27 Aralık 2020 Pazar

TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR – 9


‘1975-82 yılları arası 7 yıl öğrencilik sonrası 2003-2019 yılları arası 16 yıllık görev sürecinde yaşadığım, Cumhuriyetle özdeşleşen başkent Ankara’nın Keklikpınarı semtinde –Atatürk/Seğmenler Parkı üzerindeki ikametimizden- Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu büyük önder Atatürk’ün Ankara’ya geliş anısına ‘Kızılca Gün’ olarak da söylenegelen 27 Aralık gününün coşkusuna tanıklık -minnet/özlem/saygı bağlamında- ayrı bir duygu yoğunluğu oluşturur.’

ANKARA / KIZILCA GÜN 27 ARALIK / MİLLİ MÜCADELE MERKEZİ…  

Ankara (Eski Çağlardan Günümüze)

Anker, Ankyra, Anküra, Angora, Ankora,  Angarya, Engürü sonrası bugünkü Ankara adına ulaşmış. Çeşitli söylentiler olmakla birlikte, tarihe geçmiş adı Eskiçağlardan günümüze kadar hemen hemen hiç değişmemiş gibidir.

Ankara’nın geçmişi tarih öncesi devirlere kadar uzanır. Taş, Maden devirlerinin yaşandığı MÖ. 8000’lerden bu yana çok değişik uygarlıklara ev sahipliği yapmış, Ankara ovasının doğusundaki volkanik kütlenin çevresinde kurulmuştur. Şehir Hititler döneminde yapıldığı sanılan Ankara Kalesi çevresinde gelişmiştir. Ünlü gezgin ve coğrafyacı Lidyalı Pausanios Frigya kralı Midas’ın bir gemi çapası (Ankyra) bulduğu yerde şehri kurduğunu yazar. Kimi tarihçilerde Ankyra adının şehre Galatlar tarafından verildiğini ileri sürerler. Galatlar, Mısırlıları denize kadar sürmüş ve çapalara el koymuşlar. Bundan dolayı Galat dilinde gemi çapası anlamında Anküra demişler. Bazı kaynaklar Büyük İskender’in Gordion’daki ünlü Kördüğümü çözdükten sonra Ankara’ya uğradığını söz ederken, Bugünkü Ankara adının konulmasında etken olan ve de kale çevresinde bulunan Gemi Çapasının, Nuhun Gemisine ait olduğu ayrı bir mitolojidir.

Ankara, Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biridir. Orta Anadolu’nun bozkırını kuzeyden çevreleyen tarihi yol şebekesi üzerinde olması nedeniyle çağlar boyunca olduğu gibi günümüzde de stratejik bir önem taşımaktadır. Hititleri, Frigleri, Kimmerleri, Persleri, Lidyalıları, Makedonyalıları, Galatları, Romalıları, Bizansı yaşamış. 1073 yılında Selçuklularla Türklerin egemenliğine girmiş,12. yy.da Selçukluların Anadolu üzerindeki otoritelerini kaybetmeleri üzerine Osmanlıların egemenliğine girene kadar tarihinde ilk kez Ahi Cumhuriyetinin kuruluşuyla başkent olmuştur. 1354 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış,  1900’lerin başında Kayseri, Yozgat, Kırşehir ve Çorum Sancakları bağlanmıştır.

Şehir, Sakarya ırmağına karışan Engürü Suyunu oluşturan üç akarsuyun (Bent Deresi, İncesu, Çubuk Suyu) birleştiği küçük bir ovanın doğu ucundaki bir tepenin batı ve güney kenarından, ovaya doğru büyüyerek karşı yamaçlara doğru yayılmış gelişmesine devam etmekte, çevreye açılmaktadır. Çanak olarak bildiğimiz kent taşarak bendini aşmakta, genişlemekte, büyümektedir. Cumhuriyet sonrası planlı bir kent gelişimi izleyerek Türkiye’ye yakışır bir kent olarak dünya Başkentleri arasında yerini alır. Ankara’nın bir diğer özelliği Cumhuriyet öncesi yeşilden yoksun, bozkır olmasıydı. Başkent olduktan sonra Ankara, pek çok alanda büyüyerek gelişmesine paralel olarak, parkları ve yeşil alanları ile giderek yemyeşil bir kent görünümüne kavuşmuştur.

Kızılca Gün 27 Aralık / Milli Mücadele Merkezi

19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarınca Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden 7 aylık süreçte Ankara’ya ulaştırılacaktır. Mustafa Kemal Paşa/Temsil Heyeti 18 Aralık günü Sivas’tan ayrılırken hava soğuk ve kar yağışlıdır. Otomobillerin üstü açık olduğundan kar içeri dolarken, karla kaplanan yolda lastik izleri takip edilerek 20-25 km hızla yol alınır. Ankara’ya gelirken Kayseri ve Kırşehir’de konaklayıp dini liderler ve yöre halkıyla görüşmelerde bulunur. Hacıbektaş’ta -Alevileri milli mücadeleye kazanabilmek için- Çelebi Cemalettin Efendi'ye Heyet-i Temsiliye üyeleriyle uğrar ve desteğini alır. Ankaralılar, “Kızılca Gün” (Türk/Oğuz töresine göre bir devletin yıkılıp yeni bir devletin kurulduğu ve yeni liderin seçildiği gün) olarak tanımladıkları 27 Aralık’ta, -Ankara’ya ulaşan üç otomobillik kafileyi Dikmen sırtlarında Keklikpınarı’nda dört gözle bekleyerek-, bembeyaz bir kış günü simsiyah bir kuyruk olmuş, büyük bir coşkuyla karşılamışlar.  Seğmenler zeybek oynayarak şölene çevirmişler bu gelişi. İşte bu geliş Ankara’nın kaderini, çizgisini yeniden yaratmış. Zor günler var daha geçecek. Çöl yeşerecek, hayat bulacaktır. Bozkır filiz verip çiçek açacaktır. Ancak; işgalciler, mandacılar, himayeciler neyse de isyancılar ve işbirlikçiler Ankara’ya zor günler yaşatacaktır.

Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya gelişini “şimdilik Temsil Heyetinin merkezi Ankara’da dır” şeklinde duyururken -Cephelere ve İstanbul’a demiryolu ile bağlı bulunan ve millî teşkilatı kuvvetli olan- Ankara, genel durumu yönetme açısından Milli Mücadelenin merkezi olma konumunda en uygun şehirdir. Böylece Ankara (coğrafi konum ve güvenlik, ulaşım ve haberleşme, cephelere eşit uzaklık vb nedenlerle), Milli Mücadelenin merkezi olur.

27 Aralık 1919’da Temsil Heyetinin gelişi ile Ankara Milli Mücadelenin merkezi olmuş, 23 Nisan 1920’de TBMM açılarak kurulan Ankara Hükümeti, Kurtuluş savaşını buradan yönetmiştir. Savaş Kurtuluşla sonuçlandıktan sonra 13 Ekim 1923’de yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine Başkent olurken, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet burada ilan edilir. Ardından çağdaş uygarlık yolunda yapılan devrimlere/ yeniliklere ev sahipliği yapar. Başkent Ankara hızlı bir toplumsal/ekonomik/siyasal/askeri/kültürel bir gelişime sahne olurken, Türkiye’nin/Cumhuriyet’in Kurucusu Büyük Önder Atatürk’ü Anıtkabir’de sonsuza dek bağrına basacaktır.

20 Aralık 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ – 25

Sayıların Babası Matematikçi/Filozof Pisagor’a göre (MÖ 570-495);

“Evrim hayatın, sayı evrenin, Birlik’te Tanrı’nın yasasıdır.”

 

40 / KIRK…

Çok çok eski uygarlıklarda,

-Din/inanç/felsefe/mitolojide-

Doğayı/evreni/insanı tanımlamada,

Sayılara/rakamlara önem verilmiş,

Anlam yüklenmiş, simgelerle sembolize edilmiştir.

‘Herşey sayılarda gizlidir!’

-Her sayının bir büyüsü olsa da-

Nicelik/nitelik olarak 40;

Bunların en önemlisi,

Kadim tarihin dönüşüm sayısı,

Ödül/cezayla bitecek bir bekleyiş,

Erişilen olgunluğun simgesidir.

Eski Mısır inancında insan varlığı;

40 billur kaynaktan beslenip,

40 gün sonra gövdeden ayrılan ruh,

Evrenin enerjisine karışırmış.

Tanrı, Hz. Adem’in çamurunu 40 gün yoğurmuş.

Tanrı’nın gaflete düşen kavimleri helakı tufan,

Hz. Nuh’un gemisinde/denizlerde 40 gün/gece sürmüş.

Hz. Davut gökkubbede,

40 fersah yüksekliğinde ateşten bir tahtta oturup,

Kötülük devi Calut’u 40 gün dövüş sonunda yenebilmiş.

Hz. Musa 40 yıl kendisini dağlara vurmuş,

Sina’da/mağarada 40 gün/gece sonunda on emir inmiş.

Hz. İsa 40 gün/gece çöllerde aç bi aç yürümüş,

40 ay boyunca vaaz verip,

Çarmıha gerilmeden 40 kırbaç yerken,

Öldükten 40 gün sonra dirilmiş.

Hz. Muhammed’e tam 40 yaşında,

Hıra dağında/mağarada ilk vahiy inmiş,

Peygamberliğine/Kuran’a ilk önce 40 kişi inanmış, 

İslamiyet’e göre evrenin 40 payandası,

Kudüs’teki Mescidi Aksanın da 40 kubbesi varmış.

Kuran’ın 40. Suresinin (Mü’min)  40. Ayetinde;

Eşitlik/olgunluk/ulvilik/tamama erme vurgulanmış.

Hz.Ali,“Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum” derken,

Alevilik/Bektaşilikte ‘40’lar meclisi/cemi/semahı’ önem arzeder.

Yunus Emre 40 yıl çile çekmiş,

Sırra erme uğruna, Dergahına düzgün odun taşımış.

Evrenin uyumu olan ikiz karşıtlığın kavşağı,

Birinden ötekine açılan gizemli geçit,

40’ların kutsallığı böylece sürer giderken,

Ve gizemine 40’lar karışır.

Bebek 40 hafta ana rahminde kalırken,

Yaşayacağı 40’ı çıkınca kesinleşip,

Ölünce de 40’ı çıkınca dualarla uğurlanır.

40 gün sürerken yaslar,

Düğünler -masallarda- 40 gün/gece sürermiş.

Kötüler 40 harami olarak çıkarken,

İyilere 40 katır mı/satır mı şeklinde,

Ölümlerden ölüm beğenmek düşermiş.

40’ından sonra; azanları teneşir paklarken,

Saza başlayanlar ise kıyamette çalarmış.

 (Tüm bu olumsuz nitelemelere/söylemlere rağmen;

Azim ve kararlılıkla kendini aşıp başarabilirsin,

Tıpkı 40’ında yazı yazmaya başlayan,

40’ından sonra kayak öğrenen bu satırların yazarı gibi!)

1600’lerde Kıta Avrupası’nda Venedik’te,

-Gelenler mikrop bulaştırmasın diye-

Gemiler 40 gün açıkta bekletilirmiş,

Latince/İtalyanca; “Quaranta”,

Türkçe; “kırk/kırklık” anlamında,

-Özellikle Salgın sürecinde karşımıza çıkan-

40 günlük tecrit süresi; “Karantina”,

Ve süresinin 40 gün oluşu da,

Elbette bir rastlantı değilmiş!

40’lı çok söz söylenegelmiş;

“Kırk gün taban eti, bir gün av eti,

Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi,

Bir yastıkta tam kırk yıl kocamak,

Kırk parçaya bölünmek,

Kırk dereden su getirmek,

Kırk tarakta bezi bulunmak,

Kırk çarşamba bir arada,

Kırk evin nankör kedisi,

Kırk gün düşünsem aklıma gelmez,

Kırk kürk kırkının da kulpu kırık küp,

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır,

Kırklara karışmak, Kırklanmak” gibi..

40 gün bilinen karantina;

-Kılı kırk yararcasına-

Yeni versiyonuyla maskeli/mesafeli,

-Esir alınan insanlarla/insanlıkla-

Tüm Dünyada 40. haftasında,

-Aşıyı gözler kurtarıcı umuduyla- 

Karantina günlerinde…

(20. 12. 2020)

Remzi KOÇÖZ  

13 Aralık 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(LÜK)LERİ - 7

 

"Eğitim görmüş bir halkı bir yöne sevk etmek kolay, sürüklemek güçtür;

idare etmek kolay, köleleştirmek olanaksızdır."  (Lord Brougham) 

ELEŞTİRİ

Biz Türkler, millet olarak birbirimizi yıpratıcı şekilde eleştirir, daha da ötesi birbirimizi yapılan iş/çalışma bağlamında hiç beğenmeyiz.

Toplum olarak yanlışta ısrar etme, -inatla devam ederek- anlamamak için çaba sarf etmekte geri durmayız.

(Özele indirgeyip alt gruplar halinde aile/okul/iş/siyaset/yaşam gibi alanlarda da yani toplumun tüm katmanlarında, hayatın her alanında hem de yoğun bir şekilde bunu görebiliriz.)

Birbirimizin başarısını/becerisini/gelişmesini/yükselmesini takdir edip alkışlayacağımıza çekemeyip/çekiştirip tu kaka ederiz. Yada görmezden gelip yok saymaya çalışırız. Hakkında özel yaşamından eklemelerle dedikodu üreterek -çamur at ya tutarsa misali- yıpratmaya çalışırız.

El vermek destek olmak yerine geriye çekmeye köstek olmaya çalışırız. 

“İnsan insanın kurdudur” misali -kıskançlık ötesinde- işi kötülemeye hatta gammazlamaya kadar götürürüz.

Bu ne yaman çelişkidir; düşüncelerinde/yazılarında toplumcu olanlar/görünenler dahi -tıpkı eleştirdikleri sağ liberal/dinci vb. tandanslı kişiler gibi- yanlışta ısrar edip/duymamazlıktan gelir/bildiğini okur/eleştiriye tahammülü yoktur adeta çelişkiler yumağıdır!

Nasıl olacak bu iş! Emekten yana görünür/söylemlerde bulunur, uygulamada emeği sömürür. Kişisel yaşamında narsisttir/kendini beğenir, -kendisi dışında kimseyi düşünmez- bencildir.

İnsanlar özellikle topluma rol model olanlar -aydınlar/sanatçılar/yazarlar/siyasetçiler/ bürokratlar- tutarlı olmak zorundadırlar. Söyledikleri şeye önce kendileri inanmalı, hayata uyarlamalı ve davranışlarına yansımalıdır. Yoksa yazdıklarınız/söyledikleriniz havanda su dövmek gibi kendini kandırmaktan öteye gitmez, nafile bir uğraştır!

Tüm bu olumsuz addedilen gelişmeleri/davranışları irdelemek/araştırmak ayrı ayrı uzmanlık konusudur. (Bu bir hastalıkmı, travmamı, gelişmemişlikmi, genlerdemi bir sıkıntı var acaba diye!) Bu konuları çok sayıda farklı uzmanlar irdelemişler.

Toplum bilimcimciler/sosyoyoglar/antropologlar genelgeçer sonuçlara ulaşmışlar…

Tarım toplumunda hele bizim gibi tarımla sanayi arasında kalakalmış -iki ileri bir geri giden- bir toplumda kimse kimsenin üretimini beğenmez. Eleştiriler olumsuz ve yıkıcıdır. Bulduğunuz/bulunduğunuz durumla yetinmek dışında yapacağınız, birşey yoktur. Toplumlar ileri giderken siz yerinizde saymaya devam edersiniz.

Sanayileşme/Endüstrileşme sürecini tamamlayamayan toplumların ortak yanı; akılcı düşünmenin/düşüncenin olmazsa olmazlığını kavrayamamaktır. Otomobili öküz/manda arabası gibi kullanmanın, Elektrik direğine tedbirsiz çıkmanın sonucunu da kaza ile karşılaşman kaçınılmazdır. Salgın döneminde tedbirlere karşı direnmede bu olsa gerek, akılcı düşünme alışkanlığı edinememek, yada sonucu bile bile/göre göre ölüm olsa dahi hiçbir şeyden korkmamak.

Tarım/ Sanayi / Bilgi toplumuna aşama aşama geçen toplumlarda ise; bireyler bilgili ve üretken olurken, üretken ekonominin de dayanağı bilgi olunca, -akılcı düşünce bağlamında- eleştiri yapıcı vede verim odaklıdır.

Türkiye artık 21. yy’da dinamik bir seyir izlemek, bilgi toplumuna doğru vites/hedef yükseltmek zorundadır. Eğitime bilimsel araştırma/çalışmaya önem verip seviyemiz yükseldikçe daha olumlu bakış açısı, anlayış gelişecektir.

Bunun sonucu da yıkıcı değil yapıcı eleştiri çerçevesinde ortak akıl oluşturulabilecektir.

O zaman var olan enerjiyi sinerjiye dönüştürüp oluşturulacak değerlerle/markalarla dünya ile rekabete/yarışmaya ne dersiniz!

Varmıyız /yokmuyuz?

Toplum olarak varsak, hemen kolları/paçaları sıvayıp, çalışmaya başlamamız lazım.

Yoksak rahatımıza bakıp, hep birlikte yüzyıllık uykumuza yatmaya devam edelim!

Saygı, sevgi ve selamlarımla...

12. 12. 2020

Remzi KOÇÖZ

6 Aralık 2020 Pazar

KARASU ÜZERİNE NOTLAR - 5

           Çocukluk dönemimiz -haftasonu/sömestr/yaz tatilleri- bizim için dinlenme değil bir nevi çalışma olarak geçerdi. Ailenin işgücü olarak önemli işlevler görür yani bir işe yarardık. Bu uğraşların yanında zaman zaman kaytararak oyun/top oynamaya giderdik. Küçük yaşta zorluğun/güçlüğün verdiği mücadele ve motivasyonla, okuyup erken yaşta meslek sahibi olarak var olmak istiyorduk. Okul yılları başarılı geçmiş, hayata da erken atılmış, ekonomik özgürlüğümüze bu mücadele sonrası kavuşmuş, hayata mücadelesine kısa yoldan başlamıştık.’

           

ÜRETİM / TÜKETİM / PAYLAŞIM…

Doğayla içiçe olmak güzel bir şey…

Karasu/Aziziye Mahallesinde başlayan çocukluğumuz doğa ile iç içe geçiyor. Bir taraftan yeşil bir çevre, hayvanlar diğer taraftan doğal beslenme.. Et/süt/yumurta/peynir/domates/biber/meyve/sebze vd. ev ürünleri pekmez/reçel/ekmek.. Hepsi hormonsuz/karışımsız kendi el ürünümüz. Böyle bir beslenme sonucu yalınayak/yarı çıplak sürekli dışarda bulunuyor/geziniyor/oynuyoruz. Ne ilaç, ne antibiyotik! Evde hazırlanan bitki/meyve karışımı doğal içecek/yiyecekler her derde deva geliyor veya biz öyle hissediyorduk.

Evimiz ilçenin doğusunda, asfaltın bittiği yerde bir nevi mahallenin sonunda gibiydik. Evimizin bahçesinde (Ahır/kümes/kuyu/yalak/kiler/serender/samanlık, inek/koyun/tavuk/ördek /kedi/köpeğimiz gibi) Kırsal/köy yaşamında neler varsa hepsini yaşadık. Bağ-bahçe işleri de (fındık/buğday/mısır/meyve/sebze gibi) yıl boyu devam ederdi.

Çocukluğumuzda kardeşler olarak -sefertası ile yemek götürme dışında- kendi manifatura/tuhafiye dükkânımızda çalışarak babamıza yardımcı oluyor, pazarlara çıkıyorduk. Dükkan önünde meyve/simit/gazete/gazoz vb. şeyler sattığımız olur, Ayakkabı boyacılığı yapardık. O yıllarda kendi dükkanımız olmasına rağmen babam bizleri hayatı öğrensinler diye tanıdığı/güvendiği (ayakkabıcı/terzi gibi) esnafın yanına verirdi. Diğer zamanlar aileye yardımcı/yararlı olma bağlamında kendi bahçemizde tarım işçisi olarak çalışıyor, hayvanlara çobanlık ediyor, fındık zamanı okullar açılıncaya kadar bahçede çalışırken, ayrıca kendi inşaatımızda amele olarak iş görüyorduk. Anlayacağınız hayat çok küçük yaşlarda başlamıştı bizler için..

Çocukken bağ/bahçe işinde az çok aileye yardımcı olunulurken çalışmaktan biraz yüksünmemek elde değildi. Üretimin içinde olup, kendi ürettiklerimizi tüketirken doğal yaşamın/beslenmenin çok da farkında değildik.

Açma (ormandan açılan yerler için kullanılan tabir) bahçesinde çalışmamız baya meşakkatli olurdu. (Diğer tarlalar düzayak iken açma bölgesi ilçenin güneyine doğru yükseklik ve tırmanma gerektiriyordu.) Kışın soğukta sırtımızda bayır yukarı gübre (15-20 kg torbalarda) ve malzeme çekme işi bizi zorluyordu. Ayrıca kazdıkça kazmaya/küreğe yapışan killi toprakta yarım metreden daha derin fidan çukurları açmak efor gerektiriyordu. Fındık öncesi/sonrası yapılacak işler (fındıkaltı filiz/diken temizliği, eğrelti otu temizliği/tırpan, budama, fındık odunu yapma gibi) hasat mevsimiyle yapılan harmanla bitmez, neredeyse yıl boyu sürer giderdi.

Ortaokul sonrasında yatılı okul ve memuriyet hayatı bizi bir nevi tüketici yaptı. Gerçi hizmet sektöründe adı üzerinde hizmet üretiyorduk, ancak ortada -çiftçinin ürünü gibi- görünen birşey yoktu. Gerçi ağaç bayramı gibi etkinlikler çerçevesinde fidan/ağaç dikmişliğimiz olmuştur. Gel zaman emeklilik günlerinde yazlık minik bahçemizde yeniden toprakla/tabiatla buluşuverdik. Bahçıvanımız sitenin ortak alanları/evlerimiz çevresindeki yeşil alanları düzenli sulayıp/biçip, çeşitli ağaç ve gülleri budayarak peyzaj oluştururken bir nevi görselimizi yeşertiyordu. Evimizin etrafını çevreleyen, bize gölge/manzara oluşturan ve de meyve veren zeytin/hurma/nektarin gibi ağaçlar yanında sarmaşık/kasımpatı/zakkum/güller gibi çiçeklerimiz de bize özeldi.

Bizde ilk iş olarak yıllarca önümüzde duran zeytin ağacının meyvesinden kırma/ salamura zeytin yaptık. Bu sene ise salgın nedeniyle konulan seyahat yasağı kalkar kalkmaz küçücük bahçemize annemden/pazardan aldığım tohum/fidelerle; mısır/biber/domates/ pırasa/fasulye/çilek/maydanoz ekmiş, bir tek biberden ürün alabilmiş, ayrıca arsızcasına çıkan naneleri hem taze hem de kurutarak tüketirken komşularla paylaşmayı ihmal etmiyorduk. Bunun dışında çok sayıda saksı içerisine mevsimlik çiçekler ekerek onların rengarenk açmasını izledik.

Bunların yanında doğa dostlarımız bizi yalnız bırakmıyordu. Kahvaltı/ yemek esnasında ziyaretimize gelen kedi/köpek/kuşlar yiyeceklerden nasipleniyordu. Çocukluğumuzda çiftçi olmamız nedeniyle küçük/büyükbaş/kümes/evcil hayvanlar içerisinde büyümüştük. Ancak memuriyet nedeniyle evlerimizde ancak muhabbet kuşu besleyebilmiştik. Yıllar sonra ilk kez -şehir yaşamında pek hazzetmediğimiz/görmezden geldiğimiz/yüzüne bakmadığımız- bu doğa dostları/sokak hayvanları için birazda -yaşanan salgının katkısıyla- değişik yiyecek/mamalar alma durumunda kaldık. Doğa ile içiçe olmak, bize yeşili sevdirme yanında çevremizdeki doğa dostlarını hayvanları görmeyi, hatırlamayı ve onlarla hayatı paylaşmayı öğretti.

Nereden nereye…

Saygı, sevgi ve selamlarımla…

Remzi KOÇÖZ

 

Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz