16 Haziran 2010 Çarşamba

Aile içi şiddet, İntiharlar ve Ensest ilişkiler. Diğer Adıyla Töresel, Yöresel Cinayetler...

‘Bazı yörelerde feodal yapının gereği Töreler, toplum yaşamında-insan ilişkilerinde belirleyici rol oynuyor. Sorunlar bu kurallar çerçevesinde çözümlenmeye çalışılıyor. Eğer karşı çıkarsanız ilk olarak dışlanıyor ardından yok ediliyorsunuz.
Töre güçlüyü koruyor, karşı geleni dışlayarak, güçsüzün yok edildiği bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.’

Dünyanın hızla değişmesi, bilgi çağı bu yaşantıyı pek ilgilendirmiyor, onun ötesinde etkilemiyor, etkileyemiyor. İnsanlar yüzyıllar öncesinin alışkanlıklarını anane-gelenek-örf adet, töre diyerek devam ettiriyorlar. Bu davranışlar değer olarak dogmatik, tabusal bir zırha büründürülmüş. Değişen pek bir şey yok, her şey aynen devam ediyor. Değiştirmeyi bırakın, üzerinde konuşmak, yorum yapmak zor bir olay. O zaman ne oluyor; ayni eğitime devam.. Daha doğrusu eğitimsizliğe devam.. Çünkü bilim adamları eğitimi “istendik yönde davranışa dönüşme” olarak betimliyorlar. O zaman biz bugün gelinen çağ tanımının neresindeyiz. Ortaçağda diğer adıyla Feodal toplum yapısındayız. O günden bugünlere nasıl mı gelebileceğiz? Hızlandırılmış eğitimle değil tabi ki! Olsa olsa bir iki nesil değişimi dengeleri yerine getirecek bugünlere ulaşmış olacağız. O zamanda bugünler yarınlara taşınmış olacak. Hiç olmazsa çok geriden takip etmek yerine bir adım geriden takip etmekte çağı yakalamak olacaktır…

Kadın Platformu sözcülerinin intiharlar, cinayetler üzerine şu sözleri çok şeyleri anlatmaya yetiyor;
“Adana’da Nilüfer, Diyarbakır’da Kadriye, Mardin’de Şemse, İstanbul’da Güldünya. Daha önce de bildiğimiz, bilmediğimiz niceleri. İntihara zorlanan, intihar etti denilen, kayıtlara giren, bazen de hiç girmeyen kadınlar. Öldürülüyoruz. “Töre” diyerek, “Namus” diyerek, yasalarda uygulanan ceza indirimiyle adeta teşvik edilerek öldürülüyoruz...”

Gazetelerin baş sayfalarında, orta sayfalarında, köşe yazılarında, farklı çevrelerin tepkilerini trajik yaşanmış öyküleri sıkça okuyoruz;

“13 yaşındayken beni 45 yaşında bir adamla evlendirdiler. Yıllarca çok dayak yediğim ve sapık tekliflerini dayanamadığım için kaçtım. Aile meclisi toplandı ve benim öldürülmeme karar verdi.”

“18 yaşındaki genç kız ailenin rızası dışında sevdiği gençle kaçarak evlenir. Evlendiği erkek onu terk edince ailesine geri dönmek zorunda kalır. Suçu birden fazla hem kocaya kaçmak hem de ayrılmak. Cezası tabi ki ölüm...”

“19 yaşındaki kız okumak istiyor. Aile okumasına karşı çıkarak evlendirmek istiyor. Kız direnince sokağa çıkma yasağı koyularak eve kapatılıyor. Söz verdikleri aileye mahcubiyet ve aileye başkaldırının cezası ölüm...”

“Kızın konuştuğu bir gençle kaçma planı ve aşkları köyde dedikodu olarak yayılıyor. Aile kızın bu dedikodulara meydan vererek ailenin namusunu kirlettiğini düşünüyor. Kıza intihar ederek bu lekeyi temizlemesini söylerler. Kız bunu yerine getirmeyince öldürülmesine karar verilir.”(1)

Bunun gibi aileleri tarafından öldürülmelerine karar verilmiş sayısız hikâyeler vardır. Ve de öldürülerek gazete sayfalarında gündeme gelenlerde olacaktır.

“Taşlanarak öldürülen Kadriye Demirel. Tecavüze uğradıktan sonra abisi tarafından sokak ortasında taşla öldürülen Kadriye ailesinden-korkusundan kaçamayarak kaderine razı oldu.”
“Baba, töre için 14 yaşındaki kızı Nuran’ı telle boğdu. Avcılar’da kaçırılıp tecavüze uğrayan 14 yaşındaki kızı Nuran Halitoğulları’nı aile meclisi kararıyla telle boğarak öldürmekle suçlanan baba ile ölüm kararını veren 32 kişilik aile meclisinden 15’i gözaltına alındı. Cinayetten sonra cesedi çuvala koyan baba, kızının cesedini burada iki gün sakladı. Daha sonra da Polenezköy yolu üzerinde, Halitoğulları’nın ağabeyinin çalıştığı bir çiftlik evinin yakınındaki ormanlık araziye götürdü. Kızını, ağabeyinin yardımıyla ormanlık alana gömen Halitoğulları, polise kızlarının iki gündür kayıp olduğunu bildirdi. Dedektifler tarafından sorguya alınan baba, kızını kendisinin öldürdüğünü itiraf etti.” . (2)

“Kuzeninin eşinden hamile kalan 22 yaşındaki Güldünya Bitlis’ten İstanbul’a kaçışını ve izini süren kardeşlerinin infazı sonucu öldürülüyor. “
Kuzeninin kocasından hamile kaldığı gerekçesiyle aile meclisi kararıyla erkek kardeşleri tarafından sokak ortasında vurulur. Saldırıdan yaralı olarak kurtularak hastaneye kaldırılır, ardından kardeşler gece yarısı hastanede yarım kalan işlerini tamamlayarak infazı gerçekleştirirler. Güldünya daha öncede öldürülmek istenmiş. Önce amcasının evinde boğularak öldürülmeye çalışılmış, infaz gerçekleşmeyince intihar etmesi önerilmiş. Güldünya kardeşlerinden kaçarak polise sığınır, poliste aileyi çağırarak uyarır. Tedbir olarak da yakınlarının yanına yerleştirilir. Sonrasında da gazetelere yansıyan ölüm olayı yaşanır.

Güldünya’nın öldürülmesi ile ilgili yansımalar(3) ;
İlginç gelişmeler yaşanacaktır.
-Aşiret büyükleri önce barış kararı için uğraşırlar. Yani kızın o kişi ile evlendirilmesi, O olmazsa ardından, ölüm kararı çıkacaktır
-Aileye selam vermezler. En son bir başka cenaze töreninde kimsenin selam vermemesi üzerine infaz çabuklaştırılır.
-Güldünya’nın birlikte olduğu, bebeğin babası olarak kuma alması isteğini kabul etmeyip, aile meclisinden infaz kararı çıkmasına sebebiyet veren kuzeninin kocası, husumetin kapanması için Tören ailesine 10 milyar verdiğini beyan ederek kayıplara karışacaktır.
-İnfazı gerçekleştiren kardeşler ve İstanbul’daki amcada kayıplara karışacak, aylar sonra yakalanarak ortaya çıkacaklardır.
-Bitlis’teki Aile cenazeyi almak istemez. Morga kaldırılan cenaze, yakınlarının ikna etmesi sonucu ailesine teslim edilir.
-Cenaze namazı kıldırılmayarak defnedilir. Şafii mezhebine göre cenaze namazının illa camide kılınmasına gerek yoktur. Yakınlarına göre İstanbul da morgda iken kıldık diyerek konuyu kapatırlar. Ama resmi görevliler bunu doğrulamazlar.
-Babası ve aile yakınları köy konağı olarak kullanılan kahvehanede taziyeleri kabul edeceklerdir.
-Dedesi ortada kalan torununu kızının sağlığında başkasına verildiği için istemiyor.
-Kızının ölüm olayı içinde töresel infaz olduğunu kabul etmeyecek, İstanbul un binbir türlü hali var diyecektir.
-Hele kadınlar hiç ortada görünmüyor. Yüzyıllar önceki gibi konuşmuyor, konuşturulmuyor.
-Erkek egemen toplumda kadınlar yüreklerine taş basmak zorunda başka bir alternatifleri yok.
Sonuç olarak olan oldu, ölen öldü deniliyor...

Töre ile ilgili saptamalar;
Kadın cinayetlerine töresel-yöresel meşruiyet kazandıran Aile Fetvası bir gerçeği Yerel Otoriteyi göz önüne serecektir. Yerel otorite; şeyh, şıh, aşiret reisi, ağa... olarak yüzyıllar öncesinden günümüze geçerliliğini korumaktadır. (4)

Töre, denenmiş belli hayat biçiminin işleyişini sağlamak için, geleneğin geçerli olduğu anlaşılmış kurallarını haklaştıran bir türü. (5)
“O şehirli biz yapamayız. Batıda bireysel onur söz konusu iken, bizde kolektif onur hakim.”(6) Neden? Modern topluma geçişten sonra ise insan, hısım, akraba, hemşehri ilişkisi gibi bağlardan soyutlanmaya başlar. Namus, şeref, onur gibi değerler, küçük gurubun denetiminden kurtularak kişiye parası, mevkii, görünümüne göre iş yerinde denetlenen, dışarıdaysa birbiriyle çelişen kişilikler içinde dolaşmasına imkan tanır.

Töre, bir realite aslında.. Sosyolojik olarak bakmak irdelemek gerek. Devlet bu yapıyı biliyor. Ama değişimi gerçekleştiremiyor. Ya da gerçekleştirememiş desek doğru olur. İnsanlar kaderleriyle baş başa yüzyıllar öncesinde kalakalmışlar. Kolay mı? Tabi ki zor bir olay, dönüşüm...
Kuzeninin eşinden hamile kalan 22 yaşındaki Güldünya’nın Bitlis’ten İstanbul’a kaçışını ve izini süren kardeşlerinin infazını, Töre Hukukunu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin raporunda: Töre ve Namus cinayetlerinin “İnsanlık dışı utanç cinayetleri” olarak yer aldığını öğreniyoruz. Bu olayların bir kısmı da intihar ya da kaza süsü verilerek istatistiklere cinayet olarak yansımamış oluyor.
Evet, ülkemizde son yıllarda intihar olaylarında büyük bir artış gözleniyor. Özellikle genç kızlarda daha çok bu eğilim ortaya çıkıyor. Aile baskısı, sevgisizlik, ilgisizlik, hayal kırıklığı, aldatılmak, terk edilmek, ayrılmak, yalnızlık, zorla evlendirilmek gibi etkenleri sıralayabiliriz. Bir başka açıdan değerlendirirsek toplum-çevre baskısı, gelenekler, töreler çerçevesinde intihar olayları yaşanıyor.

2003 yılı içerisinde 23 kadın, namus cinayetinden kaçıp Diyarbakır’ da ki Kadın Örgütü Kamer’e sığınır. Kamer örgütü bir yıl önce bir proje başlatıp, çeşitli nedenlerden ötürü Aile Meclislerince ölüme mahkum edilen kadınları, Devletin Koruması altına almak için kurulur. (7)
2003 yılında töreye 89 kurban verildiği; 3 ölü, 5 kayıp, 41 intihar, 40 namus cinayeti olarak resmi kayıtlara geçen sayıların daha artacağı bir gerçektir. Evet, Batı Anadolu da, İstanbul da- Bakırköy’de yıllar önce Kadın Sığınma Evleri kuruldu. Belediyeler tarafından aile içi şiddete maruz kalan kadınların sığınma yeri olur. Mevcut 14 sığınma evlerinin yaygınlaşması daha da önleyici bir işlev görecektir.

İtaatsizlik, Sevdikleri ile kaçmak, Tecavüze uğramak, İzinsiz dışarıya çıkmak, Evlenmeye karşı çıkmak, Küçük yaşta evlendirildiği kocadan-kumadan eziyet, baskı sonucu kaçış gerekçeleri üzerine; “Sen bir kere duvakla çıktın, ancak kefenle dönersin” Evden kaçması ‘Namus’ suçu olacak, ardından namusu temizlemek için ölüm kararı verilerek infaz için görevlendirme yapılacaktır. Ya erkek kardeş, ya amcaoğlu!
Aile toplum içinde var olmak için kızını öldürmek zorunda kalıyor.
Sonuçta o kız-kadın öldürülmeden ailenin namusu temiz değildir. Öldürünce şerefli-namuslu aile olunur.
Ölüm kararı etki-tepki-cinnet şeklinde değil, planlanarak işleniyor. Öldürülünceye kadar takip.. İntihara zorlamak, zehirleme, boğma, silahla, bıçakla, taşla.. Farklı yöntemler kullanılarak infaz gerçekleştiriliyor.

Diğer taraftan ayni topraklardan Avrupa’ya işçi olarak giden ailenin kızı “para için porno filmde oynadım. Kendim kendimden sorumluyum, kendim karar verdim, kimseye hesap vermem, kimseden de özür dilemem” diyerek kendini savunuyor. Ve sanat dünyasında “Duvara Karşı” adlı filmin başrol oyuncusu olarak Berlin’de “Altın Ayı”ödülüne layık görülür. Ailesi bu gelişmeler üzerine kendisini evlatlıktan red tepkisini, tavrını koyacaktır. Ne kan dökülecektir, ne aile fetvası, ne infaz, ne töre, ne yerel otorite, nede çevre baskısı. Herkes kendi dünyasında.. Orası Berlin fark etmez. Burası ise Batman, Bitlis, Bingöl fark eder. Fark işte burada...

Ensest ilişkiler;
“Annem üzülmesin, kardeşimle ortada kalmasınlar diye tek kelime söylememiştim.”
“9 yaşından beri üvey babasının taciz ve tecavüzüne uğrayan 15 yaşındaki Ç.K. yı sınav kağıdındaki şifreyi söken öğretmen ve müdürünün dikkati kurtardı.” (8)
Üvey babası tarafından 6 yıl boyunca tecavüze maruz kalan mağdurenin durumu öğretmenlerinin dikkati sonucu ortaya çıkınca yasal boyuta taşınıyor. Mağdur olan insanın bu dramı nasıl izole edilir, onarılır bilinmez. Bilinen bu tür ilişkilerin sanıldığından-yansıdığından çok fazla olması ürkütücü olur. Bu kapalı toplum yapısının sonucu oluşan toplumsal yaraya suskun kalınıyor. Bu olay açığa çıkmasa Ç.K. nın akıbeti ya intihar, ya da hayat kadınlığı. Başka bir alternatif çok zor.. İşte istatistiklere yansımayan suçlardan biri..
Geleneksel ahlakın kabul etmeyeceği ensest ilişki yaşansa da duyurulmuyor. Duyurulmadığı sürece bunlara katlanmak mümkün.. Duyurulduğunda ceza geliyor. Ailelerin, hanelerin, kişilerin onurları zedeleniyor. Ataerkil toplumda onur, erkeğin her zaman güç kullanma potansiyelini ifade eder. (9)

Aile içi şiddet;
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi araştırmalarına göre kadınların çoğunluğu Aile içi şiddete maruz kalıyor. Evli kadınların %46 sı bu şiddetten nasibini almış, son 5 yıl içersinde de % 65 oranında ölüm olayı artış göstermiştir. Çocuklara yönelik şiddet oranı ise % 60 düzeylerde. Bu sayılar Aile içi şiddetin ülkemizde ulaşmış olduğu boyutun göstergesidir.

“Üç Gün Boyunca Aç Bırakıp Dövmüşler.” Erzurum'da daha önce anne ve babasını kaybeden 4 yaşındaki çocuğun, evlerinde kaldığı amca ve yengesi tarafından üç gündür aç bırakıldığı ve bu süre içinde sürekli dövüldüğü, yapılan sağlık kontrolünde ortaya çıkar. Vücudunun bir kısmı morarmış olan küçük kızın, yaklaşık 3 gündür aç olduğu tespit edilmesi üzerine 4 yaşındaki Canan'a, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü sahip çıkarak, Çocuk Yuvası'na yerleştirir. (10)

“Altını ıslattığı gerekçesiyle, üvey babası tarafından ölümüne dövülerek hastanelik edilen küçük çocuk kurtarılamadı.”

“Annesi tarafından hastanelik edilinceye kadar dövülen, 21 gündür Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi’nde tedavi gören, 3.5 yaşındaki Sıla’yı, devlet şefkatle bağrına bastı. Mahkeme kararıyla ailesinden alınırken çıkan arbededen çok korkan Sıla, gözyaşları içinde Bolu’dan ayrıldı. Sıla artık Adapazarı Dostluk Çocuk Yuvası’nda yeni bir hayata başlayacak.” (11)

Eşlerden tutunda, öz ya da üvey anne-babalar tarafından yaralama, sakatlanma ve de ölümle sonuçlanan aile içi şiddet olayları sıradan bir olay şeklinde karşımıza çıkmakta ve karşılanmaktadır.

Yukarıdaki haberler benzeri sayısız olay gazete sayfalarına, adliye koridorlarına taşınmakta. Yansımayan ve taşınmayanlarda göz önüne alındığında, bu konunun da istatistiklere tam yansımadığı ve göz ardı edildiğidir.

Çözüm yolları;
Bu sorunların ortadan kaldırılması veya en aza indirilebilmesi için toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesi önceliklidir.
Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel açılardan sorunlar bir bütün olarak ele alınmalıdır. Cehalet ve işsizlik yanında yerel otoritenin baskısına karşı mücadele başlatılarak, dış dünya ile her konuda iletişim-ilişkiler geliştirilmelidir.
Basın bu konuları haberden-sansasyondan öte toplumsal gerçeklik, toplumsal zafiyet olarak işlerse, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, kamu yöneticileri, aydınlar, sanatçılar, tüm duyarlı çevreler kendi platformlarında konuyu toplumsal bir yara olarak algılarlarsa hedefe daha çabuk varılabilinir.
Türk Ceza Kanunu yeni tasarısına göre, töre ve namus gerekçesiyle cinayet işleyenler, ‘Tahrik’ gerekçesiyle ceza indiriminden yararlanamayacaklar. Tecavüz mağdurunu öldüren bir kişi, ceza indiriminden yararlanamayacak ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanacak.
Bir yandan kadın erkek eşitliği ile ilgili Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde Anayasamıza madde ekleniyor. Uygulamada devletin daha etkin kılınması için kadın birlikleri, dernekleri, sivil toplum örgütleri, siyasi muhalefetin madde içeriğinin genişletilmesi talepleri TBMM de çoğunluk bulamıyor. Bu konu ayrı bir değerlendirme olarak toplumun gündeminde yerini koruyor.
Ancak TBMM AB ilerleme raporu öncesi Eylül-2004’te olağanüstü toplanarak yeni TCK’yı hızlı bir şekilde meclisten geçirerek hukuk alanında son yılların en büyük değişimini gerçekleştiriyor. Nisan 2005 tarihinde uygulamaya girecek yeni TCK, töre ve namus gerekçesiyle işlenen cinayetlerin ilk etapta önüne geçemese de caydırıcılık ve yaptırım açısından uzun vadede olumlu sonuçlar yaratacaktır.

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça:
(1) 18 Ocak 2004, Milliyet Pazar eki, Elif Korap araştırması
(2) 28 Şubat 2004 Hürriyet Gazetesi, Cüneyt SÖZ
(3) 28 Şubat 2004, Milliyet Gazetesi, Osman Kara
03 Mart 2004, Hürriyet Gazetesi, Emel Armutçu
(4) 29 Şubat 2004, Milliyet Gazetesi, Serpil Yılmaz
(5) Milliyet Gazetesi, Melis Çelebi, Prof. Ünsal Oksay ile yapılan söyleşi
(6) Milliyet Gazetesi, Melis Çelebi, Prof. Ünsal Oksay ile yapılan söyleşi
(7) 18 Ocak 2004, Milliyet Pazar eki, Elif Korap araştırması
(8) 21 Mart 2004, Milliyet Gazetesi, Ayten Serin araştırması
(9) Milliyet Gazetesi, Melis Çelebi, Prof. Ünsal Oksay ile yapılan söyleşi
(10) Erzurum gazetesi, “Bunu yapan insan olamaz” başlıklı haber.
(11) 22 Ekim 2004, Hürriyet Gazetesi, E. Ercan-F. Keskinkılıç-Z. Tokuş

12 Haziran 2010 Cumartesi

EĞİTİM KOŞTURMACASI… -Eğitimdeki Gelinen Açmaz Üzerine-

‘Türkiye’nin en önemli eksikliklerinden biride bilim ve sanata yeterince değer vermemesidir. Her şeyi rüzgarın akışına bırakan, zar atan, kaderci yönü ağır basan bir toplumuz. Bir işi yapmadan önce değil de yaptıktan sonra yani ‘iş işten geçtikten sonra’ düşünmeye, planlamaya çalışırız. Evrim geçiremediğimiz sürece geçirenleri de beyin göçü şeklinde yurt dışına kaptırıyoruz. Eğitimde de akıl ve bilimi öne alarak dünyada geçerli olan şeyleri yaratarak büyük bir dış bağımlılıktan kurtulup dünya gücü olabiliriz. Bu potansiyel, bu zeka bu toplumun altyapısında var. Yeter ki onu açığa çıkaralım…’

Ülkemin eğitim açmazı yıllar önce başlayan Anadolu ve fen liseleri, kolejler, özel okullar ve de dershaneler yarışı ile sarmal bir hale getirilmiş. Bu sarmal yapı toplumun büyük bir kesimini milyonlarca aileyi etkiliyor. Bizden öncekiler/bizler/birkaç nesil, büyüklerimizin kitapları ile okuduk. Ortaokul sonrası devlet parasız, yatılı öğretmen okulları, askeri okullar ve meslek liseleri sınavları yapılırdı. Çoğumuz ilk sınav heyecanını o sınavlarda atlatarak, ailelerin durumuna göre hayata erken başlamak için meslek sahibi olmaya yüz tutardık. Onun dışında düz liseler, ticaret liseleri ve sanat okulları vardı.

Sonrasında üniversite sınavlarına herkes karınca kaderince mevcut bilgi ve birikimi ile hazırlanarak katılır, puan durumuna göre tercih yapılan yerlere girilirdi. Puanı düşük olanlar önkayıt sistemi ile Eğitim Enstitülerine kayıt olurdu. İstediği bölümü tutturamayan veya hiçbir yere giremeyen öğrenciler bir sonraki senenin sınavlarına kendi imkanları ile -çok kısıtlıda olsa Büyükşehirlerde az sayıdaki dershaneye giderek- hazırlananlarda olurdu. İkinci, üçüncü girişte sonuç alamazsa ‘kaldırım mühendisliği’ tabiri arkadaşları ve ailesi tarafından yüksek sesle dillendirilirdi.

Nüfusa orantılı olarak da o dönemin eğitim kalitesi bugünkü düzeyde yarışı gerektirmiyordu. Sonraki yıllarda yarış artarak günümüzde ilkokullara kadar düşüverdi. Durum böyle olunca özel okullar ve dershaneler mantar gibi bitmeye başladı. Dershaneler eskiden ÖSS için kurulmuşken piyasa şartları zaman içersinde LGS/OKS/SBS seviyesinde yeni bir yapılanma getirdi. Giderek ekonomik getiri amaçlı, sektör haline dönüşen eğitim de devletin yönetiminden ve denetiminden özel sektöre geçivermiş oldu. Böylece sağlık sektöründen sonra eğitimde özelleştirmeden nasibini almış oldu.
(2003 yılı itibariyle Ankara-Kızılay çevresindeki 550 dershane -o günlerde ilköğretim müfettişi bir arkadaşımın tespiti- sayısı ile ülkemizin eğitim gerçeğini yansıtıyordu.)

Akıl ve bilime dayalı çözümlere gözümüzü kapatıp bir kenara koyarak bugün yaşanan fiili duruma bir bakalım. Zorunlu eğitim olan ilköğretim sonrası olanaklar ölçüsünde lise ya da dershane seçeneği getirilirse daha pozitif olacaktır! Madem her şeyi dershaneler belirliyor, belirli liseleri dershanelere kiralayarak ya da devrederek daha gerçekçi bir durum yaratılabilir! Böylece bir çırpıda, kısa yoldan eğitim sorunu ile Dershane-Okul ikilemi de çözülmüş olur! Benim gibi binlerce insanda bu önerinin altına gözü kapalı olarak imza atacaktır!
Bir yandan ‘en iyi yatırımın eğitim’ olduğunu biliyorduk da; ne zaman, nerede, hangisini, nasıl tercih edeceğimiz konusunda ayaklarımız yere basmadığı gibi hafızamızda yetersiz kalıyordu. Böyle olunca kaygı ortaya çıkıyor. Daha doğrusu gelecek için güvence yerini kaygıya bırakıyordu. Kaygı oluşunca karar verme süreci genişliyor, kararsızlık hakim oluyordu. Evet, insan yaşamının en önemli süreci, dönüm noktası: sağlıklı karar verebilmektir. Yukarıda saymış olduğumuz eğitim alternatifleri sağlıklı karar vermeyi zora sokarak, gelecek kaygısı yaratmıştır.
(Sürekli değişen sistem sonucu yenilenen test kitapları, dergiler vb. materyal ile ekonomik açıdan büyük bir pazar yaratılmıştır. Özel okul, özel ders ve dershane yaşamın bir parçası haline gelerek okullardaki eğitim ve öğretim önemsizleştirilmektedir. Ekonomik güç oranınca eğitimdeki eşitsizlik kendiliğinden doğmaktadır.)

Okul-dershane döngüsüne tekrar dönelim: İlköğretim 6. sınıf ta -aslında ilkokul öncesine uzanır- başlayan bir maraton.. Yıl boyunca haftanın 5 günü okul, hafta sonu 2 günü dershane olunca geriye gün kalmıyor. Hatta hafta içi okul ve dershane etütleri olunca geriye kalan zaman da ödevlerin yapılmasına ve de uykuya kalıyor. Oyun vb. sosyal, kültürel etkinlikler geleceğe öteleniyor. Ya da geçmiş günlerde, çocuklukta kalakalıyor.

Bu koşturmaca ailelerin de düzenini bozup her şey çocukların eğitimine endeksleniyor. Ailelerde çocukla ayni psikozda ilköğretim sürecinde sürekli değişen (LGS/OKS/SBS) sınavlara kilitleniyor. Tabi bu arada yapılan deneme sınav sonuçları da cabası. Sınavmatik olunuyor adeta… Sonuç: Fen lisesi, Anadolu lisesi ardından iyi bir üniversiteye girebilmek için 5-6 yıllık bir maraton.. Normal insanlar yerine kurgu-robot insanlar yetiştirmenin gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.
(Üniversiteye şartlanılmış olarak İlköğretim sonrası girilen sınavlarla gelinen bu noktada; her yıl sınava girenlerin 2/3’ü duvara toslayarak ÖSS için bir sonraki yıla hazırlık yapmakta. Ve bu hazırlık daha sonraki yıllara da sarkarak açıkta kalan gençlerle işsizler ordusu oluşturmaktadır.)

Eğitimde deneme yanılmayla, yap-boz şeklinde her alanda olduğu gibi altyapı oluşturulmadan üst yapı oluşturuluyor. Her yapılan yenilik bir yenisine gebe oluyor. Böyle olunca da süreklilik ve düzenlilik daha doğrusu tutarlılık oluşmuyor. Yasalarla, kurallarla oynaya oynaya diğer şeylerde olduğu gibi eğitimi de sulandırmış oluyoruz. İşi çok bilinmeyenli denkleme dönüştürüp ‘bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz’ misali çöz çözebilirsen, kurtul kurtulabilirsen bu sarmaldan, bu kısır döngüden!.. Çare ararken bu döngüden nasibini alanlar kervanına katılmak biçare olur.

Yıl içersindeki sınav maratonunu okul bitimi Haziran ayının ikinci hafta sonu kimileri için SBS, kimileri içinde bir hafta sonra ÖSS sınavı tamamlıyor. Sınav öncesi gün geçmek bilmez, uykular tutmaz, sınav heyecanı ile bilinen şeyler kâğıda dökülemez. Panik olarak adlandırmasak da sınav psikozu ister istemez sonucu etkiler. Bir kumarbaz gibi, bir poker oyuncusu gibi çok soğukkanlı olmak zordur. Oynanan bir kumardan öte hayatın, geleceğin kendisimi? Kısmen değil, kısmen öyle diye cevap verilse de bu sınav açısından; çocuklar, aileler, eğitimciler olarak ‘olmazsa olmaz’a şartlanılıyor.

Çocuklar sınavda iken veliler dışarıda dokuz doğuruyor. Acaba diyor! İçeride zaman hızlı ilerlerken dışarıda saatler geçmek bilmiyor. Sınav iyide geçse kötüde geçse, öyle ya da böyle sınav sonrası ‘geçmiş olsun’ dışında söylenebilecek bir şey kalmıyor. Birde sonuçları beklemek dışında..

Sınavdan sonra çocukların üzerinden adeta tank geçmiş gibi.. Okulların kapanması ile de yorgun savaşçı konumuna düşüyorlar. Önlerinde üç aylık sınırsız bir tatil olsa da belirli bir zaman sonra sınav sonuçlarına endeksleniliyor. Bundan sonrası, sınav sonuçları beklentisi tatil yapmasına bedenen olmasa bile düşünce olarak engel oluyor.

Sonuçlar açıklandıktan sonra puanlar kafa karıştırıyor. Eski puan, yeni puan dönüşümü.. Hesaplamalar yapılırken il ve ülke sıralamasına bakılarak yapılacak değerlendirmelerin daha sağlıklı olacağı kanaati ortaya atılıyor. Sistemde yeni değişiklikler nedeniyle okul ve dershaneler sorularımızı yanıtsız bırakınca belirsizlik açığa çıkıyor. Tercih öncesi Internet ve gazete bilgileri daha sağlıklı bir yol çiziyor.

Kendi kendimi sorgularken benim gibi binlerce ailenin de birden fazla çocuklarını okutma savaşını gözlerimin önüne getirince ülke olarak eğitim açmazının sendrom/kangren haline geldiğini yaşayarak gözlemlemiş oluyordum. Lise girişinde başlayan sarmal üniversiteye girişte bitmeyecek ondan sonrası iş alanı olarak karşımıza çıkacak. Ülke okumuş insanların açıkta kaldıkları, boş dolaştıkları bir şantiye alanı gibi neredeyse..
(Geçmiş yıllarda ailelerin bu sıkıntı ve koşturmacasını arkadaşlarımızdan, yakınlarımızdan vede çevremizdeki insanlardan gözlemlemiştik. İş başa gelene kadar sadece işin dış yüzünü görmüştük. İçyüzünü ise yaşayarak görmüş olduk. )

Bir taraftan AB’ye girince nasıl olsa bu sorunlardan kurtulacağız umudu pompalanıyor. Diğer yandan her konuda Türkiye’ye baskı yapan AB eğitim konusunu pek gündeme getirmez. Eğitimin devletin asli görevi olduğuna dikkat çekerek ilk ve orta öğretimdeki bu çarpıklığa ses çıkarmaz. Buna karşın aileler bu yarışın dışında kalmamak için varını yoğunu harcayarak, kendi geleceğini çocuklarına, onların eğitimine feda etmektedir. Yani kendi mücadelesine, ideallerine, rahat yaşamına ara vererek, çocuklarının istikbaline yoğunlaşmıştır.

Eğitim adına yenilik, değişim yapmaya çalışanlar belki de ülkenin daha iyiye, güzele layık olduğunu düşünerek karınca kararınca bir şeyler yapmak istiyorlar. Ancak her yapılan yenilik, düzenleme yenisini gündeme getirince istikrar yerine istikrarsızlık ortaya çıkıyor. Bunun nedenlerini 50’li yıllara doğru giderek bulabiliriz. Belki de Türkiye, Köy Enstitülerini yaygınlaştırma, yenileme yerine kapatmakla bu açmazın doğmasını istemeyerek de olsa tetiklemiştir.

Çözüm konusunda bakanlıkça, üniversitelerce, eğitim sendikalarınca, sivil toplum örgütlerince çok değişik çalışmalar gerçekleştirilmiş, araştırma-inceleme raporları düzenlenmiştir. Yukarıdaki satırlar benzeri gerçekler dile getirilse de kısır döngü giderek sarmal hale dönüşmektedir. Belki de dünyanın diğer ülkelerinde buna benzer sancılar yaşanmış, yaşanıyordur da..

Eğitim uzmanlarının farklı platformlarda dile getirdiği gibi;
“Sınavlara endekslenmiş bir eğitim sisteminin nitelikli olması nasıl mümkün değilse, sadece müfredatı değiştirerek sorunları bir çırpıda çözmek de o derece zordur. İlkokuldan üniversiteye kadar yapılan sınavlarda çocuklarımız birbirleriyle yarış halinde bir gerçekle karşı karşıyadırlar. Aslolan onları geliştiren, çok yönlü bilgi ve beceri kazandıran, birbiri ile rekabet yerine, gerçek hayata hazırlayan, ezberci eğitim yerine muhakeme edebilen, sorgulayan, nitelikli bir eğitim anlayışı benimsenmelidir.”

Umarım; eğitimin bu kadar rant haline getirilmesi, sektöre dönüştürülmesi gelecek için kabus ve kaos değil de kalite ortaya çıkarır. Bu deneme-yanılma sonrası eğitim sistemi ve okullar; öğrencilerin ihtiyaçlarına yanıt veren, mutlu olacakları, sevecekleri, yaşamlarının bir parçasını oluşturan alanlara dönüştürülerek eğitimdeki açmaz son bulur…
rkocoz@yahoo.com

Remzi KOÇÖZ

10 Haziran 2010 Perşembe

ULUSLAR ARASI SEMPOZYUMDAN YARGISAL İZDÜŞÜMLER - IV

Sempozyum ve Tartışmalardan İzdüşümler;
CMK, TCK, Kabahatler ve İstinaf Mahkemeleri Kanunlarının peş peşe çıkarılmaları, Çocuk Mahkemelerinin kurulması Türk Ceza-Adalet sisteminde reform sayılmaktadır. Ayrıca soruşturma aşamasında Savcıların öne çıkması, savcı sayısının %50 artırılması, Adalet saraylarının yenilenmesi, araç-gereç, altyapı ve donanımın yenilenmesi, Bilgi işlem açısından UYAP sisteminin gerçekleştirilmesi yaşanan gelişmelerdir.
Diğer yandan mahkemelerin işyükü nedeniyle dava sürelerinin uzaması her yıl 500 bin davanın temyize gitmesi, hem yerel mahkemelerin hem de Yargıtay’ın işyükünü giderek artırmaktadır. Çözüm olarak öngörülen ve 13 bölgede alt yapısı tamamlanmaya çalışılan istinaf mahkemelerinin kurulması ise tartışma konusudur.
Ayrıca Türkiye’deki uygulamalardan örnekler verilerek, 1960 öncesi ve sonrası yapılanmalar ile 1980 sonrası anayasa değişiklikleri ile getirilen düzenlemeler dile getirilmiştir. Uygulamaların bir kısmının Avrupa benzerliği yanında Türkiye’ye özel olanların farklılıkların ülkelerin tercihleri olduğu, gelenek ve teamüllerinde uygulamada yaşatılmaya çalışıldığı gözlenmiştir.
Konuşmacıların sunumları bitiminde gerçekleşen tartışmalar yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve etkililiği konusunda gerçekleşirken; yargının işyükü, yargının sorunları, Türkiye ve Avrupa’daki uygulamalardan örnekler aktarılmıştır.
Avrupalı ve Türk Akademisyenlerin Avrupa uygulamalarından örnekler vererek Türkiye’de yapılması düşünülen Yargı Reformunun “Bağımsızlık-Tarafsızlık”, “Etkinlik ve Etkililik” ve “Hesap Verebilirlik/Verilebilirlik” çerçevesinde ele alınmasını, öncelikli olarak Yüksek Yargı Konseyi/Kurulunun bugün Adalet Bakanı, Müsteşar ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilmiş Yargı camiasından 5 üyeden oluşan HSYK’nın üye sayılarının artırılarak Hakim-Savcı ağırlıklı olması yanında Baro ve Akademisyenlerinde bu kurulda üye bulundurmalarını önerirken, Parlamentonun da nitelikli çoğunlukla üye seçimine dahilini istemektedirler.
Türk yargı camiası ise HSYK’da seçili bulunan üyeler dışındaki Bakan ve Müsteşarın katılmasını yargı bağımsızlığına müdahale olarak algılarken HSYK’ya Parlamentonun üye seçmesine hiç mi hiç sıcak bakmamaktadırlar. Hatta Baro ve Akademisyenlerin bulunmasını hiç istememektedirler. Türkiye’de Yürütme’nin Yasama organı üzerindeki ağırlığı söz konusu iken HSYK üyelerinin Yürütme’nin talepleri doğrultusunda atanmaları halinde Yargı’nında Yürütme’nin etkisi altına girerek siyasalaşmasının kaçınılmazlığı ve bu durumda; Hukuk Devletinden söz edilemeyeceği ortaya konulmaktadır. Hukuk devletinin gereği ve anayasa güvencesinde bulunan erkler ayrılığı kağıt üzerinde kalarak, yargının siyasallaşmasının önüne geçilemeyecektir.
Sempozyum süresince dile getirilen ve tartışılan konulardan biride Adli Kolluk yapılanması üzerine olmuştur. Yargı camiası ağırlıklı olarak Adli Kolluğun organik olarak kendilerine bağlı ve soruşturmanın patronu olan savcının emrinde olması gerektiğini Avrupa uygulamalarından örneklerle dile getirmişlerdir.

Sonuç;
Yargı reformu ülkemizde ençok tartışılan konuların başında gelmektedir. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde de reform anlamında olmasa da yargısal sorunlar tartışılmaktadır. Özellikle küreselleşmenin öne çıkardığı yeni kavramlar yeni uygulamalarında ortaya çıkmasını desteklemektedir. BM ve AB sistematiğinde öne çıkan hukuk alanındaki normlar diğer ülkelere örnek olarak sunulmaktadır.
Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin Türkiye’ye eleştiri getirmesi, örneklemeler sunması makul karşılanabilir. Bu ülkelerin demokrasi deneyimleri, hukuksal metinleri ortaya koymaları belirli bir birikim sonucu oluşmuştur. Ancak İspanya, Portekiz, Yunanistan, İsveç gibi ülkelerin bizlere çok çok yol gösterici şekilde örnek teşkil etmeleri düşünülemez hatta çoğu uygulamamız bu ülkelerden daha derinlerdedir. Kendi hukuk gelişimimiz doğrultusunda oluşan yargı sistematiğimiz -tüm aksaklık ve olumsuzluklarına rağmen- işlerliğini sağlamaktadır.
Zaten Eflatun’un sözünden yola çıktığımızda çok kanun yapıp değiştirmenin istikrarsızlığın göstergesi olduğu; az kanun yapıp değiştirmenin ise istikrar göstergesi olduğu/olacağı bir gerçektir. Hal böyle olunca gelişim, değişim, reform adına her şeyi altüst etmenin, toplumun geleceğine olumlu yönde katkı sağlaması düşünülemez.
Önemli olan aksayan yönleri, biriken sorunları tespit ederek o noktada çözüm yoluna gidilmesi doğru olanıdır. Yoksa deneme yanılma yada yapbozla mevcut olan güveni, otoriteyi bir çırpıda yok eder, kaos sarmalına giriverir, sürekli yeni arayışlara yönelir, kazanımlarınızı heba edersiniz.
Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu erkler ayrılığıdır. 3 Y’nin (Yasama-Yürütme-Yargı) birbirinden bağımsız işlev görmesidir. Günümüz parlamenter demokrasilerinde yürütmenin diğer erklere göre öne çıktığı yadsınamaz. Yürütmenin zaman içerisindeki bu ağırlığı, mevcut sistemin hukuk devleti yerine kanun devletine dönüşerek totaliter bir yapı sergilemesi kaygılarını da beraberinde getirecektir.
Ülkemizde yargının temel sorunu, ‘hukuk devleti ölçeğinde bağımsız bir yapıya ulaşması’ şeklinde nitelenebilir. İşyükü, çalışma şartları, adli kolluk gibi tali sorunlar yerine temel sorun olan ‘bağımsızlık’ olmazsa olmazlardandır. Demokrasilerde, yürütmenin müdahalesine ve totaliter eğilimlere yönelmesine karşın da güvence yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığının sağlanması ile yargının tarafsızlığı da pekişmiş olacaktır. Bu durum yargının etkinliğini güçlendirerek yargının etkili olmasını daha da artıracaktır.
Türkiye açısından “Yargının Bağımsızlığı, Tarafsızlığı ve Etkililiği” konularında Hukuk otoriteleri ve akademisyenlerin yapacağı çalışmaların geniş bir konsensüs sağlanarak yapılmasının ardından; yargıya iç-dış müdahaleleri en aza indirgeyecek önlemlerin alınması sürecinde, öncelik olarak ‘Yüksek Yargı Kurulu/Konseyi’nin bütçesiyle, idari yapılanmasıyla, üye sayısının ve katılımın artırılarak uygulamaya geçirilmesi, Hukuk Devletinin işlerliği yolunda atılacak en önemli adım olacaktır.

Remzi KOÇÖZ

7 Haziran 2010 Pazartesi

ULUSLAR ARASI SEMPOZYUMDAN YARGISAL İZDÜŞÜMLER - III

Luca PERİLLİ (Roverto Mahkemesi Hakimi İtalya, Avrupa Komisyonu Uzmanı) “Türkiye’de Ceza Adalet sistemi: Gözlem ve Analizler” konulu sunusunda şu hususlara değinmiştir:
İtalya, Fransa, Almanya’da olan düzenlemelere benzer garantiler Türk hakim ve savcıları için de mevcuttur. İtalya’da kişi başı yargı bütçe payı 70 Avro iken, Türkiye için bu rakam 7 Avro’dur.
Hukuk tarafsız bir şekilde uygulanmalı.. Ceza-Adalet Sistemi çerçevesinde sadece tarafsızlık değil bunun görünümü de önemlidir. AİHM’e göre de görüntüde eşitlik önemlidir. Savcı ve hakimlerin ofisleri farklı yerlerde olmalı, savcılar mahkemede avukatlarla aynı aşamada olmalı, mahkeme salonlarında eşit şekilde oturmalıdır.
Savcı sayılarını karşılaştırdığımızda 2231 (İtalya), 3936 (Türkiye), 5084 (Almanya) rakamları ile karşılaşılır. Bu rakamlar Türkiye açısından değerlendirildiğinde (Savcı sayısı 2005 yılında 2600 iken ) CMK değişikliği sonrası % 50 artış yakalanmıştır.
Günümüzde yeni suçların ortaya çıkması (Bilişim, Organize, İnsan Kaçakçılığı suçları gibi) savcının görevinde polisin önemini ortaya çıkarmakta; Adli Polisin kontrol altında tutulması, savcılık emrinde görev yapması tavsiye edilerek, bu konuda oluşturulan tüzüğün uygulanması istenilmektedir. Savcılar özerk olmalı ancak genelge, talimat ve emirler şeklinde kanuna yönelik talepler müdahale sayılmamalıdır. Suçlar konusunda uzmanlaşma ve koordinasyon öne çıkarken UYAP VE POLNET sistemleri arasında uyumluluk olması önerilir.
TCK ve CMK, AB standartları ayarında oluşturulmuştur. İleri düzeyde uygulamalardan kaynaklanan sorunlar ise AİHM tarafından izlenmektedir. İşkence-kötü muamele ile ilgili olarak AB tarafından Türkiye için düzenlenen ilerleme raporunda Avrupa Konseyince uyarılar var. Sivil toplum örgütlerinin talepleri üzerine bu hususlar öne çıkmakta olup 2009 yılında İstanbul polisinin 35 vakasının sonuçlandırılmamış olması örnek olarak gösterilmektedir. Bunun yanında pozitif gelişmelerde gözlenmiştir. Şikayet konusunda kişilerin aşamaları bilmesi, takip etmesi önemlidir. Adil yargılama ile ilgili tavsiyeler var. Avukatlar Adli Tıp aşamalarını izleyebilmeliler. BM kriterleri çerçevesinde davacı-davalı olarak her iki tarafın aynı ölçüde kendini savunması gözetilmeli eşit haklar tanınmalıdır.
Çocuk Koruma Kanununa göre her ilde Çocuk Mahkemeleri kurulması gerekirken 31 ilde kurulabilmiştir. TCK 250’ye göre yargılanan çocukların büyüklerle birlikte yargılanmaları söz konusu olunca bu durum kötü muamele algılanmakta (2009 AB ilerleme raporu) BM prensipleri ise çocukların en son çare olarak tutuklanmalarını öngörmektedir.

Doç. Ali KARAGÜLMEZ (Anayasa Mahkemesi Raportörü) “Savcılık Sisteminin Etkililiği ve Ceza Muhakemesi” konulu sunusunda şu hususlara değinmiştir:
01 Haziran 2005 tarihi Türk Ceza-Adalet sisteminde reform tarihi sayılmaktadır. CMK, TCK, Kabahatler ve İstinaf Mahkemeleri Kanunları peş peşe çıkarılmıştır. Kolluğun olaylara el koyma görevi savcıya bilgi vermek kaydıyla gerçekleştirilecektir. Olay yerindeki suçla ilgili delil ve izlerin kolluk tarafından savcıya bilgi vermek koşuluyla toplanması gerekmektedir. Polisin soruşturmadaki yetkisi CMK’da kaldırılırken, uygulamadan doğan ihtiyaç PVSK EK-6’da yapılan değişiklikle giderilmiştir.
Adalet Bakanı ve Valilerin kamu davası açma talebi kaldırılmıştır. Cumhuriyet Savcısı kamu davası açıp açmama konusunda tek yetkilidir yani soruşturmanın patronudur. Uygulamanın oturmamasının sebebiyeti kanun değişikliliklerinin sıklığı olarak değerlendirilebilir. 2004 yılında yürürlüğe giren TCK’nın ancak 53 maddesi değişirken, aynı şekilde CMK’nın da 63 maddesi değişmiştir. Bu noktada Eflatun’un; “Huzurlu, istikrarlı siteler az kanun yapıp az değiştirirler. Huzursuz ve istikrarsız siteler ise çok kanun yapıp çok değiştirirler” sözü eleştirel açıdan örneklenir.
Dosyaların tam tekmil edilerek mahkemeye sunulması, hakimin ayrıntılarla uğraşmayarak esasa odaklanıp karar vermesinin sağlanması, savcılık sürecinin etkililiği olarak ele alınmaktadır.

Doç. Mustafa Tören YÜCEL (Çankaya Üniversitesi) “Türk Ceza Adalet Sisteminde İşyükü Analizi” konulu sunusunda şu hususlara değinmiştir:
İstinaf mahkemelerinin kurulması Türkiye açısından gereklilik olmayıp yargı yükünü azaltmanın aksine yeni sorunlar yaratacaktır. Yargının sorunlarını teorik söylemlerden çok işyükü analizleri yapılarak çözümlenmesi doğru olacaktır. Pisagor’un “Yaşam ölçmektir, rakamlardır” sözleri bunu doğrulamaktadır.
Türkiye’de işyükü azlığı ve imkansızlıklar nedeniyle 137 küçük ilçe adliyesinin 2004 yılında kapatılması önemli bir gelişmedir. Mahkeme sayısı, hakim-savcı sayısı, dava sayısı ve suç fiiline göre davaların durumu ortaya konmalıdır. Yargıtay’a temyize giden yıllık dava sayısı kadar davanın zamanaşımından düştüğü, mahkumiyet oranının ülkemizde %70 iken gelişmiş ülkelerde bu oranın %95’lerin üstünde olduğu, yapay bir iş yükünden bahsedildiği ve iyi bir organizasyonla çözümün kolaylıkla getirilebileceği görülmektedir. Örneğin ticaret mahkemelerinde yürüyen davaların geneli bilgisayarda geliştirilecek bir program çerçevesinde seri bir şekilde sonuçlanabilecektir. Bunun gibi diğer dosyalarla ilgili olarak da duruşma yerine dosya üzerinden verilecek kararlara ilişkin benzer işlemlerin çabuklaştırılması sağlanabilir. Tapu, nüfus, banka kaydı gibi belgelerin kovuşturma öncesi teknolojiden yararlanarak seri bir şekilde tamamlanması yargı sürecini kısaltacak, işyükünü de aza indirgeyecektir.
Faili meçhul dosyaların özellikle TCK 250 ve benzeri suçlar açısından %54 civarında olması vahim bir durumdur. Diğer suçlar zaten toplum yaşamındaki olağan şeylerdir.

Oturum Başkanı A. H. Van DELDEN’in sempozyum bitiminde yapmış olduğu genel değerlendirme sonucunda;
Daha katılımcı bir yapının belirlenmesi amacıyla Yüksek Yargı Kurul/Konsey (HSYK) üye sayısının artırılması,
Kurulda Yargıtay ve Danıştay dışında yer alan hâkimlerin de temsil hakkının sağlanması,
Hâkim ve savcıların not sistemi de dâhil olmak üzere terfi sisteminin yeniden değerlendirilmesi,
Kurulun şeffaflık içerisinde görev yapmasının sağlanması ve kurul kararlarına etkili bir itiraz sisteminin getirilmesi,
Kurul için müstakil bir sekreterliğin oluşturulması ile kurulun mali ve idari özerkliğinin sağlanmasının gerekliliği,
Hususlarının ön plana çıktığını ve bunlar üzerinde çalışmalar yapılması gerektiği ifade edilmiştir. (Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ

4 Haziran 2010 Cuma

ULUSLAR ARASI SEMPOZYUMDAN YARGISAL İZDÜŞÜMLER - II

A.H.Van DELDEN (Eski Yargı konseyi Başkanı, CTIVD -Hollanda), “Türkiye’de Yargının Etkililiği: Gözlem ve Analizler” konusunda;
Etkinliğin zor ve ölçülmez bir kavram olduğunu, etkinlik ve etkililik arasında ince ayrıntılar olduğunu, etkin olabilmek için etkili olmak gerekliliğini, etkin bir adli sistemin işlerliği açısından yargının eleştirilere açık olması ve eleştiri yöneltilmesinin doğallığını vurgulamıştır.
Çağdaş ülkelerde geniş biçimde uygulanan yöntemlerin Türkiye’de de uygulanmasının yargının etkinlik ve verimliliğini artıracağını, adalete erişim imkânlarını geliştireceğini, bu bağlamda tespitler doğrultusunda yapılacak düzenlemelerle ‘arabuluculuk’ müessesesine bir an evvel işlerlik kazandırılmasının önemi yanında; yargının ortak sorunlarından en önemlisinin işyükü olduğunu, İstinaf Mahkemelerinin kurulmasının merkezde/Yargıtay’da biriken iş yükünü oldukça hafifleteceğini, Hakim ve savcıların iş yükünü destek kadroları ile aza indirgeyerek hem etkin hem de etkili olunacağını dile getirmiştir.

Bert MAAN (Hakim- Avrupa Konseyi Proje Danışmanı) “Mahkeme Yönetim sistemi” konusunda şu hususlara yer vermiştir:
Türkiye’de mahkemelerin idari görevleri yoğunlukta olup diğer kurumlardan belge bilgi talebi uzun zaman almaktadır. Tebligat ve dava dosyalarının hazırlanması aşamaları öncelik olan işlerdir. Ayrıca yıllık 500 bin dava yerel mahkeme sonrası yüksek yargıya taşınmaktadır.
Yerel mahkemelerde hakimlerin bilirkişi atamaları, tarafların ücret ödemeleri eleştirel konulardır. Yargının işleyişini, sorunlarını anlamak için geçmişteki uygulamaları da görmemiz ve bu gün gelinen noktayı tespit etmemiz gerekmektedir. Her ülkenin kendi coğrafyası, sosyal, kültürel gelişiminin yargının işleyişinde izleri olacaktır.
Mahkemeler niçin vardır sorusuna vereceğimiz doğru cevaplarla hakim ve savcıların işlevlerini tanımlamış oluruz. Misyon, vizyon, strateji yargı alanında da olması gereken kavramlardır. Yeni uygulamalar için pilot bölgeler, pilot uygulamalar yararlı olacaktır. Ceza davalarındaki yeni uygulamalardan Uzlaşma sisteminin yargının yükünü azaltacağını örnekleyebiliriz. Mahkemelerin yükünü azaltmak için de savcılıkların idari görev üstlendikleri görülmektedir.
Pilot bölgelerin (Aydın, Konya, Manavgat, Mardin, Rize) incelenmesi yanında Ankara Adliyesinden örnek verilerek, günde 60 ila 70 bin kişinin geldiği, işle ilgili olmayan müracaatların çok olduğu, hızın mahkemeler için önemli olduğu, adalet sarayları iyi organize edilirse etkililiğin artacağı ve mahkemelere yıllık bütçelerin verilmesi gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Yargı camiası, mahkemeler olarak (Türkiye’de yargıya güven günümüzde %50 olarak değerlendirilmiş); “bize sunulan güveni nasıl yükseltebiliriz” sorusunu sormalarını gerektirmektedir. Hakimin temel görevi; Okuyup, dinleyip karar vermek olmalıdır.

Prof. Jorge COSTA (Anayasa Mahkemesi Savcısı- Portekiz) “Yargıda Etkililiği Artırmada En İyi Uygulamalar” Konusunda şu hususlara değinmiştir:
Gecikmeler, kararların niteliği, harçlar handikap olarak yargının etkin ve etkililiği açısından olumsuzluklardır. Ceza davalarında savcılar polisle olduğu gibi hakimlerle de takım olarak hareket etmek durumundadırlar. Yargının geniş bütçesinin olması adalete verilen önem olarak algılanabilir. Yargının otoriter ve güvenilirliği açısından yürütme ve yasama ile koordine önemlidir. Politikacılar vatandaş önünde yargıyı eleştirmek yerine yargının aksayan sorunlarını yeni kanunlarla gidermenin yolunu gözetmelidirler.
Yargı her yerde eleştirilmektedir, kamuoyu dikkate alınmalı, medyada olumlu olarak yer alınmalı ve yapıcı mesaj ve bilgiler verilmelidir. Yargının sorunlarını anlatması açısından bu işlevin Adliyelerde/ Yargıtay da danışma ofisleri yerine Adalet Bakanlığının bu görevi üstlenmesi daha doğru olacaktır. Adalet Bakanının yürütmenin bir parçası olması yanında yargı ile köprü görevini ifa etmeleri gerekmektedir. Bakanlık yargının rahat çalışabilmesi, etkili olabilmesi için stratejiler geliştirmek durumundadır.
Hizmet binaları, teknolojinin kullanımı, davaların hızlandırılmasını, personel-araç-gereç ihtiyaçlarının giderilmesinde ön ayak olmalıdır. Bilgi Teknolojisi kullanılarak savcı-mahkeme arasındaki işlemlerin yürütülmesi hem zaman hem ekonomik açılardan tasarruf sağlayacaktır.
Uzlaşma-Arabuluculuk sistemi yargının daha etkin ve hızlı yürümesini sağlayacaktır. Ancak Baro tarafından bu uygulamalar “yargı işlevini kaybediyor” şeklinde eleştirilmektedir.
Mesleğe alınacak hakim ve savcı adaylarının iyi bir eğitimden geçirilmeleri, stajların önemini ortaya koyar. Uzmanlık açılarından eğitimin önemi büyüktür.

Prof. M. ÖZEKES (İzmir 9 Eylül Üniversitesi) “Yargıda Etkinlik ve Güvenirlilik Bakımından İstinaf sistemi” konusunda şu hususlara değinmiştir:
İstinafların yararlı olacağı düşünülse de uygulamaya geçilmesi bir türlü gerçekleştirilememektedir. İstinaf mahkemeleri kurulursa ülkemizdeki yargılama işlevleri; Yerel Mahkeme - İstinaf Mahkemesi - Yargıtay zincirine dönüşecektir. İlk derece mahkemelerinden daha çok Yargıtay’ın işi azalacaktır.

İstinaf aleyhinde olan görüşler;
a) Yargılama uzayacak,
b) Pahalı olacak,
c) İçtihat birliği bozulacak,
d) Yeniden inceleme yapılarak ilk derece mahkemelerinin önemi yitirilecek,
e) Altyapı oluşturulamadığından başarısız olacaktır.

İstinaf lehinde olan görüşler;
a) Gereklilik,
b) Adil karar,
c) Maddi denetim gerçekleşecek,
d) İlk derece mahkeme daha dikkatli olacak,
e) Uzmanlaşma oluşacak,
f) Karar düzeltme kalkacak,
g) Gerekli tedbirler alınırsa süre ve ekonomik açılardan tasarruf sağlanacak,
h) Temyize gitmeden yeniden inceleme yapılabilecektir.(Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ

1 Haziran 2010 Salı

ULUSLAR ARASI SEMPOZYUMDAN YARGISAL İZDÜŞÜMLER-l

“Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin, devlet halinde varlığı kabul olunamaz.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

Türkiye Adalet Akademisi ve TAİEX işbirliğinde “Yargının Bağımsızlığı, Tarafsızlığı ve Etkililiği” konusunda Noterler Birliği konferans salonunda 11/12 Aralık 2009 tarihlerinde düzenlenen Uluslararası Sempozyum sırasıyla Adalet Akademisi Başkanı, AB Almanya Temsilcisi ve Adalet Bakanımızın yapmış olduğu açılış konuşmalarıyla başlamış; A.H.Van DELDEN (Hollanda) başkanlığında “Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı” konularında birinci gün iki oturum, “Yargının Etkililiği ve Ceza Adalet sistemi” konularında da ikinci gün iki oturum gerçekleştirilmiştir.
Sempozyuma Avrupalı ve Türk Akademisyen-Hukukçular konuşmacı olarak katkı sağlarken; Adalet Bakanlığı bürokratları, HSYK üyeleri, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargı, Ankara Adliyesinden Hakim ve Savcılar, Hakim ve Savcı adayları, Avukatlar ve diğer kurum/kuruluşlardan hukukçular/bürokratlar izleyici olarak katılım sağlamışlardır. Uluslararası sempozyum oturumların ve tartışmaların tamamlanması sonucu oturum başkanı tarafından yapılan değerlendirmenin ardından sona ermiştir. Yargı Bağımsızlığı, Tarafsızlığı ve Etkililiği öznelinde gerçekleştirilen uluslararası sempozyumdan izdüşümleri paylaşmak istedim.

Konuşmacıların Sunumlarından Yargı’ya İlişkin Değerlendirmeler;

Prof. Thomas GIEGERICH (Kiel Üniversitesi-Almanya) “Yargının Bağımsızlığı-Kavramsal Çerçeve, Tarihsel Gelişim, Tarafsızlıkla İlişkisi ve Türkiye Üzerine Gözlemler” konusunda;
BM ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri çerçevesinde adil yargılanma prensiplerine atıf yaparak AB hukuk sisteminin ulusal hukuk uygulamalarının üzerinde işlev görmesi ile AB Adalet Divanının oluşumunu örnekler. Almanya, Hollanda, Belçika, Portekiz gibi AB ülkelerindeki uygulamalardan örnekler sunarak aşağıdaki hususlara değinmiştir:
Yargı üzerinde harici müdahale sayılabilecek siyasilerin etkin olmaması gibi dahili müdahaleler de yargı bağımsızlığı açısından önemlidir. Adalet Bakanlığının, Baroların müdahaleleri dahili bağımsızlığı zedeleyebilir. Hakim, savcı alımındaki kurullarda Yüksek Mahkeme, Bakanlık ve Baro temsilcileri eş derecede görev almalıdır. Uygulama da ise 5 Bakanlık temsilcisine karşın 2 Yüksek Yargı temsilcisi mevcuttur. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumundaki Adalet Bakanı ve Müsteşarın bulunması dâhili müdahaleye bir örnektir. HSYK’nın üye sayısının en az 15’e çıkarılarak kendi sekretaryası oluşturulmalı ve özellikle Teftiş Kurulu’nun kendilerine bağlanması gerekmektedir. HSYK’da Baro’nun temsili hesap verebilirlik olarak değerlendirebilir.
HSYK’nın genişletilmesi sonrası hakim ve savcılar hakkında yapılan disiplin işlem ve kararlarının itiraz edilme mercii olarak Dahili Temyiz Kurulu oluşturulmalıdır.
Yargı sisteminde hiyerarşik bir yapı gözlenmektedir. Bu yapı Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Uyuşmazlık Mahkemesi gibi Yüksek yargı kurumları şeklinde sayılabilir. Anayasa mahkemesinin yeniden yapılandırılarak politik mülahazalardan uzak karar almasını sağlayıcı donanıma kavuşturulması gerekmektedir.
Her bir Hakimin davalarda davalılara karşın tarafsızlığı çok önemli olup kamuoyunun da bu duyguyu algılaması önem arz etmektedir. Medyaya yansıyan haberlerinin izlenmesi, medyanın gözlemciliğinin kamuoyunun yargıya olan güvenini pekiştireceği noktasında önemlidir.
Yargının bağımsızlığının temelleri bu mesleğe eleman yetiştiren eğitim kurumlarında atılmalıdır. Hukuk Fakültelerinde verilecek eğitimle, eleştirel bakış acısının geliştirilmesinin gerekliliği üzerinde önemle durulmalıdır.

Prof. Sibel İNCEOĞLU (İstanbul Bilgi Üniversitesi) “AİHM Kararları ve Diğer Uluslar arası Belgeler Işığında Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı” konusunda;
Uluslararası belgeler açısından BM ve AB sözleşmelerinde adil yargılamanın yer almasının önemine vurgu yaparak bağımsız ve tarafsız yapının gerekliğinin altını çizer. AB entegrasyonunda hukuk alanındaki müktesebatın yargı alanındaki bağımsız ve tarafsızlığı birbirini tamamlayan unsurlar olarak görmekte olup AİHM önüne gelen dosyalarla ilgili öncelikle;
a) Yargıcın Atanması (Nesnel, nitelikli, liyakatlı, yürütmeden bağımsız, bağımsız kurul tarafından seçilme ve atanması),
b) Hesap Verirlilik (Hukuka karşı, yargı işleyişine karşı, kamuoyuna karşı) ve Demokratik Meşrutiyet,
c) Görev sürelerinin güvencesi ve görevden alınamama (Disiplin cezası, Mahkeme sisteminin değişikliği, yeni bir görevlendirme hariç),
ç) Bağımsız ve tarafsız karar verilme algılaması,
d) Sivil yapılanma durumu (Askeri üyeler ve DGM’ler) gibi hususları prensip olarak irdelemektedir.

Prof. Jorge COSTA (Anayasa Mahkemesi Savcısı-Portekiz) “Yüksek Yargı Konseylerinin Hesap Verebilirliği, Şeffaflık, Yaygın Uygulamalar ve Örnekler” konusunda;
Hukuk sistemini öncelikli olarak, yargı erkinin özelliklerinden yola çıkarak Portekiz den örnekler verir:
- Mahkemelerin bağımsızlığı, savcılığın özerkliği esas alınmaktadır.
- Hakim kanuna itaat ederken, savcı kanun yanında hiyerarşiye de itaat eder.
- Yargı görevi üst yönetim olarak 3 bölümden oluşmaktadır (Yargıç, Savcı, İdari Yargıç konseyleri).
- Hesap verilebilirlik açısından; Halka yönelik aksayan hususların Yüksek Yargı kurullarınca tespit edilerek gidermeye çalışılması öne sürülmektedir. Medya polemiklerine gerektiğinde halkı bilgilendirme adına cevap verilmelidir. Yargı erkinin yasama ve yürütme ile ilişkilerinde hiyerarşik yapı bulunmasa da parlamentoda hesap verebilirlik düşünülmekte/tartışılmaktadır.
- Şeffaflık açısından ise; yapılan işlevlerin sonuçlarının yıllık halkla paylaşılması, basın ofisleri aracılığı ile bilgilendirme yapıldığı dile getirilmiştir.

Prof. Serap YAZICI (İstanbul Bilgi Üniversitesi) “Yüksek Yargı Konseylerinin
Oluşturulmasında Demokratik Temsil İlkesi” konusunda şunları dile getirmiştir:
Öncelik çoğulcu demokrasiyi oluşturmak, Hukuk devleti normlarının yerleşmesini sağlamaktır. Yargı mensuplarına yönelik mesleki güvence çok önem arz eder. Anayasa bu güvenceyi vermişse de uygulamada bunun gözetilmesi daha önemlidir.
Uluslararası belgeler ile demokratik ülkelerdeki belgelerin incelenmesi sonucu yargı konseylerinin/kurullarının bağımsızlıkları olmazsa olmazlardandır. Yargıç üyelerin ağırlıklı olarak bulunması yanında Baro temsilcileri ve Akademisyenlerin de konseyde/kurulda yer almaları tartışılmalıdır. Bu yeni yapılanma kamuoyu tarafından yargının güvenirliğini ve temsil edilirliğini giderecektir.
Yargıçlardan oluşan konseyin bağımsızlık olarak algılanması düşünülse de hesap verilebilirlik aşaması kadük kalacaktır. Komisyonun karma olmasının bu aksamaları gidereceği değerlendirilmektedir.
Türkiye’deki HSYK demokratik meşruiyete sahip olmayıp yürütme ve yargı ağırlıklı üyelerle Cumhurbaşkanı tarafından atanarak görevlendirilmeleri toplumsal mutabakatı giderememektedir. Çoğulculuk ilkesi doğrultusunda konsey üyelerinin yargı dışındaki üyelerinin parlamentodan nitelikli çoğunlukla seçilmesi doğru olanıdır.

(Devam edecek)

Remzi KOÇÖZ
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz