20 Ekim 2010 Çarşamba

TÜRKİYE AVRUPA’LI OLMA YOLUNDA! (MI ?) YOKSA AVRUPA BİRLİĞİNE DOĞRU ..! (MU ?)

1950’li yılarda 6 Batı Avrupa Devletinin bir araya gelerek oluşturduğu Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET), 1960’lı yıllarda Avrupa Topluluğu (AT) olarak, 1990’lı yıllarda ise 15 Devletin oluşturduğu Avrupa Birliği (AB) olarak şekillenerek, 2000’li yıllarda yeni katılımlar sonrası Avrupa Birleşik Devletleri (ABD) ne doğru yol almaktadır.

Türkiye ise bu sürece 1959 yılındaki başvurusu sonucunda 1963 yılında ortak üye Antlaşması ile başlıyor. 1973 yılında Katılım Antlaşması imzalamasına rağmen 1976 yılında ilişkiler donduruluyor. 1987 yılında tekrar Tam Üyelik başvurumuza 20 ay sonra 1993’ten önce değerlendirmeye alınmamız için siyasi, sosyal alanlarda gelişme kaydetmemiz gerektiği görüşü iletiliyor. 1993 yılı imzaladığımız Gümrük Birliğini antlaşması, 1995 yılında onaylanarak, 1996 yılında uygulamaya geçiyor. 1999 yılı Helsinki Zirvesi sonucunda aday ülke olmamız kabul ediliyor. Bu zirvede yeni girecek üyelere şartlar öne sürmüşlerdir. Bizde bunlara imza atarak Doğu Avrupa ülkeleri için istenen şartları kabullenmekle önceden başvurumuza rağmen süreci yeniden başlatmış oluyoruz.

Ülkemizdeki siyasi irade bu süreci başarı olarak kendi hanesine yazmaya çalışsa da Türkiye olarak yeni bir kulvara girmiş olduk. Aslında doğru olan bizim kendimizi çağdaş ülkeler konumunda yeniden yapılandırarak, strateji geliştirmemiz sonucu Avrupa’ya bizi almaları, topluluğa üye yapmaları daha onurlu ve yararlı olacaktır. 

Ülkemiz bu sürece girerken veya şu aşamada Üniversitelerin, Sivil toplum örgütlerinin, Kamuoyunun görüşlerine ne derece önem verilmiştir, ne derece verilmektedir? Bu süreçte kim ne kadar bilgi sahibi olup, kimler ne kadar bilinçlendirilmiştir? Üzerinde durmamız gereken asıl konulardan biri de budur. Bu da toplumun bilinçlenmesi sonucu Türkiye’nin alacağı mesafede büyük rol oynayacaktır.

AB üyesi 15 ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal farklı yapılanmalarının bizi bu topluluğa almalarının kısa vadede olanaksız olacağı inancı Türk Kamuoyunda hakim olan bir görüştür. Bu görüşün pozitif bir yapıya dönüşmesi kolay olmayacaktır.

Ağustos ayının ilk haftası içerisinde Türkiye için önemli konularda kararlar alınıyor. Erken seçim konusunda devam eden Muhalefet, Kamuoyu ve iktidar ortaklarının farklı bakış açıları sonunda ortak bir noktada buluşuyor. 3 Kasım 2002 tarihinde Erken Seçim için TBMM olağanüstü toplanarak tarihi bir karar alıyor. Arkasından AB için uyum yasalarının görüşülmesi gündeme geliyor. 1. Gündem maddesi olarak İdam cezası ile ilgili Terör ve Savaş suçları haricinde yapılan düzenleme değiştirilerek yerine ağırlaştırılmış Müebbet Hapis Cezası getirilerek İdam cezası tamamen kaldırılıyor. İdam cezası tek başına yetmiyor. Asıl önemlisi kapıda bekliyor, isteklerinin...

Anadilde Eğitim ve Yayın konusu. Yani diğer adı ile Kürtçe Eğitim ve yayın konusu... Bu konu daha hassas ve can alıcı... Bakalım Türkiye Parlamentosu bu konuda ne tür bir yol bulacak. Önümüzdeki günler bunlara gebe, bunların sancısıyla geçecek doğum gerçekleşecek mi, nasıl gerçekleşecek? Derken, biz bu kaygılarımızı ortaya koyarken, Meclisten bu tasarıda geçiyor. Arkasından 14 maddelik diğer konularda meclisten geçerek yasalaşıyor. Benim gibi bütün Türkiye bunu şaşkınlıkla izliyor. Yıllarca sürüncemede kalan konular bir gecede, yıldırım hızıyla yasalaşıyor.

 Avrupa’nın istekleri bunlarla biter mi? Tabii devam ediyor. Türk-Yunan ilişkileri gündeme geliyor. Bir taraftan barış rüzgarları eserken zeytin dallarını uzatıp, 2008 Olimpiyatlarına birlikte ev sahipliği planlanırken, bunların yanında Kıbrıs konusu gündeme şap diye oturuyor.

Kıbrıs’ı Türkiye’nin 82. vilayeti olarak düşünüp, Anavatana ilhak söz konusu iken tamamen karşımıza farklı bir rota çiziliyor. 2 Toplumlu bir federe devlet yapısı yeniden gündeme geliyor. Yıllarca bir arada yaşayıp tek bir devlet olarak tarihe geçen ancak Rum kesiminin Türklere üstünlük sağlama, Enosis maceraları sonucu 1974 yılında Türkiye’nin soydaşlarının yardımına koşarak Kıbrıs’ın kuzeyinde KKTC adı altında yeni bir devlet doğacak, bu devleti de bizden başka tanıyan çıkmayınca işler zora girecektir.

Yıllar üzerinden geçerek 28 yıl devam eden bu süreç sonunda yeniden AB dayatmasıyla tek devlet gündeme geliyor. Hem de Türkiye’nin AB ye girmesi için bu sorunu çözmesi koşulu da buraya ekleniyor.

Bir taraftan Kıbrıs’ın Türkiye için yük olduğunu söyleyenler, bu yükün artık taşınmasının bir faydası yanında zararlarının daha da çok olduğunu vurgularken, Kıbrıs Türklerinin kendi ayakları üzerinde durarak, kendi yağları ile kavrulup, Türkiye ye yük olmamasını istiyorlar. Bunun karşılığında AB yolunun daha da açık olacağı şeklinde yorum yapıyorlar.

Son olarak Avrupa Birliği Komisyonunun 10 Ekim 2002 tarihli açıklamış olduğu Genişleme Raporunda;  “Türkiye’nin istenilen siyasi kriterlerden hala uzak bulunduğu, Kıbrıs Rum Kesimi için ilerleme raporunun ise çok olumlu bulunarak 2004 yılı için üyelik tarihinin verildiği, Romanya ve Bulgaristan’ın da 2007 yılında üye olabileceklerine ilişkin kesin bir tarih belirtiliyor. ”  Bu rapor sonucuna göre Aralık ayı içerisinde Kopenhag Zirvesinde aralarında Kıbrıs Rum Kesimi’nin de bulunduğu 10 aday ülke ile görüşmelerin sonuçlandırılması önerisine karşılık Türkiye’ye müzakerelere başlama tarihi verilmemesi soğuk duş etkisi yaratıyor.

Çünkü Kıbrıs Rum Kesiminin üyelik durumuna AB ülkelerinin bakışı dikkate alındığında Türkiye’nin ne tür bir konjonktüre sokulacağı giderek belirsiz bir hal alıyor. Bugüne kadar yürütülen süreç ve son gelişmeler de dikkate alınarak, diğer ülkeler için belirlenen tarih  -geçte olsa- Türkiye için de öngörülmeliydi diye bekliyoruz. Ancak bu böyle olmadığı gibi geçtiğimiz uzun ince yolda, giderek yokuşa doğru tırmanıyor. 

Türkiye’ye verilen ev ödevleri (Uyum yasalarının uygulanması ve diğer normların yerine getirilmesi gibi) ne kadar süreç alacaktır, AB‘de bu süreci ne kadar daha uzatacak yada karşımıza daha ne tür olumsuzluklar sunacaktır. Türk Kamuoyu bunu bu şekilde beklemektedir. Yaklaşık 43 yıldır devam eden bu sürecin bir o kadar daha devam etmesi mi? Yoksa bizim kendi kulvarımıza dönerek, bu standartları kendi halkımıza Avrupa istediği için değil kendimiz istediğimiz için gerçekleştirme sürecine mi girmemiz ülkemiz için faydalı olacaktır. Bunu önümüzdeki günler gösterecektir.

Türkiye yıllarca biriktirdiği sorunları ile yaşarken AB rüyası ile bu sorunlardan kurtulacağına inanmaya başladı. Rüya tabirini kullanıyorum çünkü toplum olarak uykuda rüya görmeye devam ediyoruz. Uyanık olup hayal görmemiz daha gerçekçi ve akılcı olanı bence!

Batı Dünyasının çağdaşlık yapısı yanında, Toplumsal ve Ekonomik refah düzeyinin çok çalışarak, çok üreterek, planlı bir şekilde gelişip, büyüyerek yakalanması gerektiğini bilsek de;  Şimdide bunları yapmak yerine, Batı Dünyasının bize yardımı (IMF-AB) sonucu kendimizi düzlüğe çıkarabileceğimize toplum olarak bir taraftan inanmaya başladık.

Bunun için öncelikle Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün bu günleri görerek söylediği; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamayı alışkanlık haline getirmiş uluslar; önce onurlarını, sonra kimliklerini ve daha sonra da geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar” sözleri bizi kendimize getirmelidir.

Arkasından Büyük Önderin “Türk Öğün, Çalış, Güvenparolasındaki sözlerinin yerini değiştirerek; öncelikle güvenmeyi, daha sonra çalışmayı, daha sonra da öğünmeyi gerçekleştirmeliyiz. Böylelikle ama AB, ama diğer gelişmiş ülkeler cephesindeki kendimize uygun fotoğraftaki yerimizi kimsenin icazetine ve şefkatine sığınmadan alırız

Diğer bir taraftan 25 yıldan bu yana süregelen olağanüstü hal uygulaması gelişen koşullar sonucu son iki ilde de kaldırılarak farklı bir sayfa açılıyor. Artık Türkiye kendine güveni buluyor. Sürekli aynı kalmanın yerine değişimi yakalamanın, gelişimi yakalamanın kendine güvenden geçtiğini düşünerek, uygulamaya koyarak yeni bir yolculuğa başlıyor.

Bu yolculuk AB rüyası ile bitmese bile, Türkiye kendisi için gerekli olanı, çağdaşlığı Toplumsal dayanışma ve birlikteliği, Ekonomik refahı kısa vadede olmasa da yakalayabilecek dinamiklere, dinamizme sahiptir.

İşte bu dinamikler harekete geçirilerek süreç başlatılmalıdır...

(Aralık 2002/ Erzurum) * Çağın Polisi Dergisi (Sayı:12 Ankara  / Aralık-2002)

Remzi KOÇÖZ

13 Ekim 2010 Çarşamba

BOZKIRDA BİR ŞEHİR

- M. Kemal ve arkadaşları Ankara’da Millet Meclisinin toplanması için çalışma yaparlarken İstanbul’dan katılanların Ankara ile ilgili “Biraz boşluk ve çöl hissi veriyor” sözlerine M. Kemal şu şekilde karşılık verir :
“ Öyle görünür. Bu büyük işin zevki de zaten buradadır.
Bir çölden bir hayat çıkarmak. Bu çöküntüden bir teşkilat yaratmak lazımdır. Mamafih sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görülen o saha doludur. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O millettir... O Türk milletidir... Eksik olan şey teşkilattır. İşte şimdi onun üzerindeyiz..” (*)

Eski Çağlardan Günümüze Ankara; (**)

Anker, Ankyra, Anküra, , Angora, Ankora, Angarya, Engürü sonrası bugünkü Ankara adına ulaşmış. Çeşitli söylentiler olmakla birlikte, tarihe geçmiş adı Eskiçağlardan günümüze kadar hemen hemen hiç değişmemiş gibidir.
Ankara’nın geçmişi tarih öncesi devirlere kadar uzanır.Taş, Maden devirlerinin yaşandığı MÖ. 8000 lerden bu yana çok değişik uygarlıklara ev sahipliği yapmış, Ankara ovasının doğusundaki volkanik kütlenin çevresinde kurulmuştur. Şehir Hititler döneminde yapıldığı sanılan Ankara Kalesi çevresinde gelişmiştir. Ünlü gezgin ve coğrafyacı Lidyalı Pausanios Frigya kralı Midas’ın bir gemi çapası (Ankyra) bulduğu yerde şehri kurduğunu yazar. Kimi tarihçilerde Ankyra adının şehre Galatlar tarafından verildiğini ileri sürerler. Galatlar, Mısırlıları denize kadar sürmüş ve çapalara el koymuşlar. Bundan dolayı Galat dilinde gemi çapası anlamında Anküra demişler. Bazı kaynaklar Büyük İskender’in Gordion’daki ünlü Kördüğümü çözdükten sonra Ankara’ya uğradığını söz ederken, Bugünkü Ankara adının konulmasında etken olan vede kale çevresinde bulunan Gemi Çapasının, Nuhun Gemisine ait olduğu ayrı bir mitolojidir.
Ankara, Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biridir. Orta Anadolu’nun bozkırını kuzeyden çevreleyen tarihi yol şebekesi üzerinde olması nedeniyle çağlar boyunca olduğu gibi günümüzde de stratejik bir önem taşımaktadır. Hititleri, Frigleri, Kimmerleri, Persleri, Lidyalıları, Makedonyalıları, Galatları, Romalıları , Bizansı yaşamış. 1073 yılında Selçuklularla Türklerin egemenliğine girmiş,12. yy.da Selçukluların Anadolu üzerindeki otoritelerini kaybetmeleri üzerine Osmanlıların egemenliğine girene kadar tarihinde ilk kez Ahi Cumhuriyetinin kuruluşuyla başkent olmuştur. 1354 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, 1900 lerin başında Kayseri, Yozgat, Kırşehir ve Çorum Sancakları bağlanmıştır. 27 Aralık 1919 da M. Kemal ve Heyeti Temsiliye geldikten sonra Ankara Milli Mücadelenin merkezi olmuş, 23 Nisan 1920 de TBMM açılarak kurulan Ankara Hükümeti Kurtuluş savaşını buradan yönetmiştir. Savaş Kurtuluşla sonuçlandıktan sonra Osmanlı İmparatorluğunun son bulmasıyla tarihinde ikinci kez 13 Ekim 1923 de yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetine Başkent olurken, 29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyet burada ilan edilir. Ardından çağdaş uygarlık yolunda yapılan devrimlere, yeniliklere ev sahipliği yapar. Başkent Ankara hızlı bir toplumsal, ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel gelişime sahne olmuştur.
Şehir, Sakarya ırmağına karışan Engürü Suyunu oluşturan üç akarsuyun (Bent Deresi, İncesu, Çubuk Suyu) birleştiği küçük bir ovanın doğu ucundaki bir tepenin batı ve güney kenarından , ovaya doğru büyüyerek karşı yamaçlara doğru yayılmış gelişmesine devam etmekte, çevreye açılmaktadır. Çanak olarak bildiğimiz kent taşarak bendini aşmakta, genişlemekte, büyümektedir.Cumhuriyet sonrası planlı bir kent gelişimi izleyerek Türkiye’ye yakışır bir kent olarak dünya Başkentleri arasında yerini alır. Ankara’nın bir diğer özelliği Cumhuriyet öncesi yeşilden yoksun, bozkır olmasıydı. Başkent olduktan sonra Ankara, pek çok alanda büyüyerek gelişmesine paralel olarak, parkları ve yeşil alanları ile giderek yemyeşil bir kent görünümüne kavuşmuştur.

Çölden, Yeniden Canlanan Bir Kente, Başkente;

Gelelim Ankara’nın Cumhuriyete giden yolda ve sonrasındaki gelişimine. Farklı uygarlıklar yaşamış olsa da yine farklı savaşlar sonucu yerle bir olmuş. Sayısız insan atlarıyla, kılıçlarıyla buralara ayak basarak konaklamış-geçmiş, kan dökerek canlarını vermişler. 10 bin yıllık tarih korunamamış, yıkılmış, yok olmuş. Anadolu’da tıpkı Afrika’daki gibi filler, aslanlar, kaplanlar yaşarmış. Ankara, Cumhuriyet öncesinde Anadolu’nun ortasında bir çöl, bir kasaba konumunda kalmış, gelişme kaydememiş. Ancak Anadolu’nun her bölgesine geçişte bir kavşak, bir köprü konumundan yararlanılacağı dönemi beklemiş. İşte o gün gelmiştir. 27 Aralık 1919 Ankara için dönüşü olmayan bir yolculuk olacaktır.
Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralmış, tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için M. Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türkün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, Güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş. Dikmen sırtlarında Ankaralılar onları dört gözle bekleyerek, bembeyaz kış günü simsiyah bir kuyruk olmuş, büyük bir coşkuyla karşılamışlar. Seğmenler zeybek oynayarak şölene çevirmişler bu gelişi. İşte bu geliş Ankara’nın kaderini, çizgisini yeniden yaratmış. Zor günler var daha geçecek. Çöl yeşerecek, hayat bulacaktır. Bozkır filiz verip çiçek açacaktır. Ancak; işgalciler,mandacılar, himayeciler neyse de isyancılar ve işbirlikçiler Ankara’ya zor günler yaşatacaktır.
İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş, Bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı yakınlarına kadar çekilerek -Askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi büyük taarruzla noktalayarak, Türkün savaş ustalığını tüm dünyaya göstermiş, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Ankara Hükümeti olarak tanımlanan siyasi önderlik, yeni Türk devletini kimsenin himayesine sığınmadan, kanlarıyla-canlarıyla kurarak sonsuzluğa kadar devam etmesi için gençlere, gelecek kuşaklara Cumhuriyeti emanet etmiştir.
Ankara, 20. yüzyılın başlarında bağrına basmış olduğu insanların onun yeniden dirilişinin, hayat kaynağının olacağı inancını hiç yitirmemiş. Çöl olarak, bozkır olarak hakir görülen topraklar Mustafa Kemallerle ölüm sessizliğinden sıyrılarak tüm dünyaya Ulusal Kurtuluş Destanını göstermiş.
Bu cefakarlığının karşılığını tabi ki görmüş bu şehir. Son Türk devletine başkent olarak taçlandırılmış. Çöl yavaş yavaş yeşermeye, canlanmaya yüz tutmuş. Cumhuriyetle birlikte daha da canlanmış. Bugünlere gelen büyümeye canla-başla-inançla başlanmış. Geniş, simetrik bulvarlarıyla 21. yüzyıla altyapısını hazırlayarak, Türk mimarisinin çizdiği, Türk insanının yarattığı modern bir yapı-kent çalışmaları son sürat başlamış, bugünlere ulaşmış.
1938 yılının 10 kasımında tüm yurtta olduğu gibi Ankara’nın da üzerine kara bulutlar çökmüş. Önderini, Atasını kaybetmiş, O’nu sonsuz yolculuğuna uğurlamış. 1953 yılına değin 15 yıl Atasını Etnografya da , 50 yıldan bu yana da Ankara Kalesi’ne kaşı duran tepede, Anıtkabir’de sonsuza dek - 65 yıl olduğu gibi - bağrına basacak. Oradan geriye bıraktığı eserlerini : Cumhuriyeti, Türkiye’yi, Ankara’yı izleyecek, “Başlattım , Siz Sürdürünüz “ diye seslenecektir. O birlikte yola çıktığı arkadaşları, dostlarına rağmen Türk Ulusunun geleceği uğruna gece-gündüz demeden, bitip tükenmeyen çalışmasında, Ankara Atatürk’ü hiç yalnız bırakmamış, dün olduğu gibi gelecekte de yalnız bırakmayacak, hep onunla yaşayacaktır.
Artık Ankara 80 yıldan bu yana Cumhuriyet’le birlikte, Atatürk’le birlikte, Türkiye ile birlikte anılmaya başlamış, bütünleşmiştir. Bu üçlü 100. yıla doğru emin adımlarla yoluna devam ederek, sonsuzluğa doğru da yelken açmıştır...

Evet Ankara başkent olacaktır ama nasıl olacaktır..! O günleri yeniden anımsayalım; (***)
“Efendiler,
Lozan Antlaşması'nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye'nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti'nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye'nin başkenti Anadolu'da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu. Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı.
Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul'un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul'un hükümet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara'nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul'un "payitaht" olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim "başkent" deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki "payitaht" deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,"payitaht" sözünün de yeni Türkiye Devleti'nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi. Dışişleri bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis'e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur :

"Türkiye Devleti'nin başkenti Ankara şehridir."

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça : (*) Ziya ÖZTAN “Bozkırda Bir Yalnız Adam” ( S. 131 )
(**) “İl İl Büyük Türkiye” ve “Axis 2000 Büyük” Ansiklopedileri (Cilt-I)
(***) M. Kemal ATATÜRK “Nutuk “ ( Bölüm:15 S. 41 )
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz