24 Kasım 2011 Perşembe

Tarihten Günümüze; “TÜRKLER” (II)

“Elde avuçta hiçbirşey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yunan ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye girişmeyi çılgınlık sayanlar çoktur. Silahsızlandırılmış Türk ordusunun bu tarihteki gücü, o da kağıt üzerinde, 35-40 bin kişidir. Oysa Türkiye’deki silahlı işgalcilerin sayısı giderek 400 bin kişiyi bulacaktır. Yoksul, bitik Anadolu, 400 bin işgalciyi ve 10 binlerce silahlı-silahsız haini yenmeyi başaracaktır. Milli Mücadele işte bu mucizenin, bu onurlu, güzel çılgınlığın adıdır.”
Turgut ÖZAKMAN (Şu Çılgın Türkler)

Yeniden Diriliş
1914-1918 yılları arası Osmanlı İmparatorluğu yeni bir maceraya sürüklenerek Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında I. Dünya Savaşına girer. Ve bu süreç şu şekilde dramatilize edilir: “Zavallı Anadolu 5 cepheye, durup dinlenmeden kan ve can pompalar. Halk uzun yıllardan beri cephede ölümle, cephe gerisinde yoksullukla boğuşa boğuşa tükenmiş, içine kapanmıştır.”
Müttefiklerinin yenilgisi sonucu; bu savaşın galipleri tarafından Osmanlıların fiili olarak paylaşılması kararı alınır. “Pantürkizm Hazar kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş, elde yalnız bitkin ve yoksul Anadolu kalmıştır.”
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros mütarekesi Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sonunda teslimiyet belgesidir. Anadolu’unun işgalinin ardından İstanbul ortaklaşa işgal edilir, Ortaçağın haçlı anlayışı yeniden hortlatılır. Emperyalist güçler işgal ile yetinmeyerek 1920 tarihinde imzalanan Sevr anlaşması sonucu ‘Doğu Sorunu’na noktayı koymuş, Anadolu paylaşılacaktı!

19 Mayıs 1919 günü Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralmış, tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için M. Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türkün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş.
İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş; bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı yakınlarına kadar çekilerek -askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi Büyük Taarruzla noktalayarak, Türkün savaş ustalığını tüm dünyaya göstermiş, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Süngüsü olmayanlar tüfeğinin dipçiğiyle, kazmasıyla, küreğiyle, yüreğiyle, yumruğu ile göze göz, dişe diş dövüşürler. Yakup Kadri’nin deyimiyle; “Bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele eden bir halkın destanı bu.” Bu savaştan öte bir şeydir. Yüzyıllardır uykuya yatırılmış bir ulusun yeniden dirilmesidir, varolma mücadelesidir.

Binlerce yıllık ihtişam sonrası Türklerden geriye bir büyük kentle, bağımsız ve egemen olabilecekleri Türkiye devleti kalmıştı.
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir” sözleri yeniden dirilen Türk milletinin son Ata’sının ona duymuş olduğu büyük sevgisinin yansımasıdır. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan Kurtuluş Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve devrimlerin yapılışını, Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesi, yeniden diriliş Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan “Nutuk” adlı eserde tarihe not düşülür.

Diğer Türk dünyasına gelince; 1917 devrimi Çarlık karşısında ezilen Türkleri Sosyalist, Panislamist ve Pantürkist ideolojiler çalkantısında şaşkınlığa düşürecek, bağımsızlık ya da özerklik hareketleri kısa sürede bastırılacaktı. Sovyetlerin dağılması sonrası Türki Cumhuriyetler olarak anılan Kafkaslar ve Batı Türkistan’daki bağımsız devletler oluşacaktı. Yeni oluşan Rusya federasyonundaki Tükler ise özerk bölge adı altında yaşamlarını sürdürmeye devam edecek tam bağımsız olamayacaklardı. Çeçenlerin direnişi canlı bir örnektir. 1974 Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türkleri KKTC’yi kurmuş, bugüne kadar tanıyan olmamışsa da (Türk dünyası ve Müslüman coğrafya dahil) AB sürecinde tüm olumsuzluklara rağmen Anavatan güvencesinde yaşamlarını sürdürecekti.

Etnoğrafik, Antropolojik, Arkeolojik Bulgular
Türk tarihini inceleyen Türkolog, Arkeolog ve Antropologlar Türklerin demir-çelikle tarih sahnesine çıktıklarını, Batının barbarlık çağında Türklerin medeniyetleri ile Doğu ve Batıyı etkilediklerini ifade etmektedirler. Ergenekon Destanı, Türklerin tarih sahnesine çıkışlarını sembolize etmektedir. Bu destana göre:
“Tanrının gücü ile ateş kızdıktan sonra demir dağ eriyip akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip, bu yoldan Ergenokon’dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün ondan sonra Göktürkler’de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yaptılar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra tüm Türk beyleride böyle yapıp bu günü kutlarlar.”

Türklerin kökenlerinin göksel olduğu ve olağanüstü, mucizevi bir doğum sonucunda dünyaya geldiği şu efsane ile dile getirilir:
“İlk Türkler olarak bilinen Hiung-Nular, T’u-kü-e’nin özel bir dalı A-se-na olarak ad almışlardır. Topluluk olarak komşuları tarafından yok edilmelerinden bir tek 10 yaşında bir erkek çocuğu sağ kalmış, ona da düşman askerler tarafından acınarak ayakları kesilip bataklığa atılmış, orada dişi bir kurdun onu etle besleyerek büyüttüğü, dişi kurtun onunla çiftleşerek gebe kaldığı, komşu hükümdarın bunu öğrenmesi üzerine öldürülmekten kurtulan dişi kurt Turfan ülkesinin kuzeyinde bir dağa kaçmış. Bu dağın içersindeki mağarada uçsuz bucaksız verimli bir ova da dişi kurt 10 erkek çocuk dünyaya getirmiş. Bu çocuklar büyüyerek dışarıdan evlenerek çocukları olmuş. Bu çocukların çocuklarından biri kendine Asena adını vermiş. Tarihteki Türk boylarının bu şekilde ortaya çıktığı ve çoğaldıkları “Türk” soyunun T’u-kü-e’nin torunlarından türediği söylenegelmiştir.”

Ortak Paydalar, Sosyolojik Özellikler
“Türk” sözcüğünün gerisinde “Törük” yada “Türük”, onun da “Güçlü” ya da “Güçlüler” anlamına gelerek boy ve soydan öte siyasi bir örgütlenmeyi nitelediği ortaya konulmuştur.
Onunda “T’u-kü-e” sözcüğünden geldiğini, Türkçe konuşanları anlatmak için de zamanla ortak payda olan “ Türk” sözcüğü doğmuştur.
“T’u-kü-e” Türk dilinde miğfer anlamına da gelir. Göktürkler döneminde Altay dağlarının eteklerinde oturdukları için, miğfer biçimindeki dağın şeklinden Türk adını almış oldukları Çin kaynakları tarafından anlatılmaktadır. Tarihin akışı içersinde Türk adı Göktürklerle yayılır.
Ziya Gökalp’e göre; Türk kelimesi, geniş manasıyla törülmüş (yaratılmış), türemiş, çoğalmış millet yahut töreli, kanunlu, nizamlı ve düzenli millet demektir.
Kışın soğuk şiddetlidir. Eksi 50 dereceye kadar düşer. O zamanda sular, göller herşey buz kesilir, donar. Yazın çok sıcak olabilir, bazen düzensiz mevsimler sonrası fırtınalar, doğal afetler boy gösterir. Tüm bunlar bozkırın çetin koşullarından birer kesit. Türklerin vücutları ve ruhları bu fırtınalar, kışlar ve taşlar kalıbında biçimlenerek, derinlemesine etkilenmiş, “Güçlüler” olarak adlandırılmalarına yol açmıştır.
Orta Asya bozkırlarında egemen olan “Şan-yu” ünvanı terkedilerek, yerini “Kağan, Han, Hakan” ünvanları alır. Daha sonrasında “Sultan, İmparator, Şah, Padişah” ünvanları alınır.
Eski Türk toplumlarında kadın ailenin önemli bireyi olarak yüceltilmiştir. Türk destanları buna vurgu yapar. Türk kültüründe ülkeyi yöneten Hakan’ın eşine “Hatun” ünvanı verilir, Hatun törenlerde, şölenlerde, savaş kararlarında hakanın soluna oturur siyasi ve idari konularda görüş sunarmış. Cahiliye devri Araplarında, Hristiyan toplumlarında, Roma İmparatorluğunda, Çin’de kadın ikinci sınıf iken; Türk kadını saygın bir konumdadır. Zamanla Türk kadını bu konumunu kaybetse de Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk eski Türk toplumunun geleneklerinden hareketle Türk kadınını tarihte ait olduğu en yüksek mertebeye yükseltmiştir.
Avcılık ve toplayıcılık aşamasından hayvancılık aşamasına, Ren geyiğinden “at kültürü”ne geçmişler; attan çekme gücü olarak yararlanmayı, ata binmeyi ilk olarak onlar öğrenmişler, “Eyer ve Üzengi”yi icat etmiş, usta birer okçu olarak nam salmışlar; at üstünde okları, yayları ve kılıçları ile kıtadan kıtaya döt nala dolu dizgin yenilmez olmuşlar.
Atlarındaki eyer takımları yüzyıllar boyu sürekli değişerek hep gelişmiş; başlarına örme zırh, vüutlarına levhalı zırh kuşanır, silah olarak da; oku, yayı, kargısı, baltası, kalkanı ve daha sonraki zamanlarda kılıcı en kusursuz silahı olmuştur.
Teknik ve ateşli silahların gelişmesi sonrası savaşçı kimlik değişerek insan gücü arka planda kalacaktır. Tabiki diğer gelişmeleri de göz ardı edemeyiz. Köroğlu’nun, “delikli demir icat oldu mertlik bozuldu” sözünün paralelinde Türklerin tarih sahnesindeki üstünlükleri durağanlaşacak, düşüşe geçecektir..
Dünyanın en eski maden işleticisi olan Türkler Altay dağlarında demir işlerken, Anadolu yarımadasında toprağı işleyerek köylülük yanında maden çıkaran, zanaatla uğraşan sanayici olarak da var olurlar. Kırsal kesimde toprak işlerken kentlerde işlikler etkinleşir.
Temel besin maddelerinden sütün işlenmesi sonucu elde edilen Yoğurt (Yoğur eylemi kalınlaştırmak, yoğunlaştırmak demektir.) Türklerin en ünlü buluşlarından biridir. Çiçek Aşısı XVII. yy’da ilk kez İstanbul’da bulunarak kullanılmış. Kahve, Türklerin Viyana kapılarına dayandığı günlerin sıkıntısında Avrupalılar tarafından bulunmuştur.

Güzel sanatlar açısından; Türk resim, heykel ve mimarisi olarak ölülerin mezarları üzerinde abide, kitabe, ve heykellerin yapıldığı ve bunun bir anane olduğu kazılar sonucu elde edilen buluntulardan anlaşılmaktadır. Orhun abide ve kitabeleri ile Bilge Kağan’ın heykeli Türk mimari ve heykel sanatının eskiliğini gösterir. Madeni eşya üzerinde yapılmış insan ve hayvan resimleri, mücadele sahneleri hayvan resim sanatı adını alarak Avrupa’da araştırmalara konu olmuştur. Türk mimarisinin kalıcı eserlerini Selçuklular başlatmış, Osmanlılar Anadolu’dan, Balkanlara taşımışlardır. Cami, medrese, türbe, hastahane, kervansaray, kale ve köprülerle Türk mimarisinin en güzel eserleri günümüze ulaşmıştır.
Selçuklular devrinde tasavvufun yayılması musikinin gelişmesine katkı sağlarken, ünlü düşünür İbn Haldun, “musiki medeni yükselişin son ve sükutunda ilk sanatıdır” der. Müziğin ruh üzerinde bu tesirini hesap eden Türkler Edirne Darüş-şifa’sında hastaları konser ile tedavi ediyorlarmış. Osmanlı müziğinin yükselmesinde tekkeler çok büyük rol oynar. Nitekim Avrupa’dada kiliseler de ayni rolü üstlenmişlerdi. Türk halk edebiyatı gibi zengin olan Türk halk müziğide Orta Avrupa’ya kadar yayılırken öte yandan da İslam dünyasına uzanır.

Antropolojik nitelemeler çok sağlam olmasa da Türklerin ilk dalının ırksal özellikleri zaman içersinde dışarıdan evlenmeler sonrası -elmacık kemikleri çıkık, sarışın, mavi gözlü, gözleri çekik yapan- o kandan çok yabancı, Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkasyalı, Rus, Zenci kanı akmaktadır. Günümüzde yeryüzünde saf ırk olmasa da Türklerin karışık bir ırk olmadıkları betimlenmektedir.
Türkler tarihlerinin hiçbir zamanında tek bir yerde, belirli sınırlar içinde kalmamışlar, kurdukları büyük imparatorlukların sınırları içerisinde sayısal açıdan Türkler azınlık kalmışlardır. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu saray çevresinde “Türk” sözcüğü küçümsenmiş, XIX. yy’da köylüyü kaba saba olan kişiyi anlatmak için kullanılmıştır.
Pantürkizim, panislamizme rakip olarak 1789 sonrası gelişir. Türk sözcüğü Fransız Devrimi sonrası yeniden canlanarak “Jön Türkler-Genç Türkler” önceliğinde ortaya çıkar. Şair M. Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” dizeleri tepki toplasa da buna bir örnektir. Ziya Gökalp, “ Türkler, maddi silahların manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son asra kadar, üç kıtada bütün milletleri yenerek, tabiyetleri altına almışlardır. Demekki Türk felsefesi , bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugünde öyledir” diyerek Batı medeniyetlerini küçümsemektedir.

M.Kemal ATATÜRK;
“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. Büyük adamlar yetiştiren bir ırk, her halde büyük bir ırktır. Bir kavmi anlamak için onun liderlerini tetkik etmekten daha iyi bir vasıta yoktur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyerek Türk adını ilelebet sonsuza dek yaşatacak olan Türkiye Cumhuriyetini, devletini kurmuş, 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

Hiç yorum yok:

Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz