28 Nisan 2010 Çarşamba

SAROS KÖRFEZİNDEN İSKENDERUN KÖRFEZİNE (1980’lerden Günümüze Ege-Akdeniz Kıyıları)

“Yaşam, sen yönlendirdiğin sürece anlamlıdır.”

Gezi Notları (Tarih, Doğa,Turizm):

Ege kıyıları ile ilk kez 1980 yılında İzmir stajımda karşılaşıyorum. Ardından 1981 yılında da ayni ilde staj yapmam nedeniyle İzmir ve çevresini, kuzeye doğru Yeni Foça’ya kadar, batıya doğru Çeşme yarımadasını (Urla-Mordoğan-Karaburun-Ilıca-Çeşme-Alaçatı), güneye doğru Seferihisar-Gümüldür, Selçuk-Meryemana-Efes Harabeleri, Kuşadası-Davutlar-Güzelçamlık, Söke, Didim-Akbük, Bodrum ilçesinin koylarına kadar gezme-görme fırsatı buluyorum. Ayni yıllarda Antalya’yı Konyaaltı’ndan, Karpuzkaldıran’a kadar sahil boyu görüyorum. Karadeniz dışında denize girmediğim için Ege ve Akdeniz de deniz suyunun gözlerimi yakmasına alışmam zor oluyor. Buraların tuzluluk oranı Karadeniz’in hemen hemen iki katı gibi..
1982 yılında Çanakkale’ye atanmam sonucu Ege kıyılarını Kuzeyden-Güneye ayrıntılı olarak gezme-görme fırsatı buluyorum.
Öncelikle Çanakkale bölgesini kuzeyde Saros Körfezinden, Gelibolu Yarımadasını, Bolayır-Anafartalar-Kemalyeri-Conkbayırı-Kabatepe-Abide-Settülbahir ve Kilitbahir’i her gezişimde tüylerimin diken diken olduğunu anımsıyorum. Siperler, şehitlikler, şehitler anıtı, müze, o dönemi anlatan puntolar halinde duvardan yazıları ve Kilitbahir sırtlarındaki İstiklal Şairi M. Akif ERSOY’un “Dur Yolcu“ diye başlayan dizeleri ; insanı yıllar öncesine götürüp, o zor günleri yaşayarak, gençliklerini yaşamadan bize bugünleri ve bu toprakları bırakarak, toprak olan nice isimsiz kahramanlar karşısında minnet ve saygı ile eğiliyorum.
Çanakkale, Anadolu yarımadasının en batı noktasında, Homeros’un ünlü “İlyada Destanı”na konu olan, çeşitli uygarlıklara da geçiş köprüsü olmuştur. Çanakkale Boğazı ise Ege ile Marmara Denizini, Anadolu ve Rumeli yarımadasını, Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlar.Çanakkale Boğazının her iki yakası Tarih kokan, tarihe tanıklık eden Çanakkale Destanı’nın yazılmasında düşmana set çekip, cephe oluşturan yerler... Siperlerde göğüs-göğüse çarpışanlar, şehitliklerde bugün yan yana yatıyorlar
(Her yıl 18 Mart günü Çanakkale o günleri yeniden canlı tutuyor.)
Ülkemizin Ege’deki en büyük adası Gökçeada’yı ise geçici görevli olarak yaz ve kışın farklı zamanlarda görüyorum. (Gökçeada’ya 3-3,5 saatlik feribot yolculuğu ile ulaşıyoruz. Adanın çevresini turladığımızda Marmaros-Kefalos- Kaleköy ve İnceburun kıyıları kamp ve tatil için elverişli yerler olarak göze çarpıyor.)
Çanakkale’yi Güneyde Kepez -Kumkale – Güzelyalı- İntepe- Truva Harebeleri- Geyikli (Odun iskelesinden İkinci adamız olan Bozcaada’ya geçiliyor) Ezine, Ayvacık üzerinden Behramkale’ye (Assos) iniyoruz.Burası Edremit Körfezinin de başlangıcı oluyor. Buraları adeta zeytin ormanlarına dönüşmüş. Sahil yolundan Küçükkuyu-Altınoluk-Akçay-Edremit,Burhaniye-Ören-Karaağaç-Artur Siteleri arkasından, Ayvalık- Cunda adası- Sarımsaklı plajlarını geçip, Altınova- Dikili’yi sahil yolundan Çandarlı takip ediyor. Aliağa, Yenifoça-Foça kıyılarını geçip İzmir Körfezi’ne ulaşıyoruz.

Daha sonraki yıllarda Muğla-Gökova Körfezi, Marmaris, Datça, Köyceğiz, Dalyan, Ortaca,Dalaman-Sarıgerme-İstuzu-Göcek,Fethiye-Ölüdeniz-Letonya-Patara-Kalkan-Kaş-Kekova-Demre-Üçağız, Finike, Kumluca-Faselis, Kemer, Antalya-Lara, Aksu, Serik, Side, Manavgat, Alanya, Gazipaşa’ya kadar kıyı şeridini gezerek görmüş, bazı yerlerden ise birden fazla geçiyor, bazı yerlerde ise belirli sürelerde kamp ve tatil yapıyoruz.
Anamur, Silifke, Erdemli, Mersin, Tarsus şeridini gece geçiyor, gündüz görmeyi başka bir zamana bırakıyor, Adana, Ceyhan, Dörtyol, İskenderun-Arsus şeridini ilk şark görevim esnasında 1987 yılında geziyorum. Burası Akdeniz kıyılarımızın son durağı İskenderun Körfezi’ni oluşturuyor.
Akdeniz’in bulunmuş olduğu Coğrafya’da bu güzellikler bir başka. Bırakın Türkiye’yi, Dünya’nın sayılı güzelliklerinin oluşturduğu bir doğa harikası. Deniz alabildiğince masmavi, tertemiz. Sahillerin bir kısmı kumsal bir kısmı orman bir kısmı doğal kayalık. Koylar, körfezler, deltalar, deniz içerisindeki küçük adalar ayrı bir doğa harikası. Birde bunun denizden tüm bu sahilleri kapsayan Mavi yolculuğu var.Tüm bu güzellikleri denizden seyrediyorsunuz. Biz bu güzellikleri denizden kısmen motor turları ile belirli bölgelerde gezdik, ancak tamamını gezmek ise ayrı bir güzellik olacak. Çünkü Kaş’ta yapmış olduğumuz deniz turu üzerinden yıllar geçmesine rağmen unutamadığımız güzel manzaralarla dolu.
(Kekova Adası, özellikle batık kentlerin bulunduğu Üçağızlar koyunun devamın da batık kentlerle denizin içinde bile görebileceğiniz kral mezarları insanı ürpertiyor.)
Birde kıyıya paralel doğa harikaları da bunun ayrı bir eklentisi gibi. Mağara ve kanyonlar, şelaleler, Milli Park alanlarına dönüştürülen, sit alanı ilan edilen güzellikler saymakla bitmez. Birde bunun Tarihle–Mitoloji ile bağlantılarını günümüze taşıyan yerler, eserler, müzeler o günleri bizlere yaşatıyor. İnsanlık bugüne nerelerden geldi., hangi aşamaları, çağları aşıp geldi? Hepsi açık hava müzelerine dönüşen eski yerleşim yerlerinde canlı olarak duruyor.
Tarih-Doğa-Turizm birbirini tamamlayınca ülke için bu bacasız fabrika demektir.Bunu ülkemiz yeni yeni canlandırıyor gibi. Çevreyi kirletmeden, doğayı tahrip etmeden gelir elde ediyor. Ülke insanına iş alanı, ekonomisine katkı sağlayıp, halkın gelir seviyesini yükseltiyorsunuz. Bunun için öncelik plan-program-organizasyonların çok akılcı yapılmasını gerektiriyor. Bunlar içinde tanıtım çok önemli. Tanıtımın en iyi yolu da gelen turistin memnun kalması. 1970’li yıllarda Turistleri yolunacak tavuk misali gören zihniyet günümüzde yerini değiştirmek zorunda kalmış, aksine daha iyi, daha güzel hizmet için rekabet ortamı yaratılmıştır. Eskiden kalacak, konaklayacak tek-tük turistik tesis zor bulunurken , şimdi onlarcası aynı yerde, değişik alternatif sununca tabiki hizmetin kalitesi de artacaktır.
Diğer Akdeniz ülkelerinin doğa ötesi yapmaya çalıştıkları animasyon ve promosyon ilişkileri ülkemizde de kendini gösterince rekabetin boyutu Uluslar arası alana taşınmıştır.İklimini de göz önüne aldığımızda Türkiye, Dünya harikası bir görünüm oluşturmaktadır. Oluşturacaktır da!
Yalnız bazı konulara dikkat çekmemiz gerekiyor! Kıyı yağmacılığının sit alanı ve doğal koruma alanları yasal korumaya alınsa da, art niyetli çıkar unsurları ile birleşerek o bölgeyi farklı yöntemlerle yağmalayıp, rant haline getiriyorlar. Özellikle belde yöneticileri eğitimsiz ve çıkar amaçlı şebekelerce yönlendiriliyorsa o zaman doğa göz göre göre yok ediliyor.
1980’lerden bugüne değişen turizm anlayışı insanlarda birden fazla yazlık villa sahibi olma hevesini getirince konut alanına açılan bu güzelim tarım alanları, ormanlıklar, beyaz taş yığınları şeklinde yeni bir örtü, görünüm oluşturdu.Bunun nereye kadar devam edeceğini merak ediyorum.
1982 yılında Küçükkuyu, Altınoluk bakir bir yer iken şimdi villalardan geçilmiyor. Akçay-Ören-Ayvalık-Dikili–Kuşadası-Didim-Bodrum-Marmaris-Fethiye–Alanya,İskenderun vd... Buraları birer şehir görünümüne kavuştu. Kenarda, köşede kalan yerlerde henüz şehirleşmeyen tatil köyleri ve siteleri kalabildi. Doğa’yı tahrip etmeyip, doğal görüntü içerisinde kalabilen bu yerlerde umarım bu özelliklerini devam ettirirler. Bu güzellikleri bizden sonraki nesillere taşırlar, yaşatırlar.
Bir diğer husus temizlik olayı; atık sular, çöpler, bataklıklar, sivrisinek, karasinek vb.. haşaratlar. Bu hususlarda yerel yöneticilere, sağlık ünitelerine, kendini duyarlı hisseden kişi ve kuruluşlara da büyük görevler düşüyor.
Birde yangınlar sonucu her sene milyonlarca dönüm orman, yeşil örtü,bilinçli-bilinçsiz şekilde yakılıyor, yanıyor, yok oluyor. Özellikle kıyılarımızı doğal gölge şeklinde örten yeşil alanlar gözlerimizin önünde yok ediliyor. Yüz yılda yeşeren bu güzellik, yüz dakikada yanarak karşımıza çıplak alanlar kala-kalıyor. Bunu önlemek için kamu yanında, özel sektör yanında, tüm sivil katmanlara da sorumluluklar düşüyor. Herkes yurttaş olarak, yurttaşlık bilinci içersinde, çevresine sahip çıktığında doğa daha özenle korunacak inancındayım.

Türkiye’yi Temiz Tut , Yeşili, Maviyi ve de Tüm Güzellikleri Koru..!

Remzi KOÇÖZ

23 Nisan 2010 Cuma

BİLGİSAYAR, BİLİŞİM DÜNYASI VE GELİŞEN TEKNOLOJİ ÜZERİNE…

‘Aslolan, bilişim dünyasının, teknolojik gelişimin bir ürünü olarak insanların yararlanmaları yanında -bilinmeyenlerin, ulaşılamayanların, çözümsüzlüklerin açığa çıkarılarak, aydınlatılarak- bilim dünyasında insanlığın yararına olumlu getiriler sunmasıdır.’

Dünya öyle bir hızla dönüyor ki gece-gündüz, haftalar, aylar, yıllar daha hızlı geçiyor. Bu hızlı dönüşe karşı durmayı bırakın, yürümek bile yetersiz kalıyor. Koşmak gerek…
Teknolojik dönem yerini iletişim dönemine bırakırken bilgiye en kısa yoldan, en kısa sürede ulaşma ve onu amacına uygun olarak kullanma hedefine kilitlenilmiştir.

Klasik okur-yazar seferberliği düzenleyen toplumlar artık bilgisayar okur-yazar seferberliği ile kendilerini öne çıkarmak çabasında..
Çağı yakalamak adına uğraş veren toplumlar, çağın yerinde saymayıp dünyanın dönüşüyle ilerlediğinin farkına vararak öğrenme hızlarını artırmak zorundalar. Yoksa bu çağda, yerinizde sayarak ya da yürüyerek hedefe ulaşmanız hemen hemen olanaksız.

Sanal dünya artık gerçek dünyanın yerini almış. Kurgu olarak hazırlanan, hayal kurulan gelişmeler umulmaz bir aşama kaydetmiştir. Bir düğmeye basarak bugünden öte geleceği şekillendirmeye çalışan çocuklar yenidünyayı kendi dünyalarında kurarken ülkelerini de geleceğe taşıyacaklardır.

Geçmişe takılı kalan toplumlar, bugünü yaşarken klasik davranış alışkanlığını sürdüreceklerdir. Tıpkı önyargılar gibi bu durağan yapıyı kırıp, geleceği kurmak bir yana, hayal etmeleri bile çok zor.. Çok ağır işleyen hantal bir yapıyla dinamizm zor yakalanır. Sosyal yaşamda bu durağanlıktan, hantallıktan nasibini alırken gelenekler, töreler ağır basmaktadır. Buda davranışlarımızı alışkanlık boyutunda içgüdüsel olarak sürdürmemiz demektir.

Sosyalleşme klasik davranış alışkanlıklarını kazanmakla bitmiyor. Aksine sürekli gelişmeyi, değişmeyi, yenilenmeyi de gerektiriyor.

Bilgi ise yerinde durmuyor, yenilerini doğuruyor. Mikro bilgiler ortaya çıkıyor. Mitoz, Amitoz bölünmeler gibi binlerce, milyonlarca hücreler halinde gelişmelere yol açıyor.

Bilgi artık dalga gibi, fırtına gibi yol almakta.. Sınır, coğrafya tanımamakta.. Dünyanın bir ucundan bir ucuna saniyede ulaşabilmektedir. Belki de insanoğlunun ses ve ışık hızlarıyla yarışında dijital denilen ortamda olan bilgiler sonsuzluk kadar derin olacaktır.

İşte günümüz dünyasının, bilişim çağının harikası bilgisayar, bir oda büyüklüğünden masaüstü, dizüstü derken küçüle küçüle cebimize kadar girer.
Dosyalar, klasörler dolusu bilgiler, belgeler küçücük belleklerde yine cebimizde taşınır hale gelmiştir.

Çip sözcüğünü (yazılışı farklı olsa da, tersinden okununca farklı algılansa da) herkes öğrenir. Artık hayatın her alanında onsuz hiçbir şey yapılamıyor. O mekanik hücre olarak, eğitimden sağlığa, mühendislikten güvenliğe, savunmadan istihbarata aklınıza ne geliyorsa her şeyde, her yerde o var.

İnternet denilen olgu günümüzde vazgeçilmez bir tutku haline gelmiştir. Bilgiye ulaşmada, bilgiyi paylaşmada, yayınlamada büyük kolaylıklar sunmuştur. Elektronik postadan, görüntülü/görüntüsüz yazışmaya/konuşmaya, oyun oynamadan, hesap ödemeye kadar binlerce kolaylık sağlamıştır.

Gelişen teknoloji sayesinde insan hareket halinde bile yalnız kalamayacak, bağımlı olacaktır. Diğer yandan bir yere bağlanmadan Walkman, Ipod’la müzik dinleme Iphone/3G teknolojisi ile bilgisayar/internet işlemlerine dönüşerek insanları zaman kaybından kurtaracaktır.
Mobil teknoloji sayesinde insanlar ulaşımda, hareket halinde zamanı değerlendirebilecek. Bundan böyle Kablosuz ağ teknolojilerinde yaşanan gelişmeler hayatımızın her alanını etkileyecek.. Ve mobil kavramı insanı da içine alarak ‘mobil insan’ kavramı ile yeni bir çığır açarak, çok konuşulacaktır.

Bilgisayar,
Dayanıklı tüketim malı olarak kullandığımız beyaz eşyalara en az 10 yıllık ömür biçilirken, bilgisayarlar artık 2-3 yıl sonrasına yetişememekte yavaş kalmaktadır. Kamu sektörünün kullandığı bilgisayarlar da işlevlerini yitirerek yerlerini yeni bilgisayarlara devretmek zorunda kalmışlardır. Hibe/yardım adı altında eski teknoloji olarak ülkemize giren bilgisayarlar günümüzde atıl olarak atık/çöplük oluşturmuşlardır.

Bir yandan bilgisayar/teknoloji çöplüğüne döndüğümüz söylense de; iş yerinde, evde, okulda, kahvede, tatilde, seyahatte, havada, karada, denizde işimizi gören, dünyayı takip eden vede yalnızlığımızı paylaşan bir arkadaş olmuştur. Alışkanlık ve tutku sınırları çoktan aşılmış, bir gereklilik gereci olarak -giysi, gıda gibi- onsuz yaşam düşünülememektedir.

Bizim toplumumuzun vazgeçilmezlerinden olan kahvehaneler yerlerini internet kafelere devrederken bilişim sektörünün en uç mahalle ve köylere kadar girmiş olduğu aşikardır.

Bilgisayarın göz bozma, obezite, hareketsizlik, radyasyon gibi zararları da olsa; araştırma, inceleme, ödev gibi konularda becerileri geliştirme yerine hazırcılığa/tembelliğe alıştırsa da; toplum yaşamında, insan/arkadaşlık ilişkilerinde yüz yüze iletişimi kısıtlasa da; doğal ortamdan uzaklaştırıp sanal ortama yada insanı asosyal bir konuma soksa da; sonuç olarak, bağımlılık ta yapsa hobiden öte vazgeçilmez bir tutku, milenyum hastalığı yaratmıştır.

Kısacası insanları cezalandırmak istediğinizde; onlara bilişim dünyasından uzaklaştırma ya da men cezası vermek biraz bilim-kurgu kaçsa da yakın gelecekte karşımıza çıkabilecektir.

Hekırlar, virüsler dışında internet ortamında işlenen suçları denetlemek amacıyla yeni bir mevzuat doğmuştur. Hukuk literatürüne ‘bilişim suçları’ girmiştir.
Yakın gelecekte bilişim hastalığı nükseden insanların klinik tedavisine tabi tutularak bilgisayarsız, her şeyin elle/manuel yapıldığı bir ortamda tedavi/terapi görebilecekleri kuşkusuzdur. Belki de doktor reçetesine günde 3x1, 2x1 ya da 1x1 (saat) bilgisayar kullanımı yazarak perhiz/diyet uygulayacaktır.

Sonuç olarak,
Bilişim dünyası ve gelişen teknolojiler açısından bundan sonraki hedef ya da amaç; insanın kendini aşması, sonsuzluk denizinde yüzebilmesidir.

Aralık / 2008

Remzi KOÇÖZ

15 Nisan 2010 Perşembe

NELER OLMALI …

“Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk'ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün batı teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk Çocuğu, o kabahat da senin değil, senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin!.. Bu belli. Fakat zekânı unut!.. Daima çalışkan ol...”

Modernleşme, teknolojik gelişmeler insanlık için kullanıldığında yaşamı kolaylaştıran, bilinmezleri aydınlatarak, çaresizliklere çare, çözümsüzlüklere çözüm olmuştur. Sağlıkta, ekonomide, eğitimde, tarımda, sporda, sanatta, müzikte, iletişimde, bilişimde…
Tabiî ki “insan insanın kurdudur” sözünden yola çıkarak teknoloji sevapları yanında günahları da olan bir ‘elma’dır. “Her güzelin bir kusuru olur” benzetmesindeki gibi…
Virüsler, mikroplar canlılarla hep birlikte varolmuşlardır. Bağışıklık sistemlerini çökertmek için organizmaların hassas bölge ya da yerlerine nüfuz ederek zayıf düşürmeye, etkisiz kılmaya çalışmışlardır.
Toplumlarda öyle… Sürekli kendi dışındaki ülkelerin (etkileşiminden) çıkarları karşısında kendi çıkarlarından vazgeçmeyerek ayakta kalmaya, yaşamlarını idame ettirmeye çabalarlar.
Günümüzde teknolojinin getirdikleri yanında götürdükleri daha çok gibi.. Eskiden top, tüfek ya da soğuk savaşla, psikolojik harekâtla ele geçirilemeyen, çökertilemeyen toplumlar, bugün küresel gelişmelerle abluka altındadırlar.

Bir yandan sloganlar, spotlarla gençlik günübirlik yaşama özendiriliyor. Özgürlükçü bir yaklaşım görüntüsünde nihilist anlayış özendiriliyor. Dünü boşver, bugünü yaşa. Yani;
“Biriktirme tüket! Tüket ki mutlu ol!”
“Söyleneni değil, istediğini yap!”
“Konuş, konuşabildiğin kadar, daha çok konuş!”
İnsanlık için idealler yerine mücadele, çalışma, efor sarfetme, geleceğe birşeyler taşıma, yarınlara kalma yerine bugünü yaşama, popülizm.. Popülist yaşam, tüketme, tüketim üzerine kurulu bir dünya.. Güzel ayakkabılar, elbiseler, yeni arabalar, lüks tatil ve eğlenceler vs., vs…

Beyinleri bağımlı kılarak, sanal dünyaya sokarak kendileri gibi düşünmeyi daha doğrusu düşünmemeyi sağlamaktalar. Çocuk yaşlarda, ergen dönemlerde bir ülkenin geleceğini ipotek altına alma yolunda müthiş bir dezenformasyonla karşı karşıyayız. Ülkeler böyle kuşatılıyor günümüz dünyasında..
Tüketim çılgınlığı, reklamlar bunların basit göstergesidir. Kredi kartları ise tüketimin çekim alanıdır. Temel gıda ve ihtiyaç maddelerinin de yer aldığı çerçevede; fast-food türü yiyeceğin, kola-enerji türü içeceğin, giyeceğin, aracın, gerecin.. İhtiyaç görmekte iken promosyonlarla, albenilerle oluşturulan marka saplantısı, tutku halinde bağımlılığa dönüştürülmüştür. Tıpkı cep telefonlarında olduğu gibi…
Teknolojiye tabi ki evet..
Bilimsel gelişmelere, insanlığın yaşamını kolaylaştıran herşeyede..
Güzel giyinmek, doğal beslenmek, iyi ve kaliteli yaşamak tabi ki en ideal olanı..
Ancak sağlıksız olan, çevreye ve geleceğe zarar veren/verecek ürünlerden, eşyalardan uzak durmak gerek.
Kalitesiz olanı, sağlıksız olanı kimse yerli malı diye yutturmaya kalkmasın.. Çürüğü/çarığı bizlere satmaya kalkmasın..
O zaman, binbir emek harcanarak elde edilen/biriktirilen parayla daha güzel, daha kaliteli mal yada hizmet satın almaktan daha doğal ne olabilir?
İşyerlerindeki post makinelerinin çokluğundan tutun, evlerin çatılarındaki /balkonlarındaki antenlere, ülkenin topraklarını metal çöplüğüne çeviren baz istasyonlarına kadar oluşan çirkin görüntüyü en aza indirmeliyiz. (Tek post makinesi, tek baz istasyonu yada uydu teknolojisi gibi..)
Bu ve benzeri gözle görünen/görünmeyen savurganlıkların önüne geçerek, kaynakları yatırıma/üretime kanalize etmeliyiz. Gereksiz tüketimden, kalitesiz, fason yabancı emtialardan uzak durmalıyız. Dünün kalkınma sürecini başlatan sembolik yerli malı haftalarında olduğu gibi yeniden bilinçlenmeliyiz. İthal ürünlere verdiğimiz/vereceğimiz her kuruş ekonomimizi çıkmazlara sokacaktır. Yerlisi varken yabancısını almak, geleceğimizi ipotek etmekle eş anlamlıdır. Ülkemizin kalkınması, işsizliğin azalması, gençlerimiz, çocuklarımız ve geleceğimiz ve de ekonomik bağımsızlığımız için ülkemizin ürünlerine yerli malına sahip çıkmalıyız. Türk malının ulusal ve uluslararası arenada ticari göstergesini, 869 kodlu barkodu önemseyerek, kullanmalı, hafızamıza kazıyarak bu sayılarla başlayan ürünlere yönlenmeliyiz.
Bunlar yabancı düşmanlığı değil. Biz ülke olarak dış ülkelere tekstilden tutun beyaz eşyaya, küçük ev aletlerine kadar değişik ürünler satıyoruz. Birde malzemeler gönderiyoruz, bu üretimin fason olan bölümü.. Üretimi bize yaptırıp, markasını kendisi oluşturarak bizden 5 liraya almış olduğu malı-malzemeyi bize 50 liraya satarak artı değer elde ediyor. Sonuçta eloğlu markasını vurup sana satman için gönderiyor.
O zaman bizde kendi markalarımızı yaratarak ya da var olan markalarımızın kalitesinden tutun dizaynına kadar çıtayı yükselterek uluslar arası arenada boy göstermeliyiz. Hani milliyetçiliğimiz? Kuru laflarla, söylemlerle haykırmak yerine “vatan sevgisi ona hizmetle ölçülür” sözünün gereğini yerine getirerek bayrağımızı uluslar arası arenada dalgalandırarak, dünyanın dört bir yanına yelken açmalıyız.
Bunun adı toplumsal seferberlik. Her birey 7’sinden 70’ine bir şeyler yapmalı, bir şeyler yapmalıyız, yapmamız gerek. Enerjimizi birbirimizle didişme yerine bir şeyler üretmeye, yaratmaya, pozitif alanlara yönlendirmeliyiz. Belki biraz zor gelecek ama sonunda sevinecek, mutlu olacak bir tablo yakalayacağız. Markalar yaratacağız. Birey olarak bende varım diyerek toplum olarak bizde varız diyeceğiz. Enerji sinerjiye dönüşünce dağlar, tepeler, engeller aşılarak denize yani hedefe varmak zor olmayacaktır.
Küresel taarruzdan ulusal değerlerinizi korumanın bir yolu ulusal direncinizi güçlü tutmaktan geçer. Küresel ablukayı en aza indirecek, süzgeçten geçirecek bir yapılanmayı devletin oluşturması “Ulusal Algı Yönetimi” gibi yapılar oluşturulması, vatandaşın altyapısının sağlamlaştırılması, bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Devlet vatandaşını ve geleceğini korumak zorunluluğundadır. Dejenerasyon olarak algılanan bu bozulmayı soğuk savaş sonrası doğu bloğu ülkelerinden tutunda Güney Asya ve Afrika’ya kadar hemen hemen dünyanın tamamında gözlemledik.
Devlet olarak, İnsanlarına özellikle gençlerine bir şeyler sunmalısın. Hedef göstermelisin. Yoksa eloğlu gelir boşluğu doldurur. Kimisi geri götürmeye, kimisi de başka ülkelere yem etmeye çalışır.

Aslında hedef yıllar öncesinden cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk gençliğine gösterilmişti! Yazının girişindeki sözlerine ilave olarak ‘Büyük Önder’in sözlerini bugün yeni yeniden okuyarak yola devam etmeliyiz:
"Sizler, yani yeni nesil Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edecekseniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir."

Sonuç olarak;
İçinde yer aldığı coğrafya ve sahip olduğu tarihi miras Türk Milleti'nin üzerine çok önemli sorumluluklar yüklemektedir. Çağdaş, ulusal değerlerini koruyan, ileri görüşlü genç bir neslin yetişmesi, sahip olduğumuz şanlı tarihle birleştirildiğinde, Türkiye yalnızca ileri toplumlar seviyesine ulaşmakla kalmayacak, oldukça geniş bir coğrafyada pek çok ülkeyede liderlik yapabilecek konuma gelecektir.

18. 07. 2008

Remzi KOÇÖZ

14 Nisan 2010 Çarşamba

‘HUKUK / KANUN’ ALGILAMASI

“Kanunlar örümcek ağına benzer; küçük sinekler takılır, büyük sinekler deler geçer” şeklindeki Yunanlı filozof Eflatun’un bu sözü günümüzde; “Kanunlar, zenginin delip geçtiği, fakirin takıldığı örümcek ağıdır” şeklinde seslendirilmektedir.

Bazen çaresiz kalınınca sığınılan can simididir, Hukuk. Nasıl ki; “Denize düşen yılana sarılır.” Hukuk da, en çok onu ihlal edenlerin öncelikle sığınacağı son limandır. Onun ötesi yok!
Eflatun: “Huzurlu, istikrarlı siteler/devletlerin az kanun yapıp az değiştirdiklerini; Huzursuz ve istikrarsız siteler/devletlerin ise çok kanun yapıp çok değiştirdiklerini” dile getirmiştir.
Bir ülke düşünün; hukuk devleti normlarını yasa çıkarmakla sağlayadursun.. Yasa caydırıcılığı, yaptırımlar eşit ve adil değilse işler zorlaşır. Her problem, her sorun, her sarmal için yeni yeni yasa bulmak da güç. Asıl olan ayrıntılar yerine bütünü görebilmek.. Tıpkı sivrisinekler yerine bataklıkla uğraşmak gibi. Hukuk devleti mi yoksa kanun devleti mi oluşturacağız? Öncelikle ona karar vermemiz gerek.
Kanun koyucu, kişilere, gruplara, kurumlara vede konumlara endeksli kanun koymamalı! Geneli düşünerek ve evrensel ölçütlerde düzenlemeler yapıldığında sorun kendiliğinden çözülür. Ama nedense Kanun koyucular -işin teknik aşaması dışında- her an için delinmeye açık bir yapı ortaya koyunca, uygulamada ya da uygulanamadan kısa bir süre sonra yamalı bohça haline gelmeye yüz tutar. İlga, mülga, ek madde, geçici madde gibi. Kanunun asıl çıktısından daha çok eklentileri oluşur.
Kişileri, grupları, kurumları koruyalım derken ortaya farklı bir yapı çıkar. Herkes ayrıcalık peşinde olunca biz bu yasaları kime/kimlere uygulayacağız?
O zaman sade vatandaşa/güçsüze herhalde! Güçlü olan farklı şekillerde yasanın yorumunu lehine çevirmekte gecikmez. Olan sade vatandaş dediğimiz güçsüze olur.
Toplum olarak uluslararası normları/kriterleri bilmemize, düşünmemize, konuşmamıza, yazmamıza rağmen; günlük yaşam içersinde niçin uygulamıyoruz ya da neden uygulayamıyoruz?
Birileri bize silah mı çekiyor?
Birileri bizi ipotek altına mı almış?
Yoksa biz denilen benler, kendi yanlışlıklarına, düşecekleri hatalara şimdiden kılıf mı hazırlıyor?
Bunlar değilse peki sorun neyden kaynaklanıyor.
Toplumsal yaşamdaki aykırılıkları fıkra olarak anlatıyor, aktarıyor, gülüyoruz. Kendimizi düzeltme yoluna gideceğimize kendi kendimizle alay etmeye devam ediyoruz. İster alışkanlık, ister kendini yenileyememe, aşamama deyin. Hiçbir mazeret sizleri, bizleri haklı kılamaz.
Hukuk alanındaki evrensel normları/uygulamaları kendimize, toplumumuza çok görmeyecek ya da ikinci sınıf vatandaş olarak dünya liginde yerimizde sayacağız.
O zaman niye okuyoruz. Neden emek sarf ediyoruz. Daha iyiyi güzeli yaşayamayacak/yaşatamayacaksak, bütün bu uğraşılar neden?
İşte bu sorulara fen alanında, teknik alanda bilim adamlarınca güzel cevaplar verilse de; İdare alanında, siyasi alanda, hukuk alanında, eğitim alanında yeterli cevaplar alamıyoruz. İki ileri bir geri, yerimizde saymasak da çok ağır yol alıyoruz.
Bazen sıkıştığımız ya da mağdur olduğumuz zaman bizim için öncelikli olan şeylerin başkaları içinde gerekli olabileceğini düşünerek -hareket sağduyusuna eriştiğimizde- sorunların doğal olarak çözümlendiğine tanık oluyoruz.
Basite indirgersek ‘saygı’ sözcüğü sorunu çözmektedir: Saygı göstermekle saygı görüp saygısızlığı ortadan kaldıracaksın.
Günümüzün moda tabiriyle, “toplum mühendisliğine” soyunanlara hazır bir reçete! Aslolan o reçeteyi uygun bir şekilde hayatımıza sokmakla, uygulamakla, dozajını ayarlamakla sorunlar -çorap söküğü gibi- çözülecek. Kişilerin, grupların kaprisleri, doyumsuzlukları, yönetim körlükleri, hantallıkları kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Domino teorisi gibi birbirini etkileyerek önünü açacaktır.
Nasıl mı?
Tabiî ki; sürekli geçmişi eleştirerek, olumsuzlukları öne çıkarıp bahane uydurarak değil! Biat kültürüyle hiç değil!
Uygarlıkların gelişiminden, tarihin dönüşümünden, yaşananlardan dersler çıkararak.. Dogmalar yerine akıl ve bilimi öne çıkararak, önemseyerek, değer vererek..
Düşünerek, beyin jimnastiği yaparak, üreterek, efor sarf ederek vede insanlık için yeni bir şeyler yaratarak; Olumsuzluklar, sorunlar, karmaşalar, kargaşalar kolaylaştırılacaktır.
Hem yönetenler hem de yönetilenler için o gizemli, anlaşılmaz duvarlar, kaleler yıkılacaktır.
Hedef; yazının giriş paragrafındaki olumsuz bakış açısını olumluya çevirerek, yüzyılların yazgısını/ön yargısını tarihin çöplüğüne atmak olmalıdır.

Remzi KOÇÖZ

13 Nisan 2010 Salı

BİLİM ADAMLARIMIZ, ÖDÜLLER VE POPÜLİZM ÜZERİNE…

“Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız bilimin ve fennin yaşadığımız her dakikada aşamalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında izlemek kaçınılmazdır. Bin, ikibin, binlerce yıl önceki bilim ve fen dilinin koyduğu kuralları, şu ana kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve fennin içinde bulunmak değildir.”

Bilim alanında, Büyük Önder ATATÜRK’ün 1924 yılında işaret etmiş olduğu hedeflere ulaşılamasa da gelinen nokta, ülkemizin çağdaş uygarlık rotasındaki almış olduğu mesafe asla küçümsenmemelidir. Türkiye olarak, alanında yapmış olduğu çalışmalarla başarılara imza atan, uluslar arası ödüller alan sayısız bilim adamına sahibiz. Belki de onların büyük bölümünü beyin göçü şeklinde elimizden kaçırdığımız, yeterli olanak sunamayıp başka ülkelerde elde etmiş oldukları başarılarını gıpta ile izliyor, insanlığa olan katkılarından dolayı da gurur duymaktan geri kalmıyoruz. Bu yazımız içeriğinde ise kamuoyunca duyulan/duyulmayan birkaç ismi alt alta sizlerle paylaşmak istiyorum.

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu /
1957’de ABD’de Yüksek Kimya Mühendisi olarak Alfred Sloan ödülü, 1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya doktorasını yaparken iki ödül..
1959-1960 yıllarında ABD Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar.. 1961’de hem Harward, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem (“Kuantum”) Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkındaki yeni buluşları..
1962 yılında 26 yaşında ve Yale Üniversitesinde, Batının 300 yılda en genç profesörü unvanı yanında; Türkiye’de kuramsal kimya bölümünü kurmasının ardından ODTÜ Danışman Profesörlüğü..
1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesine atanma..
1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kişi.
1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü yanında özel kanunla ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verilmiş, 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderilmiştir.
1962’den günümüze kadar ilk TÜBİTAK Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’te İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini almıştır. Dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi Sinanoğlu, iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir.

Bilim adamlarımızdan bugüne kadar henüz Nobel ödülü alan olmasa da onlar yaptıkları çalışmalarla Türkiye’yi gururlandırmış, Türk bayrağını uluslar arası semalarda dalgalandırmışlardır. Bilim adamlarımızın isimleri saymakla bitmeyeceği gibi öyküleri de başlı başına sayfalar alır.

Prof. Dr. Metin Balcı/ Kanser, AIDS, diyabet gibi hastalıkların tedavisi için önemli konular üzerinde çalışıyor.
Prof. Dr. Miral Dizdaroğlu/ Genetik hastalıkların DNA'ya verdiği zararı ortaya çıkardı.
Prof. Dr. Yusuf Yağcı/ Çevreye zarar vermeyen, az enerji isteyen yöntemler üzerine
çalışıyor
Prof. Dr. Nihat Berker/ Yüksek sıcaklık süper iletkenliğini temel fizik prensiplerinden çıkarmak.
Prof. Dr. Ali Erdemir/ Sürtünmesi olmayan malzeme geliştirdi, aşınmayı ve enerji kaybını önleyecek
Prof. Dr. Ayhan S. Demir/ Kansere karşı ilaçlar üzerinde çalışıyor.
Özgür Şahin/ Atomların yapısını gösteren mikroskop yaptı.
Prof. Dr. Levent Toppare/ Polimer kimya alanında yaptığı çalışmalarla tanınıyor.
Prof. Dr. Gazi Yaşargil/Buluşları tıp dünyasında önemli gelişmeler olarak nitelendiriliyor. Nöroşirurjide rakipsiz kabul ediliyor. Tıpta "mikroskobik cerrahi" denen tekniği ilk defa o yaptı.
Prof. Dr. Yavuz Nutku/ Einstein'ın kendisi kadar ünlü İzafiyet Teorisi'ne yaptığı katkılar ve getirdiği yeni yorumlarla tanınıyor.
Prof. Dr. Münci Kalayoğlu/ Bağışlanan karaciğeri 20 saat koruyan ve nakleden ilk kişi.
Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil/ Şişmanlığın tedavisini bulmasına az kaldı.
Prof. Dr. Tahir Çağın /Teksas Üniversitesi. Nanoteknoloji üzerine özgün araştırmaları nedeniyle 1999'da dünyanın en prestijli ödüllerinden Feynman Nanoteknoloji ödülünü alan ve alternatif yakıt teknolojileri üzerinde 20 yıldır ABD ve Türkiye'den pek çok araştırma grubuyla çalışan Öğretim Üyesi.
Dr. Hakan Gürsu ve ekibi/ ODTÜ. Türk tasarım firması Designnobis Studio tarafından yapılan, rüzgar ve güneş enerjisiyle çalışan bir konsept teknesi Volitan; Türk tasarımcılarının International Design award 2007 de dünyanın en iyi tekne tasarımı ödülünü ve dünyanın en iyi ulaşım aracı kategorisinde de birinci olan ürün. 2040 yılının teknesi olarak adlandırılıyor.
Doç. Dr. Hakan Saraoğlu/ Bryant Üniversitesi. 2003 yılında, öğretim üyelerinin gelişiminde akıl hocalığı ve kılavuzluk yapabilen öğretim üyelerine her yıl verilen "Üstün Kılavuzluk Ödülü" dışında, 1999, 2001, 2003 ve 2005 yılı olmak üzere dört defa da "Üstün Hizmet Ödülü" alan akademisyen.
Prof. Dr. Fikrettin Şahin/ İstanbul Yeditepe Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Genetik ve Biyomühendislik Bölüm Başkanı. ABD'nin Ohio State Üniversitesi tarafından bilime katkılarından dolayı ‘Uluslararası Bilim İnsanı’ ödülüne layık görülmüş ve bu ödülü alan ilk Türk bilim adamı olarak 2006 yılında tarihe geçer.

TÜBİTAK ve Bilim Ödülleri;
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun kuruluşuna katkıda bulunan, TÜBİTAK Temel Araştırmalar Enstitüsü'nde kurucu müdürlük görevini yürütmüş, Fizik alanında değişik çalışmalara imza atmış vede 2007 yılında aramızdan ayrılmış olan Prof. Dr. Erdal İnönü’nün Bilim Adamlarımızdan beklentileri kayda değer:
"Bizim insanlarımız arasında da tıpta, fizikte, kimyada, biyolojide Nobel ödülü alabilecekler var. Çalışmaları başarılı ve umut verici.. Şimdiye kadar olmadı, eninde sonunda olacak; çünkü epey yaklaştık. Yunanistan edebiyatta, Pakistan ve Hindistan bilimde aldı. Türkiye'nin de alması gerekir." (Milliyet, 20. 05. 2005)

Son iki yılın fotoğrafına baktığımızda; TÜBİTAK Bilim Kurulu, 2007 yılında 19 bilim adamına değişik branşlarda Bilim Ödülü vermiş… TÜBİTAK, 2008 yılında 3 Bilim Ödülü, 18 Teşvik Ödülü ve 1 TÜBİTAK Özel Ödülü verilmesine karar vermiş…
Kimi Nanoteknolojiyle ışığa hükmederek iletişimin sınırlarını zorluyor... Kimi bu toprakların bitkilerinden en ölümcül hastalıklara çare olacak ilaçlar damıtıyor, kimi DNA üzerinde ilaç deneyleri yapıyor. Hepsi de aslında insanlığın geleceğine ışıktan imzalar atıyor.
TÜBİTAK ödüllerini alan bilim adamlarının hayat ve başarı öyküleri, genç bir araştırmacı kuşağın habercisi...

“Kültürlü Olmak” konusunda Kıssadan Hisse…
Tarihi ve kaynağını hatırlayamadığım “kültürlü olmak” konusunda tarafıma gelen bir maili kıssadan hisse olarak paylaşmak istiyorum:
Üniversiteyi bitirmek üzere olan öğrencilere son derslerinde Profesörün birisi yaşam ve gelecek üzerine dikkat etmeleri vede yapmaları gereken konuları sıralarken;
“……………,…….. ve kültürlü olmak için üç tane üniversite bitirmek lazım” der!
Öğrencilerden birisi o mezuniyet coşkusu içersinde bu öğütleri yabana atmamış zaman içersinde iki üniversite daha bitirip hocasının karşısına elinde diplomaları ile başı dik bir şekilde çıkagelmiş..
Hocam, “mezun olduktan sonra üç üniversite öğüdünüzü tutup huzurunuza geldim işte diplomalarım. Şimdi, kültürlü bir birey oldum mu?” diye sorusuyla gururlanmaya çalışırken hocasının “Deden, Baban ne mezunu?” sorusuyla hayal kırıklığı yaşar.
Profesör, eski öğrencisine “Dedesinin ve Babasının üniversite mezunu olmaması nedeniyle sıranın kendisiyle başladığı, çocuğu ve torununun da üniversite mezunu olması gerektiğini yani üç üniversite mezuniyetinin sadece kendisini değil üç kuşağı kapsadığını” anlatır…

Bizlerde cumhuriyet sürecinde üniversite mezunları olarak genellikle birinci kuşağı temsil ediyoruz. Çocuklarımız ikinci kuşağı, torunlarımızda üçüncü kuşağın temsilcisi olarak basit bir hesaplamayla 2050 yılında kültürlü bireyler olarak “çağdaş uygarlık” hedefini yakalarız, bu gidişle!

Sonuç olarak,
Araştırmacı bir kuşak geliyor!!! Onların başarıları geleceği aydınlatıyor!!!
Şeklinde her yıl sonu gazetelerde yer alan ancak kamuoyunun önemsemediği çokça üzerinde durulmayan öykülere rastlarız.
Geçmişte çocuklara ne olacaksınız ya da ne olmayı düşünüyorsunuz? Şeklinde soru sorulduğunda biz vede bizden önceki nesil ideal cevaplar vermeye çalışırdı: Doktor, mühendis, hakim, öğretmen, subay, bilim adamı gibi... Günümüzde ideal yerini kolaycılığa bırakır. Kolay yoldan nasıl köşe dönülür, nasıl şöhret olunulur revaçta.. Genel kanı kısa yoldan iş/meslek sahibi olmak.
Günümüzde popülizm öne çıkarken, popüler kültür/yaşam ağırlıklı olarak ideal yerine geçmiş, “artist, şarkıcı, manken, popçu ya da topçuluk” gözde meslekler olmuş! Gazete sayfalarını, TV ekranlarını, reklam panolarını bunlar, bunların yaşamları, yaptıkları süslüyor. Süslemekle kalmayıp gençliğe idol/örnek teşkil ediyor. Çocuklarını kısa yoldan hayata hazırlamak isteyen ailelerin ya topçu ya da popçu yapma sevdasına kapılmaları işten bile değil.
Günümüzde spor branşları arasında özellikle futbol bu yüzden sektör olmakla kalmayıp spor-toto, loto ile umut dağıtmaktadır. Milli piyango dışında da at yarışı, bingo gibi bahis şeklinde oyunlar milyonlarca insana umut dağıtmaya devam ediyor.
Kolay yoldan kazanmak, şatafatlı yaşam... Kimse zor olanı, ideal olanı denemek istemiyor. Halbuki İnsanlık ideal olan değerler sayesinde buluşlara, yeniliklere imza attı. Atmaya da
devam ediyor.
Dünya, üreten insanların eserleri sonucu bugünkü yaşamını sergiliyor.
Tüketim, ihtiyaçların giderilmesi dışına taşıp bir sektör haline gelince, insanlık ve değerler yok olacak her şey makineleşmeye yüz tutacaktır.
Ölümünden bir yıl öncesinde Büyük Önder ATATÜRK ;
“Bilim çeviri ile olmaz, inceleme ile olur” söylemi ile akademisyenlere/eğitimcilere seslenerek, Türkiye’nin geleceğinin bilimsel çalışmalarla şekilleneceğini, üniversitelerin hedeflerinin bilinenlerin tekrarı yerine, araştırma ve bilgi üretimi ile öne çıkmalarını ifade etmektedir.
O günlerden bugünlere gelinen vede yarınlarda gelinecek noktada Bilim Adamlarımızın sayısının artışı öncelikle ülkemizin gurur tablosu olacak onların başarıları da ülkemizin geleceğine ışık tutacaktır. Ocak / 2009

Remzi KOÇÖZ

4 Nisan 2010 Pazar

21. YÜZYIL

‘21. yüzyıl toplumculuğun törpülendiği, bencilliğin öne çıktığı; duyguların, insanlığın yitirildiği; sevginin yerine paranın, çıkarların, makinelerin, metallerin yani teknolojinin her şeyin önüne geçtiği, Milenyum çağı!’

21. yüzyıla ‘İletişim Çağı’, ‘Bilgi Çağı’ yada ‘Enformasyon Çağı’ denilmektedir. Teknolojideki alınan yol inanılmaz boyutta!

Bilgi artık dalga gibi, fırtına gibi hızla yol almakta, sınır, coğrafya tanımamaktadır. Dünyanın bir ucundan bir ucuna saniyede ulaşabilmektedir. Belki de insanoğlunun ses ve ışık hızlarıyla yarışında dijital denilen ortamda olan bilgiler sonsuzluk kadar derin olacaktır.

İnternet, bilgiye ulaşmada, bilgiyi paylaşmada, yayınlamada büyük kolaylıklar sunmuştur. Elektronik postadan, görüntülü/görüntüsüz yazışmaya/konuşmaya, oyun oynamadan, hesap ödemeye kadar binlerce kolaylık sağlamıştır.

Ulaşım kolaylaştı. Ekonomik dünyanın rekabet alanında, pazarlama alanında çok yaratıcı yollar bulundu. Kotalar uygulanmaya çalışılsa da ülkeler arasındaki sınırlar kalktı. İnsanların/toplumların başka ülkelerdeki gelişmeleri/yenilikleri görmelerinden, bilmelerinden öte elde etmeleri kolaylaştı.

21. Yüzyılın Getirdikleri;
21. yüzyılın getirileri saymakla bitmez. Önemli gördüklerimiz ya da gündem yaratan buluş ve gelişmeleri alt alta sıralayabiliriz.

İnternet arama motorları bulundu.
IBM yüksek çözünürlü bir filmin tamamını 1saniyede aktaracak çip geliştirdi.
3G olarak adlandırılan görüntülü cep telefonları yapıldı.
Marsa gönderilen uzay aracı yörüngede keşifler yaparak su bulunduğuna dair fotoğraflar çekti.
Satürn gezegeninin 60. uydusu bulundu.
Güneş sistemi dışında bir gezegenin atmosferinde su tespit edilerek, yaşamaya elverişli olduğu keşfedildi.
NASA’lı gökbilimciler 5 gezegenli bir yıldız sistemi buldu.
Tıp alanında tanı ve tedavi amaçlı birçok yeni yöntem bulundu.
Tıp alanında kök hücre çalışmaları Nobel ödülü aldı.
Biyolojik alanda Gen teknolojisi yeni gelişmeler kaydetti.
Bilim adamlarınca yeryüzündeki tüm canlı türlerinin 1 milyonu aşan listesi yapıldı.
Nano teknoloji hayatın her alanına kolaylıklar getirdi.
Bu gelişmeler yanı sıra 21. yüzyılın olumsuz yansımalarına da göz atmakta yarar var.

21. Yüzyılın Olumsuzlukları;
Teknoloji, insan yaşamına büyük kolaylıklar getirmiştir. Ama insanlar daha mutlu, daha huzurlu değil! 21. yüzyılın iflah olmaz hastalığı: Teknolojik bağımlılık!.. İnternetsiz, cep telefonsuz geçirilecek bir gün düşünmek çok zor!

Teknoloji insanları doğal ortamdan uzaklaştırıp sanal ortam sarmalında, insanı asosyal bir konuma sokmuştur. Çocuklar sokakta oyun oynamıyorlar. İnsan ilişkileri de bu paralelde yapay seyir izlemekte.

Bilgisayarın göz bozma, obezite, hareketsizlik, radyasyon gibi zararları yanında; araştırma, inceleme, ödev gibi konularda becerileri geliştirme yerine hazırcılığa/tembelliğe alıştırdığı bir gerçektir.

Küresel ısınma sonucu iklimler değişirken aşırı sıcaklar sonucu ölümler, kuraklık sonucu da susuzluk baş gösterir. Seller sonucu ölümler, kayıplar ve zararlar yaşanır.
Enerjinin önemi daha da artarken, su kaynaklarının azalmaya yüz tutuğu gözlenmiştir. Bu gidişle, 21 yüzyılın ilk çeyreğinde susuzluk milyonlarca insanı etkileyecek.

Genetikle oynamalar, hormonal gelişmeler Tarım alanında, beslenme ve gıda sektöründe gelecek açısından insanları kaygılandırmaktadır.

Hayvanlar aleminde de küresel ısınma nedeniyle göçler gözlenmiştir.

Soğuk savaşın sona ermesiyle oluşan barış ortamı uzun sürmez. Terör tehdidi küresel boyuta ulaşırken asimetrik terör boy gösterir. Asimetrik terör yapılanması da, kitle imha silahları ve nükleer tehdidi öne çıkarır.

Yeni Dünya Düzeni sarmalında/bağlamında Medeniyetler Çatışması dünyanın gündemine oturur. Afganistan ve Irak’ın işgali sonrası dünyanın gözü önünde her gün yüzlerce insanın ölümü kanıksanır oldu.

Sonuç olarak;
21. yüzyılın getirdikleri yadsınamaz bir gerçektir. Katkılarını yukarıdaki örneklemelerdeki gibi say say bitmez. Ancak insanı baz aldığımızda getirilerinin yanında götürdükleri de yadsınamaz..

Çağımızda, Teknolojik bağımlılığın kişinin ruh ve beden yapısında olumsuz gelişmelere neden olduğu, özellikle de ruhsal sağlığını bozduğu gözlenmektedir.

Etnik, dinsel ve mezhepler arası ayrışmalar, çatışmaya dönüşerek giderek artış göstermektedir.
21. yüzyılda İnsanlar/toplumlar geçmiş yüzyıllara göre daha mutsuz ve huzursuzdurlar.
Acaba, yazının giriş paragrafındaki bakış açısı yaşanan olumsuzlukları açıklamakta yeterli olabilir mi? Ne dersiniz?

06 Haziran 2008


Remzi KOÇÖZ
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz