25 Mayıs 2025 Pazar

DEĞİŞİM

“Demokrasilerde iktidar sürekliliği yoktur. Değişim/değişiklik esastır.

Dünyanın her yerinde tüm yönetimler/ hükümetler/iktidarlar kamu gücünü birkez ele geçirip aynı yoldan egemen gücüde ergeç ele geçirirler.”

(Jean-Jacques Rousseau / Toplum Sözleşmesi)

Değişim, Değişmezlik ve Demokrasi

Demokrasilerde örgütlülük çok önemlidir. Özellikle sivil toplum olarak addedilen dernek/sendika/ meslek kuruluşları gibi örgütlü bir güç olarak hükümetler üzerinde baskı oluşturmaları önemlidir. Sivil toplum olarak yasal düzenlemelere katılım sağlama, mesleki görüş bildirme, toplum adına uygulamaları eleştirme ve demokrasinin gereği olarak kamusal faaliyetleri denetleme işlevi bir nevi demokratik katılımdır. Bunların dışında kitlesel açıdan en büyük, etkin ve işlevsel örgütlü yapı ise siyasi partilerdir.

Bir ülke de sivil toplum olarak nitelenen kurumlar ayni adamlar tarafından kişi/aile şirketi gibi süresiz/sınırsız neredeyse ömürleri yettiğince yönetiliyorsa o ülkede demokrasi keyfi bir anlayışla yürür. Yapılan seçimler ise göstermeliktir.

Sivil Toplum örgütleri olarak; Esnaf Odaları/ TESK (35 yıl), TOBB (25 yıl), TZOB (22 yıl) aynı isimlerce yönetiliyor. 

Demokrasilerin olmazsa olmazı olan siyasi partilere baktığımızda; günümüz yaşayan en uzun süreli parti genel başkanlığı unvanı 50 yılı aşkın ardarda kurduğu/ isim değiştirdiği partilerin (TİİKP-TKİP-SP-İP-Vatan Partisi / D. Perinçek) genel başkanı olarak belki de dünya da emsali olmayan bir örnek. (12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 dönemleri ile Ergenekon kumpaslarında 2008-2014 tarihleri olmak üzere 15 yıl kadar tutukluluk yaşar. Girdiği seçimlerde %1 oya ulaşamazken, 2023 CB adaylığı için yeterli imza bile toplayamaz. Muhalefete karşı Cumhur İttifakına destek verir.) Ardından 30 yıla yakın (MHP / D. Bahçeli) parti genel başkanlığı geliyor. (1999'da DSP koalisyonunda başbakan yardımcılığından 2002'de baraj altında kalmaya, 2007'de yeniden meclise girip 2015'de AKP ile koalisyona sıcak bakmazken 2017'de cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin önünü açarak muhalefetten AKP ile Cumhur İttifakına dahil olur. 2023 genel seçimlerinde neredeyse miting yapmadan yüzde 10.5 oy alırken, 2024'de PKK terör örgütü liderine silah bırakma ve Terörsüz Türkiye çağrısıyla barış görüşmeleri sürecinde ön alır. 2025 yılında ise kalp ameliyatı sonrası 3 ay kadar meclis çalışmalarına katılamasa da anahtar parti/lider olma konumunu sürdürür.) 25 yıla yakın parti başkanlığı ile iktidarda bulunan siyasi partiye gelince (AKP/R.T. Erdoğan) Cumhurbaşkanlığına seçilme kuralı 2 iken yasa delinerek 3 oldu. Şimdide anayasayı değiştirerek 4. kez adaylığa zorlanıyor.

Bu değişmezlik ortamında ana muhalefet partisi CHP 2023 seçim başarısızlığı ardından değişimi gerçekleştirmeyi başarabildi. 13 yıllık genel başkanlık (CHP/K. Kılıçdaroğlu) sürecindeki başarısızlığına rağmen, -kendi seçtiği delegelerin dipten gelen dalga karşısında duramaması sonucu- kurultayda az bir farkla neredeyse ayak sürüyerek istem dışı gitmek zorunda kaldı.

Ve değişim sonrasındaki CHP, 5 ay sonra yapılan 2024 yerel seçimlerinde birinci parti oldu. Demokrasi cephesinde yeni umutlar yeşerirken, statüko sarmalında böyle gelmiş böyle gider minvalinde karamsar gösterilen Türkiye’nin makus talihini değiştirebileceği yönünde önemli bir gelişmeydi.

Türkiye 21. yy itibariyle 2000’li yılların başında yaşadığı ekonomik krizin ardından ileri demokrasi hedefiyle farklı bir sürece evrildi. Tabi ki bu durum siyasi mühendislik ve cambazlıkla kriz ve kaosun kısır bir döngü içerisinde geleceğe taşınmasıdır. Bunun doğal sonucu olarak Demokrasiden giderek uzaklaşılması, -Afganistan/Irak/İran/K.Kore gibi- Otokratik bir yapıya dönüştürülmüş bir Türkiye sözkonusu.

Bizde de bazı kurumlar ve makamlara ilişkin, önemli görevler için sıralı/süreli 2 dönem kuralı niçin konulmuştur. Gücün toplumu esir almaması, Otokratik/despotik yönetimlerin oluşmaması, Keyfiyetin kural haline gelmemesi, Çıkarsal bir yapıya dönüşmemesi, Toplumsal yozlaşma/çürüme oluşmaması gibi gerekçeler sıralanabilir.

Batı öncelikle demokrasi açısından bu değişimi başardığı için gelişme yaşıyor. Orada polis bir kural ihlalinde başbakana/ bakana ceza yazabiliyor. Türkiye de ise o partinin ilçe başkanına bile yazmak zor.

Hukuk/kanun/kurallar var ancak iktidar/güç sahiplerine işlemiyor. En tepesinden en alttakine kadar dokunulmazlık zırhı yaşam boyu işlerlikte. Yasalar/kurallar birnevi sade vatandaşlara, özellikle muhaliflere işlemekte. Ve muhaliflere yönelik siyasi denilebilecek yargısal soruşturmalar sonucu dalga dalga gözaltılar/ tutuklamalar/ yasaklamalar..

Tüm bunların ardından Adalet bakanının her beyanatı; Hukuk/Yargı bağımsızlığı ile başlamakta ise de lafla/sözle Hukuk/Yargı bağımsız olmuyor.

Ne diyelim; görünen köy kılavuz istemez. 

(25. 05. 2025)

Remzi KOÇÖZ



19 Mayıs 2025 Pazartesi

GENÇLİK

 “Türkiye’de giderek artan bir yoğunlukla özellikle 1950 sonrası uygulanan dışa bağımlı politikaların çok yönlü sonuçları içerisinde 3 unsur öne çıkar: 1-Cumhuriyetle oluşturulan ulus devlet yapısının çözülmesi, 2-Bu yapının öncüleri ulusçu aydınların yok edilmesi, 3-Bu amaç için ümmet yapılanmasının yönetim düzeni durumuna getirilmesi. Bu 3 unsur ülkeyi emperyalist sömürüye karşı korumasız kılacak ve açık pazar durumuna sokulan ülke, parçalanma sürecine girecektir.” (Metin AYDOĞAN)

OLAYLI YILLAR, GENÇLİK ve GELECEK

20. yy başında emperyalizme karşı verilen bağımsızlık savaşının başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin geleceğini gençliğe emanet etmişti. Gençlik, kurtuluş meşalesinin yakıldığı 19 Mayıs ile özdeşleşmişti. Türk Gençliği, kurucu önderinin kendisine yüklediği sorumlulukla, -tüm bu zorluklara rağmen-  büyük bir inanç ve dirençle vede devrimci bir ruhla ağır bir yükün altına giriyor, sıradışı bir özveriyle toplumsal muhalefetin temsilcisi oluyordu.

Gençlik doğası ve yapısı gereği heyecandır, aceleciliktir. Gençlik yaşananlardan, ülkenin gidişatından hoşnut olmamakla birlikte; özellikle üniversite gençliği öncülüğünde mücadele bağlamında toplumla/ kitlelerle ilişki kurmaları ve etkili olmaları, yaşları vede yaşam deneyimleri dolayısıyla pek kolay değildir.

1970’lerin başında çok sayıda genç faili meçhullere kurban giderken,  görünmez bir el tarafından silahlandırılıp ‘Ülkücü ve Devrimci’ şeklinde birbirleriyle düşmanca çatışıyorlardı. Büyük bir kitlesel güce ulaşan gençlik, yurt yararına olduğu inancıyla kaldıramayacakları ağır bir savaşımın, gücüyle orantısız bir çatışmanın içerisine çekilmişti.

Türkiye’de 1970’e doğru gençlik eylemleri doruğa ulaşırken, böl ve yönet devreye girerek (sol/devrimci gelişmeye karşı kendilerini milliyetçi/mukaddesatçı olarak tanımlayan kesim karşıt olarak yer alırken) ideolojik ayrışmalar/çatışmalar çerçevesinde şiddet/karmaşa sarmalında kanlı bir kör dövüşü yaşanacaktır. Gençlik, Atatürk ve Türk Devriminden uzaklaşıp/uzaklaştırılıp -kendini/geçmişini/tarihini bilmeden geleceği kurma hayaliyle- o günün modası ideolojilere öykünürken, Gençler; çıkışı olmayan, birbiriyle çatışan ve yabancılaşmaya yol açan; batıcılık, ümmetçilik/dincilik, ırkçılık, solculuktan birini seçmeye zorlanır. Bir nevi kültür yozlaşması sonucu yabancılaşmaya yol açan her türlü akım yeşerir.

Gençlik eylemlerini yönlendirmek, gençleri olabildiğince kutuplaştırmak, aykırı eylemlerle halkta tepki yaratmak hazırlanan planın ana hedefleriydi. Ve dışarıda hazırlanan bu plan/program kademe kademe uygulamaya geçerek kaos ülke geneline yayılacaktı.  Bu plan çerçevesinde; Gençliğin akademik/demokratik istemleri ortadan kalkmış, öğrenci olayları yön değiştirerek, Gençlik halktan koparılmış, halkın kaygıyla izleyip tepki duyduğu kanlı bir çatışmaya dönüşmüştü. 

(Ülkede yabancı ajanlar cirit atarken, işbirlikçiler ile birlikte olayları/gündemi istedikleri şekilde yönlendirirken, öğrenci örgütlerinin yönetiminde yer alarak, silahlı eylemleri/çatışmaları keskin eylemleri öneriyorlar; “Devrimci mücadelenin gücü silahtır, silahsız mücadele başarıya ulaşamaz, pasifizme son verelim” diyorlardı.)

Ulusal varlığın en önemli unsuru gençlik hedef alınarak, önce ayrıştırılıp sonra birbiriyle çatıştırılıp ülke geleceğinin dinamizmi etkisizleştirildi. Ardından Türkiye’nin en nitelikli aydınları/akademisyenleri/yazarları/sanatçıları/gazetecileri, gözaltı/işkence/tutuklama/ suikastlara maruz kaldı. 12 Mart 1971 müdahalesi toplu aydın kırımının mihenk noktasıydı. Sonrasında, kardeşkanının akmasını ve terörü önlemek adına gerçekleştirilen ancak sonuçları itibariyle ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan 12 Eylül 1980 darbesi, toplumsal çöküşü hızlandırırken, Aydın kırımı 1980 sonrası 1990’larda da devam edecekti.

(1970-1980 arası binlerce insan öldürülürken 10 binlercesi yaralanır. Köylerini kentlerini adeta kaçarak terkedip göçenlerin sayısı belirsiz. Terörün yoğunlaştığı 1978-1980 arası 5 binin üzerinde insan öldürülürken, 14 bin üzerinde kişi yaralanmış/sakat kalmıştır. EGM verilerine göre 1965-1980 arası 45 bin tüfek, 150 bin tabanca, 32 milyon mermi ele geçmişti. Bu sayının en az 2-3 katının yasadışı bir biçimde kişilerin elinde bulunduğu değerlendirilmektedir.)

        Gelinen süreçte; Türkiye’ye yeni bir biçim vermeye çalışan emperyal/küresel güçler, ulus devlet işleyişini yerelleşmeye götürerek, etnik/mezhepsel kutuplaşmayı siyasetin merkezine yerleştirir. Ilımlı İslam olarak açıklanan siyasetin başarılı olabilmesi için –özellikle Atatürk/Cumhuriyet Devrimlerinden vede kuruluş felsefesinden uzaklaştırılıp- inanç farklılıklarının ayrışma aracı olarak kullanılması gerekiyordu.   

         (Malatya/Sivas/Maraş/Çorum olayları önceden planlamış siyasi ayrılıkların neden olduğu iç sorun değil dış kaynaklı kitlesel kıyıma ulaşan olaylardı, ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleşecek mezhep çatışması provalarıydı.)

Uğur Mumcu’nun dediği gibi “görünmez bir el” Türkiye’yi karıştırmış, özellikle topluma önderlik edebilecek ülke aydınları yok edilmişti. Türkiye geçmişte yaşanan çatışmalardan büyük yaralar almıştı. Toplumsal açıdan örgütlenmek ve örgütlü davranmak halkın gözünde en tehlikeli bir iş durumuna gelirken, kitleler duyarsızlaştırılarak, sessiz/tepkisiz/itaatkar bir ortamın oluşması sağlandı.

Geleceğin güvencesi gençler ezilerek/kıyılarak/vurularak/asılarak/kurban edilerek ülkenin geleceği karartılıp dayanaksız hale getirilir. Ardından Ülkenin dışa bağımlı, emperyalist sömürüye karşı korumasız kılınması ve açık pazar durumuna sokulması süreci yaşanır. Bunun doğal sonucu olarak demokrasiden giderek uzaklaşılan otokratik bir yapıya dönüştürülmüş bir ülke sözkonusu. Son süreçte halk iradesine yönelik yargı vesayeti ile gerçekleştirilen 19 Mart 2025 müdahalesi bardağı taşıran bir damla olur.

Gelinen noktada, kendilerine Türkiye’nin geleceği emanet edilen gençler 21. yy çeyreğinde; haksızlığa/hukuksuzluğa/zulme karşı, adalet ve demokrasi için tüm engellere/engellemelere/müdahalelere rağmen yılmayarak, meydanlara/alanlara akarak, Cumhuriyet’e ve Türkiye’nin geleceğine sahip çıktılar. Hem de tarihin derinliklerinden bir sesle: "Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet" ve de önderinin izinde "Mustafa Kemal’in Askerleriyiz" diyerek... (19 Mayıs 2025)

Remzi KOÇÖZ

*(Bkz. Metin AYDOĞAN,Yönetim Gelenekleri ve Türkler, Ben ve Ülkem; HarunKARADENİZ, Olaylı Yıllar ve Gençlik; T.Sülker YILMAZ, Türkiye’de Gençlik Hareketleri; Gün ZİLELİ, Yarılma; Hakkı ÖZNUR, Ülkücü Hareket; Uğur MUMCU, Cumhuriyet, 4.5.1977.)


15 Mayıs 2025 Perşembe

SEVR / LOZAN

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır!” (Mustafa Kemal ATATÜRK)

SEVR, LOZAN ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ
Lozan, ulusal kurtuluş mücadelesi ile emperyalizmi yenilgiye uğratan yeni Türk devletinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş beratıdır.
Lozan kazanımları, özellikle İngilizler kadar onların manda/himayesine bel bağlayan saltanat/ saray bürokrasisi, İngiliz Muhipler/İslam/Kürt Teali Cemiyetleri, İstanbul basını gibi yerli işbirlikçilerde hoşnutsuzluk oluşturur. Bu hoşnutsuzluk, Onların günümüz uzantılarınca -Atatürk Cumhuriyeti ile hesaplaşmalar çerçevesinde- 100 yıl sonrasında da devam etmektedir.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Lozan zaferini, zaferi gölgelemeye çalışanlara ve çalışacaklara ders niteliğinde şu sözlerle aktarır:  “Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri öteki barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!”
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Lozan’ı iyi değerlendirebilmek için öncelikle tarihsel koşulları iyi bilmek daha doğrusu Sevr’i doğru okumaktan geçecektir.
Türk Milletine dayatılmak istenilen esaret zincirinin Ulusal Kurtuluş zaferiyle koparılıp tarihin çöplüğüne atıldığı Sevr’i unutup Lozan’ı tartıştırmak insaf ve izan gerektirir.
Çözüm/Barış süreci, Terörsüz Türkiye söylemlerinin ardından Türkiye’nin ulus/üniter devlet yapısını tartıştıranlardan öte tartışanlar açısından da bir akıl tutulması da diyebiliriz.
(15 Mayıs 2025)
Remzi Koçöz
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz