceğimiz Trafik mühendisleri ve uzmanları ile çözmeliyiz. Tabiki bu çözüm toplumsal seferberlik çağrımızın yol göstericisi olacaktır.
Trafikte göz ardı etmememiz gereken “2 D” olgusu (Demiryolu-Denizyolu taşımacılığı) sistemi ülkemizin şartlarına aslında çok uygun olmasına rağmen Karayolu taşımacılığına ağırlık verilmesi hem trafik kazalarına, hem de altyapının yıpranmasına sebebiyet vererek maddi-manevi kayıplarımızı geçmişten günümüze göz göre göre daha da çoğaltmaktadır.
Bir araya gelip oturduğumuzda, kalktığımızda, konuştuğumuzda iki cümleden biri trafikle ilgilidir. Hepimiz Trafikten yakınırız. Kimimiz yayalardan, kimimiz sürücülerden, kimimiz kendi kullandığımız araç dışındaki araçlardan, kavşaklardan, yollardan, sıkışıklıktan, park yeri aramaktan, istediği yere park edememekten, ışıklardan, radarlardan, cezalardan, Trafik polisinden, uygulamalardan, kontrollerden, kurallara uyulmadığından, kuralsızlıktan, … say say bitmez.
Ülkemizde, Trafik kurallarına uyma oranının % 30 olmasını abartılı bulabilirsiniz. Ancak gerçeklerden kaçamayız. Çünkü günlük yaşamımızın önemli bir bölümünü Trafik içersinde geçiriyoruz. Hepimiz, herkes karşısındakini eleştiriyor. Demek ki bir şeyler düzgün gitmiyor. Herkesin herkesi eleştirdiği bir toplumda kuralları uygulamak zor olsa gerek. Çünkü bu ülkede herkesin bir unvanı var. Herkes bu unvanını kullanarak ayrıcalık istiyor. İsteyince de karşımıza ilginç bir tablo çıkıyor. Hacivat- Karagöz oyunu gibi Orta Oyunu gibi bir şey...
Kuralsızlık fıkralara konu oluyor. İnsanlar bunları bir başkalarına böbürlenerek anlatıyorlar. Gerçek yaşantı, abartısız fıkra olarak anlatılıyor. Halbuki o anlatılan ihlal edilen kuralın ta kendisi; insanlar bu durumu eleştirip ders çıkaracağına, gülüp eğleniyor.
Birbirini uyarmayıp hata yapanı affeden, hoş gören toplum yapısı sonuçta gerçeklerle yüz yüze gelince kader olgusuna sığınıyor. Sığınamayan önce Devleti, arkasından Trafik Polisini suçluyor. Hiç kendine, kendi yakınına, kural ihlal eden yandaşlarına toz kondurmuyor.
Kimse kendisinde olan eksiği, aksağı, kusuru, yanlışı görmez. Hep kendimizi dev aynasında görüp, başkalarını, ötekilerini, bizim dışımızdakileri suçlarız. Bunun içinde bir adım ötesini düşünemeyiz, göremeyiz. Çevreye, havaya bakarken kendimizi çukurda buluruz. Bakış açımızı değiştiremediğimiz sürece önümüzü göremeyiz, dahası da sorunları çözemeyiz.
Toplum olarak iğne-çuvaldız misali kendi kendimizi sorgulayıp, önce kendimize saygı duyarak başkalarına da saygı duymayı öğrendikten sonra çağdaş bir insan olacağız. Cep telefonu, bilgisayar, lüks otomobiller vb. kullanmak çağdaş olmanın göstergesi değildir. “Sabır, Dikkat, Kural” üçlemesinin yanına “Saygı”yı da eklediğimizde sorunun çözümüne yaklaşır; bu kavramları hayata geçirdiğimizde ise amaçladığımız hedefe ulaşmak için uzunca bir yol kat etmiş oluruz.
Onun için alışkanlıklarımızdan, davranışlarımızdan yanlış olanları değiştirerek, kendimizi geliştirerek, eğiterek önyargılardan arındığımızda diğer problemlerde olduğu gibi Trafikte de teröre dur! diyeceğiz.
Ama önce içgüdülerimizin yerine beynimizin bize göstereceği yolu bulalım, görelim... (http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

Ermeni Sorunu Üzerine (II) -Batı Dünyası, Belge ve Arşivler-

‘Tarihçilerin, bilim adamlarının ortaya koymuş olduğu belge, görüş ve değerlendirmelerin yok sayılıp siyasi bakış açısı ile çarpıtılması; 90 yıl önce yaşananların yeniden ısıtılarak Türkiye’nin önüne ‘İnsanlık Suçu’ olarak konulması; bu coğrafyada yaşayan bireylere/bizlere; -yıllar öncesinden ötelenerek günü kurtarmaya yönelik yapı ve sorunların çözümlenerek- ulusal tarihimizi, ulusal mücadelemizi geleceğe, konulara uzak bizden sonraki kuşaklara objektif olarak aktarmamız konusunda sorumluluk yüklemektedir.’


Ermeni Soykırımı ve Batı Dünyası
24 Nisan 1915 tarihinde; Van’da binlerce Türk ahalinin Ermeni çetelerce katledilmesi sonucu Osmanlı Hükümeti Taşnak ve Hınçak Partilerinin kapatılma kararını verir. Ve bu tarih sonrası yaklaşık 520 bin Türk insanı Anadolu’nun değişik bölgelerinde Ermenilerin hunharca gadrine uğrayıp yaşamlarını kaybeder. Ve bu katliamlar, I. Dünya Savaşında farklı cephelerde Türk insanı savaş verirken gerçekleşir. Cephe gerisindeki azınlıklardan Rumlar ve Ermeniler çeteleşerek -yaşlı-kadın ve çocukların çoğunluğunu oluşturduğu- cephe gerisindeki insanları hunharca katlederler. Özellikle Doğu cephesinde Ruslarla çarpışırken Ermeniler de cephe gerisinde katliamlarına devam eder. Bunun üzerine İstanbul Hükümeti 27 Mayıs 1915’de “Tehcir Kanunu”nu çıkartır. Bu kanun kapsamında Terör ve Çete olaylarına bulaşan yaklaşık 430 bin Ermeni Suriye’ye göç ettirilir. Göç esnasında 380 bin Ermeni, Suriye’ye sağ-salim ulaşırken yaklaşık 50 bin Ermeni ise Kürt aşiretleri, yöredeki eşkıyaların yağma ve saldırıları ve de salgın hastalık sonucu yaşamlarını yitirirler. (1)
Yıllar sonra Ermeniler lobi faaliyetlerini daha da arttırırlar. 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosu, “Türkiye’nin ermeni soykırımı yaptığını ilan eder ve Türk hükümetinin bunu kabul etmesini ister” şeklinde karar alır.
18 Ocak 2001 tarihinde Fransa Parlamentosu 24 Nisan tarihini Ermeni Soykırımı günü olarak kabul ederek Marsilya’da, ardından 2002’de Lyon’da anıt dikerler.
27 Şubat 2002 tarihinde Avrupa Parlamentosu, “Soykırımın Avrupa Parlamentosu ve bazı AB ülkeleri tarafından tanınması, I.Dünya Savaşı sonunda Türk rejiminin bazı sorumlulukları soykırım nedeniyle ağır cezalara mahkum etmiş olması, bu sorunun Türkiye tarafından sonuçlandırılması için AB’nin getireceği bir öneriye temel oluşturabilir” şeklinde karar alır.
1985 yılında BM İnsan Hakları alt komisyonu da bu yönde bir karar alır. ABD Temsilciler Meclisinde bekleyen karar henüz kabul edilmezken; Arjantin, Belçika, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Lübnan, Rusya, Slovakya, Uruguay, Yunanistan, Kıbrıs Rum, Polonya ve Alman Parlamentoları ile Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi olmak üzere (15) devlet ile (2) uluslararası kuruluş tarafından kabul edilir. Gürcistan’da ki ermeni soykırımı yasası ateşi yeniden körüklerken, dünyanın değişik ülkelerinde bu konu her geçen gün yeniden küllendirilir.
24 Nisan günü Ermeni Soykırımı Günü olarak AB ve ABD’nin lobisi güne damgasını vurur. Soykırım Anıtı dikilmesi işin tuzu biberi olur.

Batı Dünyası, Türk-Alman İlişkileri ve Lobiler ; (2)
Diğer batı dünyasının heveslenmesinde olduğu gibi Almanların da asıl amacının bir taraftan Doğu Anadolu’yu kontrolüne almak, diğer taraftan da Demiryolu ağı kurarak enerji yataklarına ulaşmak, ekonomik çıkarları gelecek yıllara taşımaktı. 1835’li yıllardan sonra Almanlar, Osmanlılar üzerinde etkili olur. Daha öncesinde Fransızların siyasal, sosyal ve kültürel akımlarının etkisini yaşamıştık. Bunlar içinden askeri açıdan modernleşme çalışmaları ön plandadır. 1913’lü yıllara geldiğimizde Almanların Türk ordusunda üst düzeyde görev aldıklarını; ardından 1.Dünya Savaşına onların cephesinde girip, onların yenilgisinin faturasını -yenilmememize rağmen- müttefik olarak bizler de çekeriz. Mondros Mütarekesi dayatmasıyla ülkemiz işgale uğrar ve savaşta kaybetmediğimiz insanları bu işgal yıllarında kaybederiz.
Samsun-Sivas-Trabzon-Erzurum-Musul-Bağdat illerinde Alman Konsoloslukları Osmanlıların o günkü yapısı ile ilgili -o günkü yaşananlardan- kesitleri rapor şeklinde Alman Dışişleri bakanlığına sunarlar. O dönemi yansıtan bir arşiv ortaya çıkar. Günümüzde bu arşiv çok önem arz etmektedir. Türkiye’de görev yapan yabancı asker şahıslar kendi açılarından raporlarını bu merkeze ulaştırırlar. Ve o günlerde yaşanan Ermeni göçünü ve Ermeni çetelerinin yapmış oldukları mezalimleri o raporların büyük bir kısmı ortaya çıkarmaktadır. Türklerin o günlerde karşılaştığı, sıkça yaşadığı sıkıntıları dile getiremediğinin aksine, Ermenilerin ABD-Alman misyonerleri aracılığı ile kendilerine acındırdığını Felix Kuse, 1925’li yıllarda araştırmalarını sonuçlandırarak ortaya döker:
 Türk birliklerinin güçlü olduğu bölgelerde Ermeniler devlete bağlı görünürler,
 Türk birliklerinin güçsüz olduğu yerlerde ise cephe gerisine sızıp özellikle
Ruslarla yapılan savaşlar esnasında çete halinde arkadan vurma şeklinde Ruslarla işbirliği yaparlar.
 Tehcir Kanunu sonucu göç eden kişilere Kürt grup ve aşiretlerinin saldırmaları sonucu yağma, talan ve öldürmeler olmuş.
 Almanya Ermeniler ile ilgili konularda kendilerini aklama gereği duyarak 1918’li yıllarda arşivlerini açarak belge ve raporları açıklama gereği duyar. Belli ki o dönemde Türkiye’de gerçekleştirilen eylemlerin belge ve bilgilerin raporlarının bir kısmını Papaz Lepsius (Alman Misyoner-Ajan) işine geldiği şekilde Türklerin aleyhine olacak şekilde senaryolaştırıp Ermenilerin lehine kitaplaştırır.

Yaratılmak istenen “Ermeni Sorunu”na ilişkin en gerçekçi görüşlerden biri de İstanbul’daki, Alman Büyükelçisi Vangenhaym’ın 10 Haziran 1913 tarihli Berlin’e gönderdiği rapordur. Bu raporda aşağıdaki ana hususlar dikkati çeker: (3)
 Ermeniler, Türkiye’de bugün de Rusya’da Yahudilerin, Lehlilerin ve Finlerin bulundukları duruma nispeten daha iyi durumda bulunuyorlar.
 Avrupa Türkiye’sindeki Hıristiyan ırklar Türk boyunduruğundan kurtuldular. Şimdi artık Küçük Asya Hıristiyanları da kurtulmak istiyor.
 Ermeni taleplerinin yükselmesine sebep olan devlet Rusya’dır
 Halbuki yol ve demiryolu olmadan Türk hükümeti Kürtlerle Ermeniler arasında sükuneti tesis edemez. Hatta Rusya, Ermenilerden başka Kürtlerle de Ermenilerin sırtında eşkıya hayatlarını idame ettirsinler diye, para ve silahla yardım etmektedir.
 Rusya için Ermeni hareketi, öyle bir vasıtadır ki, Rusya bununla Asya Türkiyesi’ni daima bir heyecan halinde ve zamanı gelince alakalı komşu devlet sıfatıyla müdahale hakkını iddia etmesini mümkün kılacak bir durumda tutmaktadır. Rusya, Ermeni meselesinin yardımıyla İstanbul yolunu açık tutmak istiyor. Bu onun için günü gelince Boğazları açacak olan anahtardır.
 Üçlü Anlaşma (İngiltere, Fransa, Rusya) tarafından kararlaştırıldığı ve Türk dramının son perdesi yakında başlayacağı yolu fikirlerine iştirak etmeyeceğim. Demek ki Rusya ile Fransa, İngiltere Küçük Asya’yı bizimle çekişmeden parçalamak istiyorlar.
Bu yüzden bizim arşiv, kaynak, belge ve bulgularımızın dış ülkelerle mukayesesi çok önem arz etmektedir. Ayrıca Alman belgelerinin de dikkatle yeniden ele alınması durumunda 1. Dünya Savaşı, yakın tarih yeniden yazılacak gibi görünüyor.
Almanlar günümüzde de farklı politika izler; amaçları kutsalsa belge üretim fabrikasında becerileri üzerine yoktur. Bir yandan yaklaşık 2,5 milyon Türk, Almanya’da yaşamaktadır, diğer yandan ise “AB için Türkler ehil değildir!” şeklinde beyanat verirler.
1990’lar sonrası Alman Politikası, Türkiye’yi de Yugoslavyalaştırmaktır. Alman politikacı Hans Dietrich GENSCHER ‘in “Türkiye için bir Yugoslavya modeli öngörülmektedir” sözleri herhalde sadece kendi kişisel düşüncesini ifade etmiyordur.

Bazı Alman Kaynaklar ise;
 Ermeni Soykırımı ile Yahudi Soykırımını birbirine benzeştirip, Yahudi Soykırımının provası olduğunu vurgulamaktadırlar.
 İttihatçılar için gözünü kan bürümüş ırkçı teşkilatçılar,
Mustafa Kemal için 2 Milyon Ermeni ve Rumun katili,
Ermeni Komitalar için Masum Aile Reisleri şeklinde vurgulamalar yapmaktadırlar.
Yeri geldiğinde Türkiye’nin müttefikidirler, ne zaman başımız belaya girdiyse onlarla birlikte hareket etmemizin karşılığını olumsuz olarak yaşamışız. En hayati konularda AB gibi bizi yaya bırakmışlar, hep kapı arkasında bekletmişler. Oysa, Nazi Almanyası’ndan kaçan Yahudiler -İspanyol Yahudilerin 1492’de Osmanlılara sığındığı gibi- Türkiye’ye sığınmıştır.

Buradan şu sonuçları çıkarabiliriz:
 Yahudi Soykırımı gerçekleştirilmiş, 6 milyona yakın Yahudi yok edilmiş ve tüm Dünya akabinde bu olayı kabul ederek bu soykırımı tTarihe not düşmüştür. II. Dünya Savaşından sonrada İsrail Devleti, Filistin topraklarında kurdurulmuş ve günümüz Orta Doğu sorunu bugünlere taşınmıştır.
 Ermenilerin soykırım iddiası ise tarihi tehcir olayını kendilerine göre yorumlamasıdır. Üzerinden 100 yıla yakın zaman geçmesine rağmen sorunun gündeme getirilmesi, sorgulanması, küllendirilmesi dikkat çekicidir. Bir şey ya vardır ya da yoktur. Tarih anında yazılır ya da akabinde... Onun ötesi ise varsıyım ve yorumlara dayanacaktır; belgeler, oluşumlu bulgular ise taraflı olacaktır.
 Türkiye’deki Bizans, Gürcü, Rus ve Ermenilerden kalan eserler restore edilerek yaşatılmaktadır. Aksini Ermenilerde, Bosna’ da göremezsiniz.
Tarihte Mezopotamya ve Doğu Anadolu’nun taliplileri çok olmuştur. Günümüzde de uluslararası çalışmalar bu yönde seyretmektedir. Ortadoğu’daki ABD’nin Irak üzerindeki Barış ve Demokrasi senaryoları, bölgede jandarmalığı, herhalde Arapları çok sevmesinden kaynaklanmıyordur.
Günümüzde haklı-haksızdan öte tarihi gerçekleri, 1915’li yıllarda yaşanan olayları, savaş koşulları içersinde gerçekleştiği için Türklerin planlı bir soykırımı olmadığının Dünya kamuoyuna çok iyi aktarılması gerekmektedir: bilimsel bulgularla, belgelerle, arşiv ve tarihi gerçeklerle...

Belge ve Arşivlerden Kesitler
16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri, son Osmanlı Mebuslar Meclisini basarak 118 Türk mebus ve devlet adamını Malta’ya sürgün etmişlerdir. Cihan imparatorluğunun başşehri İstanbul, İngiltere ve Fransa’nın işgali altında olmasına rağmen, Osmanlı arşivleri de tamamen İngiliz ve Fransız bilim adamlarının eline geçmesine rağmen, Osmanlı Hükümetini soykırımla suçlayacak hukuki değerde hiçbir belge bulamamışlardır.
ABD’li tarihçi Justin Mc Carthy, “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinde, 1. Dünya Savaşından sonra, İstanbul’u işgal edip Osmanlıların bütün arşiv ve yazışmalarını elleri altında bulunduran İngiltere ve Fransa otoritelerinin, bütün çabalarına rağmen, Osmanlı Devletinin Ermenileri planlı imhasından suçlu olduğuna dair hiçbir delil bulamadığını yazmaktadır.
Ermeniler, bugüne kadar Sevr Antlaşması’nın geçerliliğini öteden beridir kabullenip Lozan Antlaşmasının geçersiz olduğunu dünya siyaset gündemine taşımaya çalıştılar. William Eagleten, “Sevr Antlaşması, daha imzalandığı anda ölü doğmuş metinden başka bir şey değildi; çünkü tarih, Mustafa Kemal tarafından farklı bir biçimde yazılmaktaydı” şeklindeki sözleri ile tanımlamaktayken, Türk Milleti ve büyük önder Mustafa Kemal de Sevr Antlaşmasını ölü doğmuş bir antlaşma olarak kabul etmekteydiler.
Sevr Antlaşmasına geniş sınırlı bir bağımsız Ermeni Devleti koydurmayı başaran, Avrupa’daki Ermeni politikacılarının hayalciliği, Sevr’in gerçekleşebileceğini uman batılıların ki kadar büyüktü. Fransa’nın, en ciddi gazetesi Le Temps, 1 Aralık 1920 tarihli başyazısında şunları söylüyordu: “Sevr Antlaşmasını hazırlayanlar neye benziyor biliyor musunuz? Tavşanını unutmuş olan ve şapkasından hiçbir şey çıkaramayan bir sihirbaza.”
İngilizler, Osmanlı arşivleri dışında ABD Senato arşivinden de yararlanarak araştırmalarını genişletmişlerdir. Senatonun 3 Temmuz 1921’de yayınladığı bir raporda: “Maalesef, Senato arşivindeki 33 bin belge arasında soykırımı doğrulayacak hiçbir belge yoktur. Mevcutlar ise, Ermeniler tarafından ifade edilen, fakat ikinci elden hiçbir hukuki değeri olmayan belgelerdir” şeklinde tarihi belgelere dayanarak gerçekleri ortaya koymuştur.

Ermeni Soykırımı Raporu için Avrupa’dan gelen Ermeni yanlısı gazeteci heyete Tarihçi Ahmet Refik Altınay eşlik eder. Heyet Trabzon, Erzincan ve Erzurum’u gezer. Altınay, bu gezisini “Kafkas Yollarında” adlı eserle dile getirir:
 Trabzon’da 4 bin Ermeninin yaşadığı tespit edilir.
 Erzincan’da Ermeni mahallesindeki cesetlerin Türklere ait olduğu belirlenir. Ermeni çeteler toplamış oldukları Türkleri guruplar halinde kendilerince güvenilir olan Ermeni mahallerine götürerek katledip toprağa gömerler.
 Erzurum ise Harabeler Şehri olarak adlandırılır. Gelen heyet iki konağın yakılmış halini görünce o günleri tespit ederler. (4)

Sonuç
Tarihe “Ermeni Sorunu” olarak geçirilen isyan ve terör olaylarının gerçek yüzü, sunulan belgelerden çok iyi anlaşılmaktadır. Binlerce İngiliz, Rus, Alman, Avusturya, Fransız ve Amerikan belgeleri de Türklerin masumiyetiyle ilgili açıklanan gerçeği doğrulamaktadır. Günümüzde ise yaratılmak istenen “Ermeni Sorunu” değil, “Ermenilerin Sorunu“dur. (5)
Tarihlerinin hiçbir döneminde, bağımsız bir devlet olamamış ve çatısı altında yaşadıkları devletler içinde azınlık olmaktan kurtulamamış Ermenilere en büyük hakları ilk kez Türkler tanımıştır. Selçuklular döneminde Melikşah, Osmanlılar döneminde Fatih Sultan Mehmet, Ermenileri dini bir örgüt bünyesinde tebaa olarak kabul etmekle imparatorluğun “özerk sistemi” içerisine girmişlerdir. Osmanlılarca 1860’larda düzenlenen “Ermeni Milleti Nizamnamesi” bir nevi Ermeni anayasasıdır.
Ermeniler bu haklar sayesinde çok büyük makamlara gelebilme şansı yakalamışlar, ‘Millet-i Sadıka’ unvanına layık görülmüşlerdir. I. Dünya Savaşı esnasında saf değiştirip Osmanlıya karşı hainlik yapmaları onlar için intihardan başka bir şey değildir. Bindikleri dalı keserek kendi sonlarını hazırlamışlar, ‘Millet-i Sadıka’ unvanından “hain millet” durumuna düşmüşlerdir. 1000 yıla yakın birlikte yaşamış oldukları Anadolu insanına, komşularına yapmadık eziyet, zulüm, işkence bırakmazlar. Çoluk çocuk, kadın ihtiyar demeden savunmasız insanları vahşice katleder; adeta soykırım yaparlar.
Soykırım iddialarına mezarlıklar şahittir. Amerikalı General gibi Prof Mc. Carthy’de Türkler ile aynı bakış açısını yakalamıştır. Nasıl mı? Bilimselliği, aklı kullanarak. Yüzlerce kazı sonucu ortaya çıkarılan toplu mezarlar, tarih önünde her şeyi tüm çıplaklığı ile ortaya dökmektedir…
Tarihinin hiçbir döneminde böyle bir kara sayfayı barındırmayan Türk ulusunun neden böyle bir haksızlıkla yüz yüze getirildiği aslında bizlerin değil, bütün dünyanın bize açıklaması gereken bir utanç tablosudur! (6)
“Türkiye'nin Ermeni soykırımıyla suçlanmasına ilişkin hiçbir belge bulunmadığı, Ama 519 bin kişinin isim isim, köy köy Ermeniler tarafından nasıl katledildiğini ortaya koyabiliriz. Sürekli soykırımdan bahsedenlerin, arşivlerinde neler olduğunu ortaya koyma zorunlulukları vardır. Türkleri nasıl öldürdüklerini muhtemelen orada göreceğiz."(7) şeklinde yapılan açıklama uluslararası lobilere meydan okumaktadır. Zaten devamında Türkiye Parlamentosu Ermeni Sorununu görüşmesi sonrası Türk Hükümeti tarafından tarihi bir mektup Ermenistan’a gönderilir: “Gelin birlikte araştıralım.”

1815’li yıllarda batılı ülkeler, Viyana Kongresi sonucu aralarında anlaşarak “Hasta Adam” diye tabir ettikleri Osmanlının parçalanmasına karar verirler. Doğu Sorunu olarak adlandırılan “Hasta Adam” iması aslında Türk Sorununun, Türkiye Sorununun ta kendisidir. Kafkaslara uzanan yolda Anadolu’nun önemi daha da değerlilik arz eder. Avrupa ve Asya arasındaki köprü görevi yanında günümüzdeki Kafkaslardaki savaşın Orta Doğudaki çıkar çatışmasına neden olan Petrol gibi doğal kaynaklar ve bölge kontrolünün ele geçirilmesi savaşları olarak görüyoruz. Bu nedenle;
 Hazar Bölgesi Enerji yatakları ve kaynaklarının, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının Hazar’dan Akdeniz’e kontrolü,
 Türkiye ile Türk Dünyası arasında oluşturulan tampon Ermenistan devleti ile
Türkiye’nin Kafkaslardan Orta Asya’ ya açılmasının kontrolü sağlanacaktır.
Bugün Kafkaslarda kurulan Ermenistan dışında Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünyanın değişik ülkelerinde etkin, yetkin, yetenekli, geniş bir Ermeni Diasporası (dağılmış insanların tümü) oluşa gelmiştir. Bugünkü soykırım senaryoları bu Diasporanın en az 30 yıllık lobilerinin getirisidir.
Yeni kurulan Cumhuriyet, Lozan’da, masa başında Ermeni lobisiyle mücadele ederek diplomasi olarak Batı’ya gerekli dersi vermiş, defteri kapatmıştı. Türkiye, Lozan sonrası Ermeni sorununu 50 yıl daha yaşamadı ve hiç yaşamayacaktı.
Ama ne var ki 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Rum Lobisi, Ermeni Lobisini hareketlendirip Asala terörünü öne çıkardı ve batı da buna seyirci kalınca 41 diplomatımız hunharca katledildi.
Büyük önder Atatürk daha Cumhuriyet kurulmadan 1919 yılında Ermeni sorunu konusunda bizi uyarmıştır;
“Ermeni sorunu, Ermeni ulusunun gerçek çıkarlarından çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik ve politik çıkarlarına göre çözümlenmek istenmiştir.”
2005 yılında, 1915 tehcirinin 90. yıldönümü nedeniyle Ermeni soykırımı yeniden ısıtılarak dünya piyasasına sürülür. Bugün Türkiye, Osmanlı arşivlerini açarak internete koymuştur. 185 toplu mezar, bilgi-belge ve arşivler soykırımın kime yapıldığını gösterir. Rus, İngiliz, Amerikan, Fransız ve Ermeni gizli arşivlerinin açılması şartıyla Türkiye, Ermenistan, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Rusya ve ABD'den bilim adamlarının yer alacağı bir komisyon tarafından konunun araştırılması tarihin yerli yerine oturmasına katkı sağlayacaktır.

Remzi KOÇÖZ

Dip Not/Kaynakça:
(1) KILIÇ Selami, “Alman Arşivleri ve Ermeni Sorunu” konulu konferans notlarından
(2) KILIÇ, Selami, “Alman Arşivleri ve Ermeni Sorunu” konulu konferans notlarından
(3) “İzmir Ermeni İhtilal komitesi ve Terör”, Derleyen Hayri Mutluçağ, Belge Yayınları, 1986-İstanbul, (Ertuğrul Zekai Ökte’nin Sunuş bölümü, Alman B.C. 38/B. 15334)
(4) KÜRKÇÜOĞLU Erol, “Doğu Anadolu’da Türk Soykırımı ve Ermeniler” konulu Konferans notlarından.
(5) İzmir Ermeni İhtilal komitesi ve Terör, age, s.12
(6) ÇİĞDEM, Süleyman, ‘Alaca Tarihi’, A.Ü. Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi Yayınları No:1, Ankara-2002
(7) Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türk Tarih Kurumu Başkanı, 19 Aralık 2004, Milliyet

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Ermeni Sorunu Üzerine... (*)


“Efendiler,
Doğuda Trabzon'u, güneyde Adana'yı içine alacak büyük Ermenistan'dan eser kalmamıştır. Ermeniler, gerçek sınırları içinde bırakılmıştır. 1877 seferinde Türk vatanından zorla ayrılan Kars, Ardahan, Artvin yeniden sancağımız altına alınmıştır.
Kuzey Karadeniz'in en güzel ve en zengin sahilleri üzerinde kurulmak istenen Pontus hükümeti, taraftarları ile birlikte tümüyle ortadan kaldırıldı.
Güneyde etki alanlarına ayırarak ülkemizi parçalamak ümitleri kesin olarak kırılmış ve ulusun kararlığı ve kahramanlığı karşısında, Türkiye'yi parçalamanın hayal olduğu kabul ettirilmiştir.
Türkiye'ye her medeni ülkenin faydalandığı haklardan yararlanması sağlanmıştır.
Yine güneyde zenginliği ve yeteneği yönünden vatanımızın parlak ümitlerinden biri olan Adana ve onun gibi birçok güzel şehirlerimiz, ezici düşman boyunduruğundan kurtarılmıştır.” (1)

Ermeniler ve Anadolu (2)
Türkler, Anadolu’yu fethettiğinde buralarda Bizanslılar varmış; Ermeniler ise her dönemde azınlık olarak kalmış; Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı tebaası olmuş; tarihsel süreçte millet olarak devlet kuramamışlardı. Ta ki I. Dünya Savaşı sonrası Kafkaslarda kurdurulan devlet hariç…
Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden önce Bizans’ın zulmünü yaşayan Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya ayak basmaları ile dinlerini-kimliklerini-kültürlerini yaşamaya, yaşatmaya ortam bulmuşlardır. Ermeni Tarihçi Mateos, Türkleri kurtarıcı olarak görüp “Melikşah’ın ardından dünya ağladı” diye bir veciz sözde bulunur.
Selçuklular döneminin ardından Osmanlılar döneminde de Ermeniler sorun yaşamazlar. Hatta Osmanlılar döneminde iki Ermeni Patriğine ilave bir patrik daha kurulur. 1800’lü yıllara doğru ise Ermeniler en üst düzey görevlere gelmesinin yanında, Osmanlı Devletine bağlılıklarından dolayı kendilerine ‘millet-i sadıka’ payesi verilir. Anadolu insanının hoşgörüsü ile ekonomik-sosyal-kültürel alanlarda da zirveye çıkarlar. Ancak edindikleri imtiyazları fırsat bilip Osmanlı’ya karşı içten içe sinsice hazırlık yaparlar. Ermeniler, 1900’lü yılların başında bile Osmanlı nüfusu irdelendiğinde nüfus yoğunluğu oluşturmayıp, % 7-8’lerde seyreden, her daim azınlıkta idiler. (3)
Ve 1900’lere doğru Batı’dan destek bulan Ermeni Taşnak ve Hınçak komiteleri Sivas, Elazığ, Erzurum, Van, Bitlis ve Diyarbakır çevresindeki Türk halkına karşı kitlesel katliamlara başlarlar.
Trablusgarp (1911), Balkan Savaşları (1912-1913) ve ardından oluşan I. Dünya Savaşı (1914-1918), İmparatorluğun cephe gerisini zaten perişan edecekti. Yedi cephede savaşan koca imparatorluk, içerden de başkaldırışlarla karşı karşıya kalır. Bu darbeye, bu ihanete karşı geç de olsa 1915 yılının 24 Nisanında, çete faaliyetine dönüştüğü için Ermeni Taşnak ve Hınçak Parti faaliyetleri yasaklanır; 27 Mayıs 1915’de de Tehcir (Göç) Kanunu çıkartılıp Anadolu’da yıkıcı-bölücü faaliyet gösteren çetelere katılan kişilere uygulanır.

Bölgede yaşayan Ermenilerin ihaneti her Rus işgalinde kendini göstermiştir. (Diğer işgal bölgeleri ve cephe gerisinde de ihanetler yaşanmaktadır.) 1916 yılındaki son Rus işgali 1,5 yıla yakın sürer. Ruslar, Ekim 1917’de Bolşevik İhtilali sonrası geri çekilirler. Yerlerini silahlarıyla birlikte Ermeni çetelere, komitalara bırakırlar. Fırsat bu fırsattır onlar için artık değneksiz köyün çobanıdırlar! Kozlar onların elindedir. Rus silahıyla güçlenip Batı’dan destek bulan Ermeniler, yıllarca depreşen içlerindeki kin ve nefreti açığa çıkarırlar. Doğu Anadolu’yu Ermeni toprağı yapmak için hazırladıkları plana göre ilkin, birlikte, iç içe yaşadıkları Türkleri yok etmeleri gerekmektedir. Onun için tez elden genç, ihtiyar, kadın, çocuk demeden Anadolu insanını katlederler. İşte bu Ermeni vahşetidir; soykırımın ta kendisidir! Ne zamanki Anadolulu milisler örgütlenerek, silahlanarak bu insanlık düşmanı zalimlere karşı mücadele başlatırlar ve ardından Ordunun da desteği ile püskürtülerek Anadolu topraklarından atılırlar. İşte bu, ulusal savaşın ta kendisidir. Ermeniler kaçarken yakarlar yıkarlar, yok eder, tecavüzde bulunurlar. Kadın kız, çoluk çocuk demeden katlederler. Ermenilerin geçip gittikleri yerlerde toplu mezarlar çıkar. Soykırım denen vahşet işte budur! Aynı ovayı, yaylayı kullanırken aynı suyu paylaşırken arkasından hançerlenmek nasıl hoş karşılanır? Türkler, saldırıya maruz kalan taraf olarak kendi canlarını korumak için Ermenileri uzaklaştırmak ve üzerine geleni öldürmek zorunda bırakıldıysa, vatan savunması uğruna ölmemek için öldürmenin nefsi müdafaa sayılması gerekirken ve dünyadan bu gerçeğin kabullenilmesi beklenirken, yıllar sonra yine pişkinlikle “Ermeni Sorunu veya Ermeni Soykırımı” diyerek Türklerin karşısına çıkarlar. Bu ne yüzsüzlük!..

O günleri yedek subay olarak yaşayan Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” kitabında o günler anlatılır. Tarihi gerçeklerden yararlanabilmek için Ermeni katliamları iyi analiz edilmeli. O insanların Anadolu toprakları üzerinde 1000 yıla yakın birlikte yaşadıkları insanları, yanlarında çalıştıkları, ekmeklerini yedikleri, dostluklarını gördükleri insanları bir gecede güç ellerine geçince hunharca, acımasızca, vahşice, insanlığın akıl alamayacağı, düşünemeyeceği işkencelerle katletmeleri... İşte yıllarca içlerindeki kin ve nefret açığa çıkarak kendini göstermiş, Ermenilerin uyguladığı katliam sergilenmiştir.

İlkçağdan-Anadolu’ya, Ermenilerin mitoloji olarak MÖ 6000’li yıllardan itibaren Mezopotamya ve Anadolu medeniyetlerini sahiplendikleri görülmektedir. Ancak aynı tarihlerde Hitit, Urartu gibi kültürlerin varlığı çakışmaktadır. Urartu kültürüne sahiplenseler de tarihçiler özdeki olumsuzlukları, farklılıkları ortaya koymaktadırlar. Ermeniler zaten geçmişten günümüze kendi mitolojik öyküleriyle Anadolu’nun geçmişine sahiplenmektedir. İşte bu mitolojiden yola çıkarak ninesinin anlatımları ile büyüyen Ermeni çocukları “Ararat” senaryosunu kurgulayıp film yaparak Dünyaya abartılı mesaj vermeye devam etmişlerdir. Zaten Ermeni lobisi yeterince gelişmiş; Türklerin ilgisiz ve yetersiz kaldığı, Türk’ün kendini insanlık etiğiyle haklı kabullenip tanıtım yapamaya gerekli görmediği boşluğu doldurarak Dünya Kamuoyu yaratmaya son sürat devam ede geliyorlar. Bugün kendi iç sorunları ile uğraşan güçsüz bir yapıda olan Ermenistan Devleti, yarın güç bulduğunda uydura geldikleri tarihi miraslarını dillendirmeye, Anadolu üzerinde toprak sahiplenmeye başlayacak, Ararat ve benzeri filmler de bunların birer alt yapısı olacaktır.

Türkler, kendilerine yapılan katliamları duygu sömürüsü şeklinde dünya kamuoyuna aktarmaya gerek duymadı. Zaten yapılan her şey capcanlı ortadaydı. Bu katliamın acılarını, yaralarını sarmayla uğraştı. Her yıl kutlanan kurtuluş günlerinde nefreti canlı tutmaya çalıştı. Onun dışında yapılanları, kötülükleri bölge ve dünya barışı için unutmaya, tarihin sayfalarına, insanlığın hoşgörüsüne bıraktı…

Ermeni lobisi, Rum ve Yahudi lobisi gibi dünyanın en güçlü lobilerinden biridir. ABD Kongresi üzerinde, batının yeni dayanışma oluşumu AB üzerinde etkili olup Türkiye’ye yardım ve destek konularında aleyhimizdeki kararlarda etkindirler. Yaşayan tarih açısından olayı yaşayanlardan, yapılan katliamlardan, mezarlardan, yakılan yıkılan köylerden kentlerden ve bizlere anlatılanlardan geleceğimize aktarabilecek eserler ortaya koyamamışız. Yaşadığımız zulmü sineye çekmiş; bir film, bir tiyatro yapamamışız. Bu gerçekler iyice aktarılmadığı için çabuk unutmuş; iyi niyetliliğimizin saflığıyla onların ekmeğine yağ sürmüşüz. O vakitlerde, öteden beridir yaşatıla gelmiş mevcut köy isimlerini bile onlara mal etmiş ve değiştirerek yeni isimler koymuşuz. Araştırmadan-incelemeden yıllar öncesi Orta Asya’dan geldiğimizde var olan ve de koymuş olduğumuz isimlerin anlamlarını bilip bilmeden, öfkeyle kızgınlıkla değiştirmişiz. Hiddet ve gafletimizle rakiplerimizin ellerine koz vermişiz! Biz, tarihi gerçeklerimizi anlatamayınca, film yapamayınca, yeterince bilimsel yazılı ve görsel eserler ortaya koyamayınca oluşan bu boşluğu Ermeniler ve yandaşları doldurmuşlar; bizim yazmamız, bizim yapmamız gerekenleri aleyhimize abartarak; çirkinlikleri yanlışlıkları bize mal ederek ortaya koymuşlar ve kendi çıkarları doğrultusundaki yalan dolanlarla aleyhimize kamuoyu yaratmışlardır.

Ermeni Zulmünden Ermeni Terörüne
Türk insanı, Anadolu insanı bu vahşeti hak etmemiştir. Tarihte fethetmiş olduğu topraklarda kimsenin Diline-Dinine-Milliyetine-Kültürüne-Tarihine müdahale etmemiş aksine hoşgörü göstermiştir. Bunlara tarihten bir-kaç örnek sıralayalım;

 Selçuklular, Malazgirt Savaşında esir aldıkları Bizans Komutanı Romen Diyojen’i ülkesine sağ-salim teslim etmiş, Bizanslılar ise komutanlarını kendileri öldürmüş.

 Osmanlılar 1492 yılında İspanya’dan sürülen-sınır dışı edilen Yahudilere kucak açmış.

 Osmanlılar sığınma talebinde bulunan İsveç Kralı 12. Şarl’ı topraklarında altı yıl misafir etmiş.

 1848 yılında Macar mültecilere kucak açmış.

 1917 Ekim Devriminden kaçarak sığınan 250 bin Rus’u bağrına basmış.

 II. Dünya Savaşında 6 milyon Yahudi’yi toplama kamplarında, gaz odalarında katleden Nazilerden kaçan Yahudilere kucak açmış.

 1993’de Halep’çe katliamı sonrası Kuzey Irak’tan ülkemize sığınan Kürtlere kucak açmış...

Türk tarihinde, kültüründe soykırım diye bir şeye rastlayamazsınız. Aksine dostluk-dayanışma-hoşgörü-yardım özellikleri ön plandadır.

Aksine Ermeniler bir milyona yakın Anadolu insanını işgal ve savaş gerekçesiyle yok etmişlerdir. 1918 yılında Ermeni katliamına son verilmesi sonrası; Ermeni zulmü sona erse de Ermeni Terörü yine durmayacaktır. Ermeniler, vahşetlerine, Tehcir Kanunundan sorumlu tuttukları Osmanlı Devlet adamlarından başlarlar.

 Eski İçişleri Bakanı Talat Paşa 15 Mart 1921 tarihinde Berlin’de (Almanya); IV. Ordu Komutanı Cemal Paşa ile yaverleri Nusret ve Süreyya Beyler 21 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis’de (Gürcistan); Eski Dış İşleri Bakanı Sait Halim Paşa 5 Aralık 1921’de Roma’da (İtalya); İttihat ve Terakki üyelerinden Bahattin Şakir ve Cemal Azmi Beyler 17 Nisan 1922 Berlin’de (Almanya) katledilmişlerdir.

 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Ermeni (ASALA) Terörü ortaya çıkar, 1980 yılına kadar 41 Diplomatımız katledilir. (21 ülkede 199 eylem sonucu 41 şehit, 261 yaralı)

 1980 sonrası (ASALA, 17 Kasım ve diğer Terör Örgütleri işbirliğiyle gelişmiş) PKK terörü 35 bin insanımızı yok edecektir.

 1990’lı yıllarda Ermeni komitaları, aynı cinayetlerini Kafkaslarda, Azerbaycan-Karabağ’da, tekrarlayacaklardır. (4)

Dünyaya hakim olan Ermeni-Rum lobileri, 1920’lerde ve Lozan günlerinde lobi faaliyetlerine başlarlar. Gece Yarısı Ekspresi - Ararat gibi filmlerle 21. yüzyıla giren dünyaya seslenirler. (Ermeni lobisi binlerce yazılı ve görsel eserle Dünya’ya seslenirken, Türkler yüzlerde kalmışlar…) Bu durumu hem pozitif hem de negatif olarak değerlendirebiliriz. Pozitif olarak düşünürsek yavuz hırsız rolüne soyunmamış, suni gündemler, abartılı eserler yaratmayı etik görmemişiz. Negatif açıdan bakarsak; diplomasiyi, lobiyi gereği gibi kullanmakta geç kalmış; susmakla, ağırdan almakla onlara meydanı boş bırakıp at oynatmalarına seyirci kalmışız.
Kendi yurdumuzda, şehit ve gaziler emaneti bu kutsal toprağımızda işgale uğrayıp zulüm görmüş; sonuçta da yine zalim olarak gösterilmişiz. Kendi haklılığımızı savunmamız gerekirken bizi Amerikalı Prof. Justin Mc. Carthy savunmaya çalışmış. Bu muhterem zat, Türklerin haklılığını bir Türk’ten çok daha içten, daha yürekten anlatmaya, tanıtmaya çalışmış; Amerikan Kongresine raporlar sunmuş.
Biz ise haklı olduğumuz bu davada ivedilikle yapılması gereken tanıtım işlevini yapmamış ya da yapamamıştık. Kendi iç sorunlarımızla uğraşıp kısır döngülerimizle birbirimizle dalaşırken elin oğlu atı almış ve de gözümüzün içine baka baka Üsküdar’ı geçmişti! Gaflet uykusundan uyandığımızda, iyi niyetliliğimizin suiistimal edildiğinin farkına vardığımızda ise tüm dünyayı karşımızda bulmuş, yapayalnız kalmıştık. Böyle bir durum karşısında “Zararın neresinden dönersek kâr” diyerek 2000’lerde gecikmeli de olsa bilimsel mücadeleye, araştırmaya başladık. Ermeni-Türk ilişkileri Araştırma Merkezi, Atatürk Üniversitesi tarafından kurularak bilimsel mücadele başlatılır. Bunu Türkiye’nin dört bir yanındaki birçok üniversitelerimiz ulusal dava edinip hayata geçirerek stratejik araştırma merkezleri adı altında bilimsel çalışmalara kollarını sıvayacaklardır. Hareketlenmeden esinlenerek bu üniversiteler dışında da stratejik araştırma merkezleri kurulur. Geç kalmış da olsak “Zararın neresinden dönersek kârdır” atasözünün içeriğini yerine getirecek; bu ulusal bilinçlenme, bu ulusal mücadele yakaladığımız yerden sürdürülecektir.
Şu da çok iyi bilinmelidir, tanıtmak için tanımak ve bilmek gerekmektedir. Bir de yorulmadan, yüksünmeden disiplinli bir şekilde çok yönlü mücadele vermek, bilinçli olarak dürüstçe ve azimlice çok ama çok çalışmak gereklidir.

Önce arşivler elden geçirilir, Toplu Mezarlar, Belgeler, Bulgular, Canlı Tanıklar sonucu yeni-yepyeni bir çalışma şekillenir. Akademik eserler ortaya çıkarılır. Sırada öykü, roman, tiyatro eserleri, sinema filmi gelmelidir? Bize dayatılan/ sunulan çirkin teze karşı anti tez geliştirmeliydik. Bu amaçla üniversitelerimiz ve sivil toplum derneklerimiz bilinçli bir çalışmayla yola çıkarak verilerin ilki 2004 yılı içerisinde sonuçlandırılır. Ermeni oyunlarını, Batı’nın sinsi şer entrikalarını gözler önüne sermek için o günleri anlatan ve gösteren CD hazırlanır.(5) Onların Ararat filmi gibi abartılı anlatımlardan yola çıkılarak hayal ürünü ortaya koyulmamış; bunlar belgesel, bilimsel bir yapıt olarak gerçeğin ta kendisi olmasına, tarihe ışık tutmasına özen gösterilmiştir.

Özet olarak belirlersek; tarihsel bir yarayı kaşımak, mezarlıkları yeniden kazmak amacında değiliz. Ülkemize ve ulusumuza karşı tezgahlanan sinsi oyunları içeren çirkin teze karşı olarak antitezimizi ivedilikle uluslararası arenada geliştirmeliyiz. Ermenilerce tarihin çarpıtılmasına, suni gündem yaratılmasına engel olabilmek için arşiv ve diğer belgelerle yola çıkarak Ulusal Mücadelemizin kazanımında olduğu gibi doğruluğu ve haklılığı içeren bir cevap vermekten yanayız.

Remzi KOÇÖZ

Dip Not/Kaynakça:
(*) Bu yazı dizisine başlamadan 5,5 yıla yakın görev yaptığım Dadaşlar diyarı Erzurum’dan Atatürk Üniversitesi bünyesinde yakın tarihimize ışık tutması açısından 2000 yılında faaliyetlerine başlayan Türk-Ermeni ilişkileri araştırma merkezi ile geçmişi ve bugünü geleceğe şekil vermek üzere taşıyacak olan Stratejik Araştırmalar merkezinin çalışmaları sevindirici ve takdire şayan bir seyir izlemektedir. Değerli öğretim görevlilerinin özverili çalışmaları gelecekte daha anlaşılır, değer bulacaktır. 80 yıllık Cumhuriyetin geçte olsa bu tür çalışmaları önem kazanacak, meyvelerini gelecekte verecektir. Sabır, disiplin, özveri başarıyı getirecektir. Bilim adamlarımız bu donanıma ve inanca sahip olarak yola çıkmışlardır. Kendilerini yürekten kutluyorum.
(1) M.Kemal ATATÜRK, TBMM 1924 yılı açış konuşması, Meclis tutanaklarından.
(2) Axis 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt-2, Milliyet / Hachette yayınları, s.230-233
(3) AYDIN Mahir, “Türkiye ve Ermeni sorunu” konulu konferans notlarından
(4) KÜRKÇÜOĞLU Erol, “Doğu Anadolu’da Türk Soykırımı ve Ermeniler” konulu konferans notlarından.
(5) Atatürk Üniversitesi Türk-Ermeni İlişkilerini Araştırma Merkezi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu ve Murat Bulut tarafından 2003 yılı içersinde hazırlanan “Tarihi Belgelerin Işığında Ermeni Sorunu” adlı 50 dakikalık CD 2004 yılında 12 Mart Erzurum’un Kurtuluş Gününe ithafen Erzurum Büyükşehir Belediyesi tarafından bastırılmıştır.
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz