1950’li
yılarda 6 Batı Avrupa Devletinin
bir araya gelerek oluşturduğu Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET), 1960’lı
yıllarda Avrupa Topluluğu (AT)
olarak, 1990’lı yıllarda ise 15 Devletin
oluşturduğu Avrupa Birliği (AB)
olarak şekillenerek, 2000’li
yıllarda yeni katılımlar sonrası Avrupa Birleşik Devletleri (ABD) ne doğru yol almaktadır.
Türkiye ise bu sürece 1959 yılındaki başvurusu sonucunda 1963 yılında ortak üye Antlaşması ile başlıyor.
1973 yılında Katılım Antlaşması
imzalamasına rağmen 1976 yılında
ilişkiler donduruluyor. 1987
yılında tekrar Tam Üyelik başvurumuza 20
ay sonra 1993’ten önce
değerlendirmeye alınmamız için siyasi, sosyal alanlarda gelişme kaydetmemiz
gerektiği görüşü iletiliyor. 1993 yılı imzaladığımız Gümrük Birliğini
antlaşması, 1995 yılında
onaylanarak, 1996 yılında
uygulamaya geçiyor. 1999 yılı
Helsinki Zirvesi sonucunda aday ülke olmamız kabul ediliyor. Bu zirvede yeni
girecek üyelere şartlar öne sürmüşlerdir. Bizde bunlara imza atarak Doğu Avrupa
ülkeleri için istenen şartları kabullenmekle önceden başvurumuza rağmen süreci
yeniden başlatmış oluyoruz.
Ülkemizdeki siyasi irade bu süreci başarı
olarak kendi hanesine yazmaya çalışsa da Türkiye olarak yeni bir kulvara girmiş
olduk. Aslında doğru olan bizim kendimizi çağdaş ülkeler konumunda yeniden
yapılandırarak, strateji geliştirmemiz sonucu Avrupa’ya bizi almaları,
topluluğa üye yapmaları daha onurlu ve yararlı olacaktır.
Ülkemiz
bu sürece girerken veya şu aşamada Üniversitelerin, Sivil toplum örgütlerinin,
Kamuoyunun görüşlerine ne derece önem verilmiştir, ne derece verilmektedir? Bu
süreçte kim ne kadar bilgi sahibi olup, kimler ne kadar bilinçlendirilmiştir?
Üzerinde durmamız gereken asıl konulardan biri de budur. Bu da toplumun
bilinçlenmesi sonucu Türkiye’nin alacağı mesafede büyük rol oynayacaktır.
AB üyesi 15 ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal farklı
yapılanmalarının bizi bu topluluğa almalarının kısa vadede olanaksız olacağı
inancı Türk Kamuoyunda hakim olan bir görüştür. Bu görüşün pozitif bir yapıya
dönüşmesi kolay olmayacaktır.
Ağustos ayının ilk haftası içerisinde
Türkiye için önemli konularda kararlar alınıyor. Erken seçim konusunda devam
eden Muhalefet, Kamuoyu ve iktidar ortaklarının farklı bakış açıları sonunda
ortak bir noktada buluşuyor. 3 Kasım
2002 tarihinde Erken Seçim için TBMM
olağanüstü toplanarak tarihi bir karar alıyor. Arkasından AB için uyum
yasalarının görüşülmesi gündeme geliyor. 1. Gündem maddesi olarak İdam cezası
ile ilgili Terör ve Savaş suçları haricinde yapılan düzenleme değiştirilerek
yerine ağırlaştırılmış Müebbet Hapis Cezası getirilerek İdam cezası tamamen
kaldırılıyor. İdam cezası tek başına yetmiyor. Asıl önemlisi kapıda bekliyor,
isteklerinin...
Anadilde Eğitim ve Yayın konusu. Yani
diğer adı ile Kürtçe Eğitim ve yayın konusu... Bu konu daha hassas ve can
alıcı... Bakalım Türkiye Parlamentosu bu konuda ne tür bir yol bulacak.
Önümüzdeki günler bunlara gebe, bunların sancısıyla geçecek doğum gerçekleşecek
mi, nasıl gerçekleşecek? Derken, biz bu kaygılarımızı ortaya koyarken,
Meclisten bu tasarıda geçiyor. Arkasından 14 maddelik diğer konularda meclisten geçerek yasalaşıyor. Benim
gibi bütün Türkiye bunu şaşkınlıkla izliyor. Yıllarca sürüncemede kalan konular
bir gecede, yıldırım hızıyla yasalaşıyor.
Avrupa’nın istekleri bunlarla biter mi? Tabii
devam ediyor. Türk-Yunan
ilişkileri gündeme geliyor. Bir taraftan barış rüzgarları eserken zeytin
dallarını uzatıp, 2008
Olimpiyatlarına birlikte ev sahipliği planlanırken, bunların yanında Kıbrıs konusu gündeme şap diye
oturuyor.
Kıbrıs’ı
Türkiye’nin 82. vilayeti olarak
düşünüp, Anavatana ilhak söz konusu iken tamamen karşımıza farklı bir rota
çiziliyor. 2 Toplumlu bir federe
devlet yapısı yeniden gündeme geliyor. Yıllarca bir arada yaşayıp tek bir
devlet olarak tarihe geçen ancak Rum kesiminin Türklere üstünlük sağlama, Enosis maceraları sonucu 1974 yılında Türkiye’nin soydaşlarının
yardımına koşarak Kıbrıs’ın kuzeyinde KKTC
adı altında yeni bir devlet doğacak, bu devleti de bizden başka tanıyan
çıkmayınca işler zora girecektir.
Yıllar
üzerinden geçerek 28 yıl devam
eden bu süreç sonunda yeniden AB dayatmasıyla tek devlet gündeme geliyor. Hem
de Türkiye’nin AB ye girmesi için bu sorunu çözmesi koşulu da buraya ekleniyor.
Bir
taraftan Kıbrıs’ın Türkiye için yük olduğunu söyleyenler, bu yükün artık
taşınmasının bir faydası yanında zararlarının daha da çok olduğunu vurgularken,
Kıbrıs Türklerinin kendi ayakları üzerinde durarak, kendi yağları ile kavrulup,
Türkiye ye yük olmamasını istiyorlar. Bunun karşılığında AB yolunun daha da
açık olacağı şeklinde yorum yapıyorlar.
Son olarak
Avrupa Birliği Komisyonunun 10 Ekim 2002 tarihli açıklamış olduğu Genişleme
Raporunda; “Türkiye’nin istenilen
siyasi kriterlerden hala uzak bulunduğu, Kıbrıs Rum Kesimi için ilerleme raporunun ise
çok olumlu bulunarak 2004 yılı için üyelik tarihinin verildiği, Romanya ve
Bulgaristan’ın da 2007 yılında üye olabileceklerine ilişkin kesin bir tarih
belirtiliyor. ” Bu rapor sonucuna göre Aralık ayı içerisinde
Kopenhag Zirvesinde aralarında Kıbrıs Rum Kesimi’nin de bulunduğu 10 aday ülke
ile görüşmelerin sonuçlandırılması önerisine karşılık Türkiye’ye müzakerelere
başlama tarihi verilmemesi soğuk duş etkisi yaratıyor.
Çünkü Kıbrıs Rum Kesiminin üyelik durumuna
AB ülkelerinin bakışı dikkate alındığında Türkiye’nin ne tür bir konjonktüre
sokulacağı giderek belirsiz bir hal alıyor. Bugüne kadar yürütülen süreç ve son
gelişmeler de dikkate alınarak, diğer ülkeler için belirlenen tarih -geçte olsa- Türkiye için de öngörülmeliydi
diye bekliyoruz. Ancak bu böyle olmadığı gibi geçtiğimiz uzun ince yolda,
giderek yokuşa doğru tırmanıyor.
Türkiye’ye verilen ev ödevleri (Uyum yasalarının uygulanması ve diğer
normların yerine getirilmesi gibi) ne kadar süreç alacaktır, AB‘de
bu süreci ne kadar daha uzatacak yada karşımıza daha ne tür olumsuzluklar
sunacaktır. Türk Kamuoyu bunu bu şekilde beklemektedir. Yaklaşık 43 yıldır devam eden bu sürecin bir o
kadar daha devam etmesi mi? Yoksa bizim kendi kulvarımıza dönerek, bu
standartları kendi halkımıza Avrupa istediği için değil kendimiz istediğimiz
için gerçekleştirme sürecine mi girmemiz ülkemiz için faydalı olacaktır. Bunu önümüzdeki günler gösterecektir.
Türkiye yıllarca biriktirdiği sorunları
ile yaşarken AB rüyası ile bu sorunlardan kurtulacağına inanmaya başladı. Rüya
tabirini kullanıyorum çünkü toplum olarak uykuda rüya görmeye devam ediyoruz.
Uyanık olup hayal görmemiz daha gerçekçi ve akılcı olanı bence!
Batı Dünyasının çağdaşlık yapısı yanında,
Toplumsal ve Ekonomik refah düzeyinin çok çalışarak, çok üreterek, planlı bir
şekilde gelişip, büyüyerek yakalanması gerektiğini bilsek de; Şimdide bunları yapmak yerine, Batı Dünyasının
bize yardımı (IMF-AB) sonucu
kendimizi düzlüğe çıkarabileceğimize toplum olarak bir taraftan inanmaya
başladık.
Bunun için
öncelikle Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün bu günleri görerek
söylediği; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamayı alışkanlık
haline getirmiş uluslar; önce onurlarını, sonra kimliklerini ve daha sonra da
geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar” sözleri
bizi kendimize getirmelidir.
Arkasından Büyük
Önderin “Türk Öğün, Çalış, Güven“ parolasındaki sözlerinin yerini değiştirerek; öncelikle güvenmeyi, daha sonra çalışmayı,
daha sonra da öğünmeyi gerçekleştirmeliyiz. Böylelikle ama AB, ama diğer
gelişmiş ülkeler cephesindeki kendimize uygun fotoğraftaki yerimizi kimsenin
icazetine ve şefkatine sığınmadan alırız
Diğer bir taraftan 25 yıldan bu yana süregelen olağanüstü hal uygulaması gelişen
koşullar sonucu son iki ilde de kaldırılarak farklı bir sayfa açılıyor. Artık
Türkiye kendine güveni buluyor. Sürekli aynı kalmanın yerine değişimi
yakalamanın, gelişimi yakalamanın kendine güvenden geçtiğini düşünerek,
uygulamaya koyarak yeni bir yolculuğa başlıyor.
Bu
yolculuk AB rüyası ile bitmese bile, Türkiye kendisi için gerekli olanı, çağdaşlığı Toplumsal
dayanışma ve birlikteliği,
Ekonomik refahı kısa vadede
olmasa da yakalayabilecek dinamiklere,
dinamizme sahiptir.
İşte bu dinamikler harekete geçirilerek
süreç başlatılmalıdır...
(Aralık 2002/ Erzurum) * Çağın Polisi Dergisi (Sayı:12 Ankara
/ Aralık-2002)