‘Meşrutiyetten Milli Mücadeleye ve Cumhuriyete, -Kurtuluştan Kuruluşa tarihin dönüşümüne- Türk toplumunun geçirdiği tarihsel değişimleri/yaşanan olayları, Türkiye’nin yakın tarihinde rol alan şahsiyetleri biyografik çerçevede ele alan ve Cumhuriyet tarihiyle birlikte kültleşen “Tek Adam ve İkinci Adam” tanımlamalarının mimarı olarak “Enver Paşa” “Menderes'in Dramı” gibi tarihe önemli ve devasa ciltler dolusu notlar düşer: Şevket Süreyya Aydemir; Kadro hareketinin Türk Devrimini ilmek ilmek işleyen, eğitimci/ekonomist/düşün insanı olarak aramızdan ayrılışının birkaç ay öncesinde Cumhuriyet Gazetesindeki makalesi; siyaseten nereden nereye geldiğimiz noktasında 50 yıl öncesinden sanki bugünlere yazılmış gibi…’ (21 Aralık 2025 / RK)
ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR
"Keskin Kılıç Kullananlar"
Bu
yazının başlığında yer alan sözleri, şu şekilde tamamlarsak, eski ve yaygın bir
gerçeği, yeniden dile getirmiş oluruz:
“-
Keskin kılıç kullananlar, yanlış hamlelerden sakınmalıdır!” Evet, keskin kılıç
kullananlar, yanlış hamlelerden sakınmalıdırlar. Çünkü bu yanlış hamleler bir
gün gelir, ellerindeki keskin kılıcı kullananların, kendilerini de yaralar.
Hatta tamamen saf dışı bırakabilir. Bu sona sürüklenenlerin niceleri tarih
içinde, kendi son nefeslerini, kendi kanları içinde çırpınarak da vermişlerdir.
Çünkü
onları yücelten ve toplum sahnesine atan, bir Talih Devi varmış. Bu talih devi
kendine hiç durmadan, kurbanlar, ya da kahramanlar ararmış. Ama bu talih
devinin, yalnız bir gözü varmış. Bu gözü de tepesindeymiş. Onun için,
ayaklarının dibinde kaynaşan ve ondan, talih, şöhret, güç ve yücelik dileyen
binleri, yüzbinleri, milyonları görmezmiş. Ama ellerini onların üzerinde
dolaştırır gelişigüzel seçtiklerini havaya kaldırır, tepesindeki tek gözle
yargılarmış. Ama adına Talih Devi denilen gizemli güç, ya da toplum kanunu,
şartlar, zamanlar ve yazgılarla işleyen karışık bir çarklar alemi demek olduğu
için, yücelttiği adaylar üzerindeki hükümlerini, biraz geç ve dolambaçlı
yollardan uygularmış. Bir gün, nihayet yargısı tamamlanıp da, seçimdeki
yanlışını sezer, seçtiği adayının kahraman değil, ancak kurban olabileceğini
anlarsa, o zaman onu birden başından atarmış. Ayaklarının altına düşüp, yine
ayaklar altında ezilen bu zavallı, ardından bir damla gözyaşı bile bırakmadan,
unutuluşun selleri arasında, sürüklenir, gidermiş… Evet bu bir kanunmuş.
Değişmez ve şaşmaz bir kanun…
Onun
içindir ki toplumlar; başlarında çarklarını işleten bu kanuna ister istemez
uyarlar. Gerçek kahramanlar için, ya bağlılık veya inkârlarını, değersiz insanlar
için de ya aldanış veya hayal kırıklıklarını ödeyerek, tarihin çarklarını bu
çelişler içinde sürdürür, giderler. Çünkü insanoğlunun, inanmak kadar,
aldanmaya da ihtiyacı vardır. Nitekim şimdi Türkiye’de de Türk ulusu, hem
inanışların, hem aldanışların çelişkileri içinde, yarın kim bilir hangi
noktalarda düğümlenecek olan kendi yazgısına kendini bırakmıştır.
Önce şu
bir gerçektir ki, ülkemizde siyaset şimdi, kahramanlardan ziyade, değersiz ve
hiçbir şeye inanmayan, ama inanır görünen bir takım insanların, oyunbazlık
arenası haline gelmiştir. Bunun en belirgin kanıtı, sorumluluğun yerini her
alanda, sorumsuzluğun almış olmasıdır. Önce iktidar, iktidar olmak şartlarını,
hatta Oligarşik dar çıkar anlaşmaları içinde dahi olsa, yitirmiş gibidir. Bunun
da en büyük kanıtı, iktidar oluşturan gruplar arasında, hiçbir konuda bir dil,
dilek ve eylem birliğinin mevcut görünmeyişidir.
Ana ve
temel yasalar havada kalmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını, bu kararlara
uymakla görevli olan makamlar tanımaz. Danıştay ki, milletle devlet arasındaki
yüksek hak ve yargı organıdır. Ama onun da kararlarını hükümet uygulamaz.
Sorumsuz ve ne oldukları belirsiz birtakım güçler, hiçbir engel görmeden,
sahnede aktiftirler. Oysa bizim tarihimizde, böyle bir durum yaşanmamıştır. İşkence
ise, tarihimizde yoktur. Yani, İspanya’da, İngiltere’de Fransa’da Rusya’da
Almanya ve İtalya ile, adına yanlışlıkla Moğol İmparatorluğu denilen Hint Türk
devletinde ve eski Çin’de yürütülen binbir çeşit maddi ve manevi işkence
usullerinin, bizim Osmanlı Türkleri ve Cumhuriyet tarihimizde örnekleri yoktur.
Gerçi ölüm uygulamaları Osmanlılar tarihinde yaygındır. Örneğin her iç duvarına
çinilerle Kur’andan ayetler yazılan Topkapı Sarayının bu duvarlar dibinde,
padişahlar çocuklarını, kardaşlarını, hatta kul taifesi padişahı
boğdurmuşlardır. Sayısız paşalar, beyler, Divan adamları, kumandanlar ve nice
yüz binlerce kul, bu tür ölüm uygulamalarında hayatlarını vermişlerdir. Ama
bunlarda, haksızlık olsa da işkence yoktur.
Hele
ordunun işkencelere alet edilişi, tarihimizin bilmediği, kaybetmediği bir
haldir. Ordu; isyanları bastırmış. Milletin başı sıkılınca, kendisinden medet
umulan bir disiplin gücü halinde tutulmuştur. Ama, Celali isyanlarındaki bazı
uygulamalarla, bozulmuş Yeniçeri ocağının kaldırılmasından önceki soygunculuk
ve vurgunculuk dışında ordu, böyle örnekler vermez. Hele Tanzimattan sonra
ordu, ancak cephelerde savaş ve içeride dar günlerde kendisinden nizam ve
disiplin müdahalesi beklenen, son güç olarak kalmıştır. Bu bakımdan Türkiye’nin
son yıllarda sürüklendiği durum, yani bütün sorumsuz çıkışların da, haklı veya
haksız orduya maledilişi yolundaki söylentiler, öyle sanıyorum ki, herkesten
önce ordu makamlarını, bu söylentiler üzerinde harekete sevketmeli ve bu yolda
yapılan yayımların ve anıların yansıttığı şikayetler incelenmelidir.
Kendilerini
polis olarak gösteren, ama davranışlarına bakılınca polislikle ilişkileri şüphe
uyandıran, gizli veya açık saldırganların durumu da aydınlanmalıdır. Çünkü her
gün faili belli olmayan, mahkemelerde yargılanmayan, ama ardı arası kesilmeyen
kurbanlar, ölüler ve yaralılar bırakan olayların gerçek yönleri de, bugün
olduğu gibi, kamuoyunda gizli kaldıkça, kamuoyu bunları doğru veya yanlış,
kendi eğilimine göre değerlendirecektir.
Şimdi
bir de, kendi arasında hiçbir dil ve dilek birliği olmayan iktidarın, yeni
baskı kanunları getireceği haber ve bildirimler; (beyanları) meydan almıştır.
Bunun ifadesi kısaca hastalığın değil, hastanın üzerine çullanmaktadır. Bu da
ancak aczin, çaresizliğin ve iktidarsızlığın bir kanıtı olur. Hükümeti
güçlendireceği yerde yıpratır. İktidarı itibarlı kılacağı yerde,
itibarsızlaştırır. Çünkü, bu davranış iktidarın, yani elinde keskin kılıç
olanın, bu kılıçla yanlış hamleler yapması demektir. Keskin kılıç kullananların
yanlış hamleleri ise, ergeç kendilerini yaralar. Ve Talih Dev’i, gözü görmeden
seçip yücelttiği insanları bir gün yine kendi eliyle aşağıya atabilir. Bunun
örneklerini yakın tarihimizde görebiliriz. Oysa devlet demek bir toplumsal
kudret demektir ve bütün toplumun malıdır. Gerçi toplum yapısı, daima iç
çelişkiler yaşayacaktır. Ama bu iç çelişkiler de memleket arenasında, siyaset
sahnesinde yer alanların kişisel kaprisleri, bir bardak suda fırtına
değerindeki iç kavgaları, gürültüleri ile değil, yine toplum bilgisinin, toplumsal
değerdeki bilimsel oluşumları ile çözülür. Kısacası, millet hükümetin değil,
hükümet milletin buyruğunda ve hizmetindedir.
Gerçi
bugün dar bir menfaat zümresinin sosyal, yahut siyasal-ekonomik diktatoryası,
bu toplumun, tepeden tırnağa kadar bütün mekanizmasına ve bu zümre menfaatına
egemendir. Şimdi ise bu egemenliği pekiştirecek, yeni kanunlar, yeni ve
sübjektif tedbirler alınmak üzeredir.
Ama bu
baskıların ilk sonucu, toplum içi mücadeleyi keskinleştirmek olacaktır. Bugün
bu mücadeleye yön ve nizam vermekten aciz olan insanların, yarın daha da
yoğunlaşacak ve yeraltına da yayılacak iç kavgaları nasıl önleyebileceklerini
düşünmek, hakikaten güçtür.
Sözün
kısası bize artık, gittikçe çıkmazlar içine giren durumumuzu, daha da
umutsuzlaştırmak yerine, milli meseleleri, milletin aydınlarını söz ve kalem
sahipleri olmaktan uzaklaştırmayarak, bütün gerçekleri ile, milli sahneye
sermek olmalıdır. Hele Millet ve Milli sözlerini artık, titiz bir dikkatle
kullanmak gerekmektedir. Örneğin Milli Cephe ne demek? Bu nerede başlayıp,
nerede bittiği bilinmeyen ve adına Mili Cephe denilen kaynaşmamış gruplar
dışındaki insanlar Milli ve Milliyetçilik Tekel’i kimlerin kimlere karşı
imtiyazıdır?
Kısaca,
Talih Devletin kendilerini yanlış seçtiği, yücelttiği artık herkesçe bilinen
insanlar, durumlarını artık tam bir gerçekçilikle bir daha gözden geçirmeli ve
ellerindeki keskin kılıçla yanlış hamlelerden, hakikaten sakınmalıdırlar…
(Şevket
Süreyya Aydemir, Cumhuriyet Gazetesi, 1 Aralık 1975, s.2)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder