26 Eylül 2011 Pazartesi

Tarihten Günümüze; “YAHUDİLER”

-İsrail Oğullarından İsrail Devletine-

Musevilik, Tevrat’la tek tanrılı dinlerin başında yer aldığından kutsallığa sahiptir. Bu kutsallık "On Emir"(Yaratıcı'nın kullarından beklediği davranış ilkeleri) olarak insanlığa duyurulur;
1) Benden başka Tanrı edinmeyin.
2) Putlara tapmayın.
3) Kafirlere inanmayın.
4) Dini günleri unutmayın.
5) Anne ve babanıza saygılı olun.
6) Öldürmeyin.
7) Zina yapmayın.
8) Çalmayın.
9) Komşularınıza karşı kötü niyet beslemeyin.
10)Tamahkar olmayın...


Yahudi Tarihi
Kutsal kitaplarda öykülerinden en çok söz edilen toplum, Yahudilerdir. Yahudilerin 4000 yıllık tarihi zaman ve mekan olarak Eski Kudüs’ün 20 mil güneyinde, Filistin dağlarının 3000 m yüksekliğinde “Hebran” olarak adlandırılan yörede başlamıştır. İbrani, eskiden Yahudilere dillerinden dolayı verilen addır. Bunun dışında; Yahudi, Musevi, İsrail oğulları adlarıyla da anılırlar.
Yahudilerin büyük çoğunluğu tarihlerinin büyük bir bölümünü “Vatanımız” dedikleri bu topraklar dışında yaşadı ve halende yaşamaya devam ediyor. Bir ırkın dünyanın bir köşesine karşı böylesine bir bağlılık gösterdiği enderdir. Keza hiçbir ırkta bu kadar azimli bir göç dürtüsü ile bulunduğu yerden köklerini söküp başka yere yeniden dikme cesareti de görülmüş şey değil.
Arabistan yarımadasının komşu halkları Mekkeliler ve İbraniler akrabadırlar. Her ikisinin de atası aşağı Mezopotamya’daki Ur şehrinde yaşayan İbrahim peygamberdir. İnsanların putlara tapmasına karşı durarak Kenan’a yerleşir. Büyük oğlu İsmail’le Kabe’yi inşa ederek onu Mekke’ye yerleştirir. İsmail Kureyş kabilesinin reisi olur. Diğer oğulları İshak önce Kenan’a yerleşir, oradan dünyanın değişik yerlerine dağılırlar. İshak’tan Yakup (İsrail), Yakup’un 12 oğlundan da İsrail oğullarının 12 kolu türemiştir. Demek ki Kureyş kabilesi ve İsrail oğulları kardeştir. Arapça ve İbranice arasındaki benzerlikte bunun bir delilidir. Bir kısmı kutsal kitaplarındaki vaat edilen topraklara Filistin’e yerleşir. Krallık bölünür, Yahuda-İsrail ikiliği ortaya çıkar. Ardından Babil’e sürgün dönemi başlar.
Tanrı’nın Musa peygamberin zamanında (MÖ 8. yy), onun aracılığıyla İsrail halkıyla yaptığı ‘Kutsal Yasayı’, Hammurabi kanunları benzeri ’10 emri’, Eski Anlaşma (Eski Ahit) adıyla kutsal kitabı “Tevrat”ı İsrail oğullarına sunmuştur. Onlarda bu yasaları, emirleri kutsal sandıkta saklar.
(Tevrat: Yahudiler'in kutsal kabul ettiği kitabın Türkçe ve Arapçadaki adı. Tevrat orijinal olarak İbranice yazılmıştır ve bu dildeki karşılığı Tora'dır. Beş kitaptan oluşur, Türkçe adları sırasıyla Tekvin (Yaratılış), Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye (Yasanın Tekrarı)'dır. Yabancı dillerde bu kitaplar Latince isimleriyle anılırlar, bunlar Genesis, Exodus, Leviticus, Numerii ve Deutronomy'dirler. On emir, kutsal yasa Tevrat’ın temel ilkelerini oluşturur. Sina Dağı, Musa peygamberin Tanrı’dan on emri ve diğer yasaları aldığı yer.)

Tevrat’a göre; “Baş melek Mikail’in özel görevi İsrail ulusunu korumaktır.”
İsrailliler, onları Firavun’un öfkesinden kurtaran ve Tanrı’nın ilahi bir lütfü olarak gördükleri olaydan o kadar etkilenmişler ki, kendileri ve soyları için manevi varlıklarının dinamiği olmuş. Musa onlara şunu sormuş: “Tanrı’nın insanoğlunu yarattığından beri bu muhteşem olaya benzeyen her hangi bir olay meydana gel dimi veya benzer bir şey duydunuz mu? Tanrı’nın bir ulusu başka bir ulusun elinden alıp kurtardığını gördünüz mü?” Exodus’ta, Musa‘ya göre, Tanrı yaptıklarını kendisi anlatıyor: “Sizleri kartalların kanadıyla kendime nasıl ulaştırdığımı ve Mısırlılara neler yaptığımı gördünüz. Sesime ve akdime itaat ederseniz benim gözümde bütün uluslardan daha değerli olacaksınız. Zira bütün dünya benimdir. Nezdimde kutsal bir ulus olacaksınız.”
(Yahudiler, Mısır’da kölelik yaşamından kurtuldukları günü “Fısıh Bayramı” olarak kutlarlar. Özel bir kutlama şöleni yapılır, kurban edilmiş kuzu ile mayasız ekmek yenir. İncil’de ‘Mayasız Ekmek Bayramı’, Türkçe de ‘Hamursuz Bayramı’ olarak bilinir.)
Bu olayla birlikte kendisini İsrail oğullarının lideri olarak ortaya atan olağanüstü bir lider ortaya çıkar. Musa, Yahudi tarihinde, etrafında her şeyin döndüğü eksen rolünü oynar. İbrahim’in o ırkın kurucusu olmasına karşın, Musa o ırkın yaratıcı gücü ve yönlendiricisidir. Onun sayesinde ve liderliğinde Yahudiler istikbali olan seçkin bir millet seviyesine ulaşırlar.
Musa peygamberin ardından gelen Davut Yahudilerin yeni lideri olacaktır. (İbrahim, Musa ve Davut adları Yahudilerin ilk önderleri olarak nesilden nesile aktarılır.) Onun tarafından fethedilmiş olan “Kudüs”(Jerusalem) kenti merkez yapılır. Ulusal, dinsel ve stratejik açılardan bu kent Yahudilerin yanında Hıristiyan ve Müslümanlar tarafından da kutsiyetini koruyacaktır.
(Mezmurlar: Tanrı’yı övmek için makamla okunan kutsal ilahiler, bu ilahilerden oluşan kitap. Zebur olarak da bilinir. Birçoğunun Hz. Davut tarafından yazılmış olduğu rivayet edilir.)

Musevi doktrininde Mesih’le ilgili inanca göre, Kral Davut’un alnı bizzat Tanrı tarafından meshedildiğinden, kendisi ve ahfadı kıyamete kadar İsrail’e ve yabancı halklara hükmedeceklerdir. Mesih doktrini karmaşık ve çelişkili olduğundan, Musevilerin aklı hayli karışmıştı.
Yahudilerin kendileri dışında ve sonra gelen Kutsal Kitap ve Peygamberlere inanmaması Kur’an da şu şekilde yer alır: “Andolsun, Musa’ya Kitab’ı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık deliller verdik ve onu Ruhü-l Kudüs (Peygamberlere vahiy götüren Cebrail’in ‘temiz ruh’ anlamına gelen adıdır.) ile destekledik. Ne zamanki bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanlıyor, kimini de öldürüyordunuz?” (Kur’an, Bakara Suresi, 87. Ayet)
Tanrı bazı milletlere doğru yolda devam ettikleri müddetçe zaman zaman üstünlükler bahşetmiş. Şu ayet bunun açıklanmasıdır. “Ey İsrail oğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi vaktiyle alemdeki ümmetlerin üzerine üstün kıldığımı hatırlayın.” (Kur’an, Bakara Suresi, 122. Ayet)
Yahudiler sahibi oldukları kutsiyeti, dini kendileri dışına yayamayıp, kendilerini üstün ırk şeklinde tasarlayarak yaşarlar. Yahudi dininin içe dönüş ve ruhanilik yapısı İsa peygamber tarafından, Hıristiyanlık tarafından gelişmeye çevrilecektir. Hıristiyanlık tüm insanlığı eşit olarak görür. İsa, insanları çağırarak büyük bir ciddiyetle şunları söylemiş: “İnsanın içine sızan bazı şeyler onu kirletebilir.” Yahudi ikiyüzlülüğüne karşı geliş İsa’nın çarmıha gerilmesine kadar gidecektir. İsa peygamberin reformu Yahudilerce tepkiye dönüşecek, Yahudi tutuculuğu ağır basacaktı.
Mesih İsa’da vücut bulunca, Tevrat’ın temeli yok olur. Tanrı bu kez İsa peygamber aracılığı ile Yeni Anlaşma (Yeni Ahit) “İncil” olarak insanlığı doğru yola çekecek yeni bir kitap, yeni bir din olan Hıristiyanlığı sunar.

Yahudilerin Serüveni
İbraniler ilkçağlarda hiçbir medeniyet üretemez. Mısırdan çıkıp Kuzey Batı Arabistan, Sina ve Ürdün’e yerleşerek Sami kültüründen sonra Kenan kültüründen etkilenerek Filistin’e yerleşirler. Babil’de Zerdüşt, Mezopotamya ve Romalılardan etkilenmiş; Romalılar, Yahudileri kırıp geçirmiş, sağ kalanlarda dünyanın değişik yerlerine dağılmışlardır. Sürgün sonrası, Kudüs ve Temple’deki tapınaklar Yunan ve Romalılarca tahrip edilince yeni bir ibadet şekli gelişir. Yahudi İbadeti; Tevrat’ı okumak, Sept gününü (cumartesi) değerlendirmek, oruç tutmak, yeri geldiğinde kişisel kurallara uymak haline indirgenir.
Anti-Semitizm ilk çağdan itibaren -1879’a kadar terminoloji de yer almamış olsa da- var olmuş ve giderek artmıştır. Sözcük olarak ‘yabancılık’ antik çağların anti-semitizmin kaynağında yatmaktadır. Museviler sadece göçmen değillerdi, aynı zamanda kendilerini diğer toplumlardan ayrı tutuyorlardı. Kudüs’ün düşüşü, Tanrının Musevilerden nefret ettiğinin bir kanıtı olarak gösterilir.
İnsanoğlunun amansız savaşları karşısında ideal bir durum olarak ele alınan barış kavramı, gene Musevilerin bir icadıdır. Çünkü savaşlardan en çok onlar zarar görmüş ve de göreceklerdi. Devlet desteğinden yoksun ve her zaman yara almaya aday bir toplum için dışta barışa, içte uyuma önem verilmesi ve bunları kesinlikle sağlayabilecek önlemlerin geliştirilmesi şarttı. Yeryüzünde barış ortamı olmadan insanların huzuru olamazdı ve mutlu yaşayamazdılar.
IV ve V. yüzyılın sonunda kilisenin politikası netleşmiş, Hıristiyan toplumlarında yaşayan Musevilerin toplumsal haklarının ve önceliklerinin çoğu geri alınmıştır; ancak Devlet görevine atanmadıkları gibi orduya da alınmazlar. Yapacakları iş olarak geriye ticaret ve onun dışında zanaat ve sanat kalıyordu.
VII. yüzyıl çeyreğinde yeni bir din “İslamiyet” bu coğrafyada peygamberleri Hz. Muhammet ile Mekke’nin fethini tamamlar. Musevilerle birlikte diğer toplumların hepsi bu İslam selinin altında kalırlar. Musevilere göre; Müslümanlar, Sept gününün özelliğini Cuma’ya taşır. Duaların yönünü Kudüs’ten Mekke’ye ve en önemli bayramın tarihini değiştirir.
(Sept günü, Yahudilerin kutsal dinlenme ve tapınma günü. Cuma günbatımından cumartesi günbatımına dek sürer. Kutsal gün Hıristiyanlarda pazar günü, Müslümanlarda cuma günüdür. İbadet yerleri: Museviler-Havra-Sinagog, Hıristiyanlar-Kilise, Müslümanlar-Camii. Müslümanlar ibadetlerini Mekke-Kabe’ye yönelerek ifa ederler.)

İlk haçlı ayaklanmasını tetikleyenlerin başında kilisenin rolü yadsınamaz. Anti-Semit ideolojisinin üzerinde düşmanca hikayelerin rivayet edildiği ve geniş bir alt yapının temeline dayandığı anlaşılır. 1453’te Konstantinopolis adıyla Bizans’ın başkenti olan İstanbul Müslüman Türklerin eline geçer ve Yahudilerin eski düşmanı Bizans, artık tarih sahnesinde yoktur.
Reform, karşı-reform ve din savaşları, Avrupa’daki bütün çalışkan küçük toplumları özellikle Yahudileri dört bir yana savurur. Bazen, zulümden korunma çabasıyla temelli olarak bir yere yerleşmeden önce birden fazla yer değiştirmek zorunda kalırlar. Sürekli göç ve sürgünler sonucu yeni bir yerleşim alanına çabucak adapte olmakta ustadırlar. Ortaçağda şehircilik, ticaret ve finans alanındaki becerileri yer yer çevredeki Hıristiyan toplumları tarafından devralınmaya başlayınca; çareyi, yeteneklerine ihtiyaç duyulan daha az gelişmiş ülkelere göç etmekte bulurlar.
Sonuçta, Yahudiler ticari zekayı toplama ve kullanma hususunda olağanüstü yetenekliydiler. Sanayi Devrimi döneminde gittikçe yayılan alanlarda ticari aile teşkilatları kurarak modern kapitalizmin yaratılmasında katkıda bulundular.

Önemli sorunlardan biride faizle borç para vermek yani tefecilikti!
Mezopotamyalılar, Hititler, Finikeliler ve Mısırlılar arasında faiz yasaldı ve ekseriyetle devlet tarafından tespit ediliyordu. Ancak, Yahudiler konuya farklı bir açıdan bakıyorlardı. Exodus‘ta şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimden fakir bir kimseye borç para verirsen, tefecilik yapmayacaksın ve ondan faiz almayacaksın.”
“Kardeşinden herhangi bir fazlalık alma ve ona tefecilik yapma.”
“Yabancıya faizle borç verebilirsin, kardeşine asla.”
Böylece, toplumsal kesim en alttaki Yahudi kademesinin de güçlenmesine yardım ediyordu.

Sürekliliğini koruyan üç prensip
Birincisi, Siyonizm kendi toprağında oturmaktır. Bütün Yahudiler kendi topraklarına dönmeyi öncelikli konu olarak ele almalıydılar. Bütün gerisi düş kırıklığı, boş laf ve zaman kaybıdır.!
İkincisi, yeni toplumun yapısı bu sürece sosyalist bir çerçeve içinde destek verecek nitelikte olmalıydı.
Üçüncüsü, Siyonist toplumun kültürel bağlantı dili İbranice olmalıydı.

Marksizm ve Yahudiler
Marx, Yahudi olmakla birlikte, aynı zamanda Yahudi aleyhtarı bir düşünürdü. Marx’ın Yahudi aleyhtarlığının kökleri derinlerdeydi: “Yahudileri sanayi Devrimi ve XIX. yüzyılın başlangıcını belirleyen ticaret ve materyalizm fazlalığıyla irtibatlandırarak, onları; sosyal bir ırk, inatçı, şeytani, insanlığın düşmanları olarak” tanımlar.

Yahudiler ve Yeni Dünya
Çarlık Rusya’sı, Yahudilerin sistematik bir şekilde en kötü muameleye tabi tutuldukları yere dönüşünce Yenidünyaya büyük bir göç dalgası yaşanır. 2,5 milyondan fazla Yahudi Amerika’ya göç ederek Yahudilerin dünyadaki etkisini ve gücünün dengesini değiştirir. Yahudiler, dinsel ihtiyaçlarına cevap verecek sayısız sinagoglar kurarlar. Teknoloji geliştikçe Amerikalı Yahudiler yeteneklerini aynı hevesle o sektöre de aktarır. En muhteşem örnek, adeta tamamen Yahudiler tarafından kurulan “sinema sanayi” idi.
Rus dehşeti Yahudileri düşünmeye sevk eder. Acaba Yahudilerin güvende olacakları rahat edecekleri, benimseyecekleri ve yönetecekleri bir yer yaratılamaz mıydı? Tabii Siyonizm yeni değildi. 1,5 milenyumdan fazla, Babil sürgünü kadar eskiydi.
XX. yüzyıl başlarında, Yahudi halkının vatanı olabilecek bir toprağın kendilerine verilmesi seslendirilir. Herzl, İsrail’in ‘Vadedilen Topraklara Dönüşü’ yapıtının aktörü ve yönetmeni olacaktı. Yahudi kamuoyunun onayı tabi ki kutsal kitaplarında vaat edilen topraklar olmalıydı. Siyon’a dönüş Yahudilerin önderliğinde bütün insanlığın yararına düşünülen tanrısal planın bir bölümüydü. Yahudiler için; Ortodoks, Siyonist, Laik ne olursa olsunlar, kaçılacak tek yer Filistin’di.
18 Temmuz 1917’de İngiliz vaadinin orijinal taslağı, üç önemli konu içerir: “Birincisi, Filistin’in Yahudilerin vatanı olarak yeniden yapılanmas; İkincisi, Yahudilerin kısıtlamasız olarak göç hakkı; Üçüncüsü, Yahudilerin içeride kendi kendilerini idare etmeleri.” Bu üç husus Siyonistlerin bütün isteklerini karşılamaktadır.
1921 yılının Temmuz’unda Weizmann: “Savaş sırasında vaat edilen Yahudi vatanı, şimdi Arap vatanına dönüştü” şeklinde Churchill’e sitem eder. I. Dünya Savaşı sonrası kutsal topraklarda devlet kurma vaatleri yerine gelmez. Yaklaşık 30 yıl sonrasına, II. Dünya savaşı sonrasına kalır.

Soykırım
Tıpkı Ortaçağ’daki Yahudi düşmanının Yahudi’yi insanlık dışı bir yaratık, bir şeytan veya bir tür hayvan (dolayısıyla Judensau) olarak görmesi gibi, Hitler’in sözde bilimsel terminolojisinden etkilenen aşırı Naziler de Yahudi’yi bir mikrop veya son derece tehlikeli ve tiksindirici bir haşarat olarak görürler. Almanya gibi yüksek seviyede eğitimli bir toplumda bu saçmalıklara nasıl inanıldığı sorulursa, cevap şu olur: “Yahudilerin mallarına el konması veya ‘Arileştirilme’, ticaretle uğraşan toplumun büyük bir kısmını sistem içine çeker. Bu nedenlerle, Alman halkının soykırımdan haberi olduğu ve bu gelişmeleri sessizce onayladıkları sonucuna varıldığı…”(?) Hıristiyan kiliseleri, Yahudi aleyhtarlığı ve daha sonra Nazi katliamı ile zirveye ulaşan Yahudi nefretine yüzyıllarca seyirci kalır.

Soykırımın Bilançosu
“Avrupa ülkelerindeki 8.861.000 Yahudi, doğrudan veya dolaylı olarak Nazilerin kontrolü altındaydı. Yapılan hesaplara göre, Naziler 5.933.900 kişiyi, yani bu toplumun % 67’sini öldürdüler. Polonya’da 3,3 milyon kişiyi, yani %50’den fazlasını öldürdüler. Yahudilerin %50’sinden çoğu Baltık ülkelerinde, Almanya’da, Avusturya’da, Yunanistan’da, Hollanda’da, Beyaz Rusya’da, Ukrayna’da, Belçika’da, Yugoslavya’da, Romanya’da ve Norveç’te öldürüldüler. Altı ana ölüm kampı esas öldürme alanını oluşturuyordu. Auschwitz’te iki milyondan fazla, Maydanek’te 1.380.000, Treblinka’da 800 bin, Belzec’de 600 bin, Chelmno’da 340 bin ve Sobibor’da 250 bin Yahudi öldürüldü.”
(Gaz odaları şaşırtıcı bir hızla çalışıyordu. Treblinka’da, her birine bir defada 200 kişinin sığa bildiği 10 gaz odası bulunuyordu. Höss, Auschwitz’teki gaz odalarına bir defada 2.000 kişiyi sığdıra bilmesiyle övünüyordu. Zyklon-B gaz kiristalleri kullanılarak Auschwitz’teki 5 gaz odasında 24 saatte bir 60 bin erkek, kadın ve çocuk imha edilebiliyordu. Höss, 1944 yılının yazında tek başına 400 bin Macar ve diğer kökenli Yahudi’yi öldürdüğünü, Yahudi olan ve olmayan toplam 2,5 milyon kişinin Auschwitz’te gazlandıklarını ve yakıldıklarını, ayrıca 500 bin kişinin de açlıktan ve hastalıktan öldüklerini söylüyordu. 1942’de, 1943’te, 1944’te Nazilerin her hafta çoğunluğu Yahudi olan 100 bin kişiyi büyük bir serinkanlılıkla öldürüyorlardı.) (Yahudi Tarihi, s. 452)
Savaş bitiminde Nazilerin tüm Avrupa’yı kapsayan Yahudi soykırımının yargılaması yapılır. 20 Kasım 1945’te Nüremberg’de savaş suçlularının davaları başlar, 1945-1951 arasında, toplam 5.025 Nazi mahkum edilir. Uzun zaman geçmesine rağmen, Nazi savaş suçlularının takip edilmesi ve suçlanması 2000’lere kadar devam eder.
1948’de İsrail’in kurulması ile kurbanların kendilerine veya yakınlarına hayatlarının veya herhangi bir uzuvlarının kaybına, sağlığına verilen zarara, kariyer, meslek, maaş ve sigorta kaybı karşılığında tazminat ödenmesine ilişkin “Federal Tazminat Yasası”nın da yürürlüğe girmesini sağlar.
Soykırımın tanınması, yargılamalar, tazminatlar; bütün bunlar Yahudiler açısından memnuniyet verici olsa da Yahudiler, ne olursa olsun medeni dünyaya güvenilemeyeceğini; soykırımın onlara verdiği unutulmaz dersten ise kendilerine istikrarlı, kendi kendine yeten ve her şeyin ötesinde, gerektiği zaman bütün Yahudi toplumunun barınabileceği ve düşmanlarına karşı güvende olacağı bağımsız bir sığınma mekanı yaratmaya mecbur olduklarını öğrendiler. I. Dünya Savaşı sonunda İsrail devletinin kurulması imkan dahilindeydi ancak verilen söz yerine getirilemedi. II. Dünya Savaşı sonunda ise İsrail devletinin kurulması zorunluluk haline geldi. Yahudiler, ne pahasına olursa olsun artık bu devletin kurulmasının şart olduğuna inandılar. Nihayet soykırımla ödenen büyük bedel, kutsal kitaplarında vadedilen topraklarda, kutsal devletlerine kavuşmanın önündeki engelleri kaldırdı!
Filistin’de 500 bin Yahudi’nin bulunmasına rağmen, gene de Arapların sayısı büyük çoğunluktaydı. Arap dünyası ve sağduyu ile durumu değerlendirenler: “Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, Orta Doğu’da kalıcı bir barışa karşı sürekli bir tehdit olacaktır” şeklinde tespitte bulunurlar.

Siyonizm ve İsrail Devleti
(Siyon: Kudüs kentinin kurulduğu tepelerden biri,tanrının konutu, tanrının halkı. )
Soykırımla yeni Siyon arasında organik bir bağ bulunuyordu. Siyon devletinin kurulmasında bir numaralı faktör, 6 milyon Yahudi’nin öldürülmesi idi ve ancak acı çekerek kurtuluşa ulaşabileceğine ilişkin Yahudi tarihinin eski ve güçlü dinamiğine uygundu.
Bunlar, etkinin ve tepkinin dinsel, metafizik terimlerle ifadesidir. Tarihi terimlerle de ifade edilebilir. Yahudilerin çektikleri acılar, İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanmıştı. Hitler’in Yahudilere çektirdikleri, Siyonist devletin kurulmasında rol oynayan felaketler zincirinin son halkasıydı.

Yahudiler yüzyıllar boyu o kadar baskıya neden sabırla katlandılar?
Bu olağanüstü pasifliklerinin, bir inanç meselesi olduğu iddia edilir: “Çünkü başlarına gelen herhangi bir olay düşmanların değil, daha yüksek bir mekanın yani Tanrı’nın iradesine bağlanır.”
“İngilizlerin çekilmesi bir yıl daha ertelenmiş olsaydı, Amerika İsrail’in kuruluşunu bu kadar heyecanla beklemeyecekti, Rusya ise büyük bir ihtimalle muhalif olacaktı. İngiliz politikasına karşı yürütülmüş olan terör politikası belki de herkes için belirleyici olacaktı. İsrail, 1947-48 yıllarında kısa bir süre için tarihin tesadüfen açılan bir penceresinden hayata girdi. Bu da bir şanstı, yada Tanrının İsrail oğullarına bir lütfüydü.”
1947-48’de İsrail devletinin kurulmasına yol açan olaylar, günümüz de halen devam etmekte olan Arap-İsrail sorununu yaratır. Araplar, hiç tartışmadan, BM’nin yeniden yerleşimle ilgili 1950 planını reddederler. Bu suretle, 1947 yılının Kasım ayından günümüze kadar, İsrail; komşularının çoğu ile gerçek anlamda savaş halindedir. Arabistan Yahudileri, Arapların saygısını hiçbir zaman kazanamaz.
Yahudiler, BM’nin Paylaştırma Planını kabul ederken Araplar ise kendilerine bir Filistin devleti sağlayacak olan planı herhangi bir tartışmaya girmeden reddedip, hemen kuvvete başvururlar. İzleyen savaşın sonunda -Haziran ile Kasım 1948 arasında İsraillilerin fethettikleri yerlerle- İsrail devleti Filistin’in % 80’ine ve yönetilebilirlik ve savunulabilir bir sınıra ulaşırlar. Filistin’li Araplar, Gazze şeridi ile Ürdün’ün yönettiği Batı Kıyı-Şeria dışında hiçbir şekilde devlet sahibi olamazlar.
Varlığının ilk otuz yılı olan 1948’le 1978 yılları arasında, İsrail devleti hayatta kalabilmek için sürekli ve bazen baş döndürücü bir mücadele vermek zorunda kalır. Mütakere fayda etmemiş, 6 günlük savaşın sonunda, İsrail ilk defa olarak savunulabilir sınırların yanında, başkenti ve tarihi mirasının ünlü bir bölümünü elde eder. İsrail 1967’deki kadar kesin bir zafere doğru yürümüş ve 1973’ün başındaki başarısı bir dereceye kadar yarayı tedavi etmiştir. Tarihi şartların çerçevesi içinde, İsrail-Mısır barış anlaşması hem bizzat, hem zamanlama açısından olağanüstü bir önem taşır. İsrailliler, temel amaçlarından ve özgürlüklerinden ödün vermeden ve devleti kuran büyüklerinin müzakere esnekliğini koruyarak, başarılı ve azami güvenli bir devlet kurarlar. İlk 25 yıl içinde, İsrail’in nüfusu 650 binden 3 milyonun üstüne çıkar. 2000’lerde bu nüfus 6 milyona ulaşır. Bunun üzerine, İsrail devleti daha da zor bir misyon yüklenerek, Dünyanın herhangi bir köşesinde tehlikede olan ya da tehlikeye maruz kalan Yahudilerin başlıca sığınağı ve hamisi haline gelir.

Ortadoğu Barışı ve Filistin sorunu
Savaş sonrası dönemde Arap-Sovyet Yahudi düşmanlığının yarattığı uluslararası dayanışma, Filistin Kurtuluş Örgütünün 1968’de direniş olarak fiilen başlamasına destek olur. FKÖ içindeki en büyük grup olan El Fetih’in kurucusu ve önderi Yaser Arafat, 1969 yılından, bağımsız Filistin devletinin temeli olarak düşünülen Oslo Anlaşması’yla kurulan Filistin Ulusal Özerk Yönetimi’nin kurulduğu 1993 yılına kadar İsrail’e karşı mücadelesini -içeride ve dışarıda terör eylemlerine de uzanan paralellikte- dünyanın farklı yerlerinde sürdürerek ‘Filistin Sorunu’nu uluslararası arenaya taşır. Sonrasında kendilerince kurulan Filistin devletinin ilk lideri Yaser Arafat bu örgütün liderliğinden devlet başkanlığına ulaşır. İsrail terörist diye tanımladığı kişiyi devlet başkanı olarak tanımakta zorlanır. Sürekli uzayan barış görüşmeleri, çekilen duvar, Filistin’de yeni oluşan militan örgütler İsrail’in işini daha da zorlaştıracak, terörü savaş olarak yaşayacaktır. Arafat bir ömür boyu verdiği efsanevi mücadeleyle Filistin ulusunu yaratır ama onu ‘özerk’ yapıdan, bir 'Bağımsız devlete’ kavuşturamaz. Arafat, en büyük fırsatını 2000 yılında, Camp David'de ABD Başkanı Clinton'la İsrail Başbakanı Barak'a evet demeyerek kaçırır. Arafat’ın 2004 yılında ölümü Filistin davasını yeniden dünya gündemine getirse de kısa vadede sonuç zor görünmektedir.
Bağımsızlık Günü için seslendirilen dua: “Atalarımıza vaat ettiği gibi, sınırlarımızı Fırat Nehrinden Mısır Nehrine kadar genişlet. Kutsal ülke İsrail’in başkenti Kudüs’ü inşa et ve Solomon’un günlerinde olduğu gibi, Mabedin orada yükselsin.”
(Kudüs, 1980 yılında başkent olarak ilan edilmiş olsa da BM çapında tamamıyla kabul görmemiştir.)
İsrail bakış açısı, yukarıdaki duadan da anlaşılacağı gibi; “Yahudi inancının temeli olan bu toprağın sahibi Yahudi halkıdır. Kutsal kitaplarında kendilerine vaat edilen bu toprağın iki sahibi olmayacağı” şeklindedir. İsrail bakış açısının benzerini de Filistinliler iddia etmektedirler: “Müslümanlar kendi kutsal kitaplarına göre o toprakları kendilerinin sayarlar. O topraklarda (Kudüs) işgal sona ermeden savaşa devam derler.”

2005 Şubat ayının başında İsrail ve Filistin arasında devam eden şiddetin yerini barışa bırakma olasılığı belirir. İsrail başbakanı Ariel Şaron ve Arafat’tan sonra Filistin devlet başkanlığına getirilen Mahmut Abbas, Mısır'da bir araya gelerek şiddetin önüne geçme taahhüdü ile ateşkese varırlar. Bu son anlaşma Ortadoğu da barış yolunda atılan önemli bir adım olur ancak her nasılsa barış ümidi ile başlayan her dönem gibi bölgede patlayan bombalarla sert kesintiye uğrar. Kutsal topraklara yüzyıllar boyu ekilen şiddetin önüne bir türlü geçilemez. Kırmızı hat bu bölgede Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar ince olan çizgisinden geçmektedir.
2005 yılı içersinde İsrail çekilme planına göre Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki, Ramalah’taki Yahudi yerleşim yerleri - İsrail’in geçmişteki politikası uyarınca bu yerlere yerleşmeye teşvik edilen Yahudi yerleşimciler direnmeye çalışsalar da uluslararası politik baskı sonucu ve yargı kararıyla - İsrail hükümeti tarafından 1982 yılından bu yana ilk kez boşaltılır. (1982 yılında İsrail Begin ile Enver Sedat arasındaki barış anlaşmasından sonra Sina Yarımadasındaki Yamit'i boşaltmıştı.)

Arafat sonrası Mahmut Abbas’ın liderliği karşısında Hamas’ın seçimle iktidara gelmesi Filistinlileri ikiye bölmüş, İsrail-Filistin ilişkileri yeniden kesintiye uğramıştır. Sonrasın da Batı Şeria’da örülen duvar, Gazze’ye uygulanan abluka, Lübnan’da Hizbullah ile girilen çatışma, Akdeniz’de Gazze ablukasını delmek isteyen gemilere uluslararası sularda yapılan operasyon İsrail’in uluslararası prestijini gerileterek adeta yalnızlığa itmiştir. Ortadoğu da yaşanan gelişmeler; Irak savaşı, Arap baharı, ABD, AB ve Türkiye ilişkileri giderek farklı boyut kazanırken İsrail’in dış politikasını yeniden şekillendirmesi beklenmektedir.

Ortadoğu'da barışın anahtarı, Filistin-İsrail sorununun çözümüdür. Filistinlilerin bağımsız devletlerine kavuşmadan bu topraklarda kan ve gözyaşının dinmeyeceği bölge ülkeleri kadar, tüm dünya tarafından bilinen bir gerçektir. O zaman, bu topraklardaki çatışma boyutunun bölgesel bir savaşın ardından yeni bir dünya savaşına dönüşmesi senaryoları gündemden çıkarılarak, bu coğrafyada barışın gerçekleştirilmesi Dünya barışına da katkı sağlayacaktır. (http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça:
1) JOHNSON, Paul, “Yahudi Tarihi”, çev. Filiz Orman, Pozitif yayınları, 1. baskı, Aralık-2000
2) “İslam Kültür Ansiklopedisi”, İnkilab yayınları, New York-1986
3) Axis 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt 6-9, Milliyet / Hachette yayınları
4) ATEŞ Süleyman, “Kur’an-ı Kerim Tefsiri”, Yeni ufuklar neşriyat, Milliyet -1995
5) İncil, Yeni Yaşam yayınları, 1.basım, Ocak-1995
6) Tevrat,
7) KULİN Ayşe, ‘Nefes Nefese’, Roman

Dipnot:
1)Türkiye, BM'nin “Mavi Marmara” raporunun basına sızmasının ardından 5 Eylül 2011 tarihinde İsrail'e karşı 5 maddelik yaptırım çerçevesinde diplomatik ilişkilerini ikinci katip düzeyine indirir. Türkiye-İsrail ilişkileri 3 Aralık 1980 tarihinde de ikinci katiplik seviyesine düşürülmüş, 1988 BM Genel Kuruluna kadar iki ülke arasında üst düzey temas kurulmamıştı.
2) Filistin lideri Mahmud Abbas, ABD’nin veto dekleresi ve İsrail’in tüm karşı çabalarına rağmen 23 Eylül 2011 günü BM'ye tam üyelik başvurusu yaparak Genel Kurula konuşur ve Filistin açısından tarihi bir süreç başlar…

11 Eylül 2011 Pazar

Batıdan Yenidünyaya, Yenidünyadan da Tüm Dünyaya; Süper Güce: Amerika(n) Efsanesi

“Neden olmasın! Belki de bu yüzyılın ortalarına doğru Amerika efsane kazanımlarını farklı bir misyon yüklenerek insanlığın geleceği için adayacaktır. Kurgu da olsa; Amerika -Batılı müttefiklerinin ve güçlü lobilerin desteği ile- yakalamış olduğu bu gücü, insanlığın geleceği yararına kullandığında gelecek kaygısı olan ülkeler birbirlerine düşman olmayacak, savaşlar son bulacak, dünya daha huzurlu, daha barışçıl bir ortama dönüşecektir. Bugün için ütopik de olsa gelecek için neden olmasın!..”


1492’de Kristof KOLOMB’un keşfini, 1499’da Ameriko VESPUCCİ’nin pekiştirerek yeni kıtaya adını vermesi sonrası, dünya üzerinde insan ve kültürlerin birbirine karıştığı en büyük alanı Amerika Kıtası oluşturur. (Amerika’nın 1400’lü yılların başlarında Çinli Müslüman bir amiral tarafından keşfedildiğine dair Çinliler yeni bir harita ortaya koyarak henüz netlik kazanmayan yeni bir tartışma başlatırlar.)
1776’da ‘kurucu atalar’ yaşlı Avrupa’dan uzakta özgürlük, güvenlik ve mutluluk gibi soylu ideallere dayanan yeni bir devlet kurmak isterler. 4 Temmuz 1776’da bağımsızlığını ilan eder. Ancak 6 yıldan fazla süren Bağımsızlık Savaşı sonrası 1783’de gerçek bağımsızlığına kavuşarak ABD şekillenir. Milyonlarca göçmen ABD’yi dünyanın en büyük gücü yapmak için 150 yıllık bir çaba sarf ederler. Bunun adı da ileride ‘Amerikan Rüyası’ olacaktır.
1840 seçimlerinden sonra 11 Güney eyaletinin birlikten ayrılma kararı üzerine ‘Kuzey-Güney’ olarak adlandırılan iç savaş patlar. 4 yıl süren savaşta 9 milyonluk güney (3,5 milyonu köle), 22 milyonluk kuzey çatışmasının galibi kuzeyliler olur. 1865 yılında güneyliler teslim olur, Köleler de özgür ilan edilerek Yurttaşlık Haklarını kazanır, ABD’de köleliğin kaldırılması 600 bin insanın yaşamına mal olur.(1)

ABD’nin Yükselişi
1865’den I.Dünya Savaşı sonrasına ABD büyük bir ekonomik güç olarak dünya sahnesine damgasını vurur; kendisini kabul ettirir: “Bu gelişim gümrük duvarlarıyla korunan bir pazara yönelik üretimde, özellikle sanayi alanında muazzam bir büyümenin damgasını taşıyan bir ekonomik bir atılıma dayanmaktadır.”
1869’da ülkeyi baştanbaşa kat eden bir demiryolu ağı kurulur. 1884’de Chicago’da ilk gökdelenler yükselir. 1888’de İspanya egemenliğindeki Küba ve Filipinlerin denetimini eline geçirip, Porto Riko’yu ilhak eder.
“Amerika Amerikalılarındır.” 1898 yılında İspanya’ya karşı kazanılan zafer sonrası bu slogan etkisini tüm kuzeye yayarak, günümüzün süper gücünün doğmasını ateşler. Ticaret aracılığıyla dünya olaylarına karışan ABD, 1917 yılından itibaren itilaf devletleri safında I. Dünya Savaşına katılır. 1919 yılında yapılacak barış için ‘Hakem’ konumuna gelir. Ülkesi diğer büyük devletlerden alacaklı duruma gelen ‘Dolar’, uluslararası para birimi olarak ağırlığını hissettirir.
1920’li yıllardaki iyimserlik 1930’lu yıllarda ekonomik bunalıma dönüşerek çöküş başlar. Yatırımlar durup üretim yavaşlar, işsizlik artarak ‘Büyük Çöküş’ ABD’yi kasıp kavurur. Avrupa’da patlayan II. Dünya Savaşı ise ABD’nin imdadına yetişerek bunalımın aşılmasına olanak verir. Fransa ve İngiltere’ye askeri malzeme, araç gereç satarak 1941 yılındaki Japonların Perl Harbour baskını sonrası büyük müttefiklerinin safında savaşa girer. Pasifik’de Japonya’ya karşı savaşırken, Kuzey Afrika’dan Normandiya çıkartması ile 1944’de Fransız işgalini sonlandırır. Arkasından Almanya’ya girip Mayıs 1945’de Avrupa’daki savaşı sonlandırır. Japonya’nın direnmesini Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombasıyla pahalıya ödetir ve bu cephedeki savaşı otomatikman bitirir.
Her iki dünya savaşından hiç etkilenmeden çıkar. Aksine daha da büyüyerek, sanayisi ile dünya üretiminin yarısını karşılar. Ancak SSCB ve ideolojisinden kaygı duyarak bunu kırmak için önce Marshall planıyla, daha sonrada NATO kanalıyla Batı Avrupa’ya yardım eder.
1950 yılında Kuzey Kore’nin saldırısı sonucu Güney Kore’ye yardım için askeri müdahaleden çekinmez. (Bu savaşta Kore’ye giden Türk askeri birliğimizin başarısı sonrası Türk-Amerikan ilişkileri farklı bir seyir izler ve sonrasında 1952 yılında Türkiye NATO’ya girer.)
1950’lerde başlayan ve komünizme karşı mücadele olarak bilinen Mc Carthy’ci zihniyeti 1955’lere kadar sürdürüp, Amerikan toplumunu komünizm karşıtı bir yapıya sokar.
1955’lerden 1975’lere kadar öne çıkan siyah-beyaz karşıtı gösterileri paralelinde zencilerin ve kızılderililerin muhalefeti ile sarsılır. Bu yıllar içersinde ırkçılıkla ve yoksullukla mücadele eder.
1960’lı yılların sonuna kadar son derece elverişli konumdan yararlanarak gelişmesine ve büyümesine devam eder. 1965’lerde Güney Vietnam’ın saldırısına uğrayan Kuzey Vietnam’ın yardımına koşar. Bu kez Vietnam bataklığına saplanarak başarısız olur. Bu olumsuz görüntüyü kırmak için 1973 yılında SSCB ile silahsızlanma anlaşması imzalanılır.

1970 yılından itibaren Amerikan ekonomisindeki canlılık azalır. Dolar değer kaybeder. Petrol krizi enflasyonu etkiler. Ancak ABD askeri ve ekonomik olarak dünyanın bir numaralı gücüdür. Bu gücün temeli II. Dünya Savaşı sonrasına dayanır.
1979 İran İslam devrimi, Sovyetlerin Afganistan işgali ile yeni bir konjonktür başlar. Soğuk savaş döneminde ABD’nin Sovyetlere karşı geliştirdiği ‘Yeşil Kuşak Projesi’ sonucu yeşeren Taliban, El Kaide vd. oluşumlar bölgelerinde güç odağı haline gelirler.
(Soğuk savaş sonrası bu örgütler ABD’nin Asya ve Ortadoğu’daki politikalarına karşı, ABD’yi ve müttefiklerini hedef alan eylemlere girişeceklerdir.)
1989 yılında Doğu Blokunun çökmesiyle Sovyet korkusu sona ermiş; soğuk savaşın galibi olmuştur. Berlin Duvarı’nın yıkılışı (9-10 Kasım 1989) bu döneminin sona ermesini sembolize etse de; bu olay, dünya çapındaki gerginliğin iki başoyuncusunu (ABD-SSCB) karşı karşıya getiren kararlılık ve güç gösterileriyle dolu, derin bir evrimin sonunda gerçekleştirilmiştir.
1990’da yaşanan Körfez krizi Ortadoğu’da Irak’a operasyona dönüşür. (Şubat 1991’de Irak’a karşı 28 ülkenin katılımıyla oluşan uluslararası müdahale gücünün başında yer alır.) Artık ABD, yeniden dünya üzerindeki ağırlığını pekiştirerek tek süper güç olmuştur. Bundan sonra ABD’nin önderliğinde çok uluslu müdahaleler daha da sıklaşır. Kuzey Irak’taki Kürtlere insani yardım (1991 baharında), Somali’ye ayni tipte müdahale (1992 kışında), arkasından Sırpların Avrupa’nın göbeğindeki Saraybosna vahşetini sona erdirip teslim olmasına kadar havadan müdahale (1996), NATO kuvvetlerinin katılımı ile Kosova’ya insani yardım (1999) gerçekleştirilir.
(Tüm bu gelişmeler ABD’nin ‘Dünya Jandarmasına’ dönüştüğü izlenimi vermekte olup; bundan böyle tehlikeli durumlarda da BM devreye sokularak ‘Uluslararası Hukuk Çerçevesi’ oluşturulur. Ardından ülkesel ve bölgesel çıkarlar bağlamında kontrolün elden bırakılmamasına çaba sarf edilir. )
2001 yılının 11 Eylül günü yaşamış olduğu kabus, “Amerikan Rüyasını ve Süper Gücü” kendi kendini sorgulamaya iter. Kaybetmiş olduğu moral ve prestiji yeniden kazanabilmek için terör ve teröre destek veren örgüt ve ülkelere savaş ilan eder. İlk hedef Afganistan’dır. NATO tarihinde ilk kez (Antlaşmanın 5. Maddesi uygulamaya konularak), NATO’nun operasyon ve kullanım alanı genişletilir. Böylece, NATO’nun öncülüğünde yapılan operasyona uluslararası meşruiyet kazandırılarak Afganistan’a harekat gerçekleştirilir. Köktendinci Taliban yönetimine son verilerek uluslararası güç desteğinde yeni bir Afgan hükümeti oluşturulur. Afganistan sonrası sıra Irak’a gelmiştir. Irak’a harekat bağlamında, iç ve dış destek sağlamak amacıyla ABD tarafından yoğun bir diplomasi yürütülür. Uluslararası destek yanında bölge ülkelerinin (özellikle İslam ülkeleri) destekleri üzerine yoğunlaşılır. Devreye Birleşmiş Milletler sokulur. Sıra harekatın başlayacağı takvime gelmiştir. Tüm dünyanın nefesleri tutulmuştur. BM ve dünya kamuoyundan gelen tüm protestolara karşın ABD ve İngiliz ordularından oluşan koalisyon gücü tarafından 20. 03. 2003 günü harekat gerçekleştirilir.
ABD ve İngiliz kuvvetleri güney cephesinden Irak’a girip, 9 Nisan tarihinde (savaşın 21. günü) Bağdat’a ulaşarak, Saddam Hüseyin yönetimine son verir. 1 Mayıs tarihinde de savaşın fiilen bittiği ABD Başkanı tarafından dünya kamuoyuna şu şekilde açıklanır: “ABD, savaş tazminatı, masraflar, bombalar için ilk olarak petrole el koyuyor!”
Ancak, ABD’nin planı “evdeki hesap pazara uymaz” gibi işlemez. Kitle imha silahları gerekçesiyle başlatılan savaş sonucu bu silahlardan eser olmayınca, dünya kamuoyunda kurtarıcı rolünden işgalci konumuna düşer. Irak’ta uygulanan baskı yöntemi, esirlere yönelik işkence görüntüleri, dünyayı ayağa kaldırır; işgal kuvvetlerinin kendi kamuoylarında bile destekleri azalmaya yüz tutar. Irak işgalinin ardından bilanço her yönden giderek ağırlaşır ve maliyet trilyon dolarla ifade edilir. Irak’ta yeni oluşum, geçici konsey, anayasa, seçimler derken, iç savaş boyutunda patlama ve saldırılar sonucu (Saddam Hüseyin ve kurmayları sağ, oğulları ölü olarak elde edilmiş olsa da) her gün ölüm olayları kol gezer. Acaba ilk başta direniş göstermeyen Irak, ABD’yi Vietnam benzeri bir bataklığa mı çekmiştir? Yoksa ABD, BOP/GOP çerçevesinde stratejimi geliştirmektedir? (Her şeyi olup-bittikten sonra öğrendiğimiz gibi bunu da sonradan zamanı gelince öğrenmiş olacağız herhalde!!!)
Irak’ın işgali sonrası İran ve Suriye’ye yönelik tehditler karşısında İran direnirken, Suriye ABD karşıtı davranışlardan kaçınır. Bu kez Pakistan nükleer güç olması nedeniyle Afganistan’daki terör odaklarına destek verdiği, göz yumduğu gerekçesiyle ABD’nin hedefi konumundadır.

ABD ve Yenidünya Düzeni
“Rusya, sahip olduğu gücü jeopolitiği kaybetti. Çin, kendi iç dünyasını sağlama almak için Rusya ile ittifak içinde. AB ise Sovyet tehdidi sonrası kendi dünyasında. BM ve NATO bu güce boyun eğmek zorunda, ABD ne derse o olacak, güç artık onundur. Güç ABD’nindir.” (2)
ABD, soğuk savaşın galibi olarak, “Yeni güvenlik stratejisi” anlayışı ile “Yeni bir dünya düzeni” geliştirir. Bu stratejinin en önemli kısmı: Kuzey Afrika, Sudan, Arabistan yarımadası, Lübnan, Suriye, Irak, İran, Afganistan, Kafkaslar ve Kazakistan’a kadar uzanan coğrafyayı bir yay, bir hilal şeklinde kapsayan ve kısaca BOP olarak adlandırılan “Büyük Ortadoğu Projesi”dir. Bu bölgeyi elinde tutan, kontrol eden güç dünyayı da kontrol edecektir. Evet, güç ABD’den yana gözükmektedir. Bu proje “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (GOP) olarak isim değiştirerek dünyanın gündemine sunulmuştur.
Projeler isim değiştirerek, değişime uğrayacak, dünya kamuoyu dalga dalga bu yenidünya düzenine alıştırılacaktır. Bu projeler ışığında düğmeye basılmış, kum saati çalışmaktadır. Gürcistan’da “Kadife”, Ukrayna’da “Turuncu”, Lübnan’da “Sedir” devrimleri sonucu iktidar değişimleri ABD rüzgârıyla birlikte olmuştur. Kırgızistan'da başlayan isyan, amacına ulaşır ve Kırgız ülkesi de Ukrayna ve Gürcistan gibi bir iktidar değişikliğine tanık olursa, bunun yaratacağı domino etkisi komşu cumhuriyetlerde de görülecektir. ABD artık Orta-Doğu ve Asya’da, enerji kaynaklarının yoğun olduğu bölgede varlığını fiili olarak hissettirecektir.
Ancak bunu doğrulamayan bir Arap Atasözü vardır: “Rüzgar her zaman yelkenin istediği gibi esmez.” ABD dünyaya yön vermeye çalışırken yakınında Karayiplerin en büyük adası Küba 1959 yılından bu yana ambargo ve soğuk savaş sonrası Doğu Blokunun çökmesine rağmen sosyalist sistemi kesintisiz olarak sürdürmektedir. Küba devrimi dışında 1970’lerde Şili’de denenen demokratik sosyalist sistem Latin Amerika’da askeri diktatörlükleri tetikler. 2000’lere gelindiğinde bu kez sol yönetimler yeniden belirir. Eşitliğin kurulabildiği bir dünyayı ihtimal olmaktan çıkarıp dünyanın gözüne sokmaya çalışan Latin ülkeleri Brezilya, Uruguay, Bolivya, Venezüella, Arjantin, Şili’de ABD karşıtı politikaların iktidara gelmeleri ve diğerlerinde de gelme olasılıkları arka bahçenin soru işaretleri olarak göze çarpar.
Lübnan’a Suriye’yi çağıran, konuşlandıran Batı Dünyası, bugün soğuk savaş döneminde ‘Yeşil Kuşak Projesi’ ekseninde yeşeren örgütlerin hedefi haline gelmiş, ABD ve Avrupa metropollerinde bedelini de acı ödemiştir. Ve bugünde ödemeye devam etmektedir. Özellikle Irak’ta direniş olarak ABD askerleri yanında, müttefik konumunda herkesi hedef alan eylemler, hemen hemen her gün yaşanan ölümler haber bültenlerinde rutin bir olaymış gibi yer almaktadır.
(Kitle imha silahlarının yok edilmesi amacıyla başlatılan Irak harekatı uluslararası kamuoyunda da işgal şekline dönüşünce silah tersine döner. Güçsüz olan tarafın kullanacağı şiddet yöntemi -terör olarak adlandırılsa da- meşruluk kazanma mücadelesi olarak değerlendirilmektedir.)
2001 Eylülündeki ikiz kuleler sonrası Irak topraklarındaki asker kayıplarının (2009 yılı Martında 4 binleri geçen) günden güne devamı can sıkarken bu kez ard arda doğal afetler baş gösterir. 2004 yılı sonunda Güney Asya’da yaşanan ‘Tsunami Felaketi’ son yılların en büyük felaketi olarak ilk sırayı alsa da; ABD’yi 2005 Eylül ayında bu kez doğal afetler sarsacaktır. Amerika Birleşik Devletleri'nin güney sahillerini vuran ‘Katrina Kasırgası’ binlerce can alarak, 100 binlerce insanı da mağdur eder. Kıta içersinde göçler yaşanacak, uluslararası yardıma ihtiyaç duyulacaktır. 21. yüzyılın süper gücü, efsanesi ABD, Katrina Kasırgası ile yeni bir rüyasından daha uyanacaktır.
ABD, Yenidünya düzeni çerçevesinde hedeflerinden vazgeçmese de Afganistan ve Irak operasyonları sonrası yaşanan sapmaları/olumsuzlukları görmezden gelemez. 2008 yılında yaşanan küresel mali kriz ABD’nin Irak’tan çekilme stratejisini hızlandırır. Sonrasında yapılan seçimlerde ABD tarihinde bir ilk gerçekleşir. Ailesinde Müslüman olan Afrika kökenli bir siyahi/zenci Barack Hüseyin Obama, Demokratların adayı olarak öne çıkar, başkanlığa aday olur ve ABD’nin yeni başkanı seçilir.
2011 yılı başlarında ise dünya açısından olduğu kadar ABD’de diplomasi ve askeri çerçevede yoğunluk yaşanır. Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında yaşanan “Arap Baharı” olarak da adlandırılan gelişmeler GOP sarmalında yaşanan gelişmeler olarak algılanır. ABD’nin Ortadoğu ve K. Afrika’da yaşanan gelişmelere yaklaşımı; Libya’daki iç savaşa müdahale konusunda izlenen politika, yeni stratejilerin devreye konulduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak Dünyanın geleceği ve ABD üzerine farklı platformlarda tartışıladuran aşağıdaki sorular ve benzerleri karşımıza çıkacaktır:
 Dünya 3. bir savaşı deneyecek mi? Yoksa bölgesel savaşlarla mı yetinecek?
 İdeolojik kavgaların 20. yüzyıl sonlarında Kapitalizm lehine sonuçlanması
üzerine 21. yüzyıl da kapitalizm karşıtı yeni bir düşünce gelişebilecek mi? Yoksa geçmişte denenen Sosyalist sistemin revize edilerek her iki sisteminde ortak paydalarda buluşabileceği “Karma” bir sistem mi yaratılacaktır?
 ‘Tarih tekerrürden ibaret’ ise; tarihteki büyük imparatorluklar gibi belirli bir
süreç sonrası o da gücünü yitirerek efsanesi de sonu mu tadacaktır?

Bu ve benzeri konular tartışıladursun, gerçek konjonktürde; Dünyanın toprak büyüklüğü açısından en büyük ülkesi sıralamasında Rusya, Kanada, Çin’den sonra dördüncü sırasında yer alsa da; ABD, 21. yüzyılda da her yönden en büyük güçtür.
ABD 21. yüzyıla süper güç olarak girmiş, bu yüzyılda da süper güç olarak dünyaya yön vermeye devam etmektedir. Ta ki kazanımlarını dünya ile paylaşıncaya kadar, yeni bir ‘Yenidünya Düzeni’ oluşuncaya kadar bu süreç alternatifsiz olarak devam edecektir.
(http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

Dip Not / Kaynakça:
(1) AXİS 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt–1, Milliyet/Hachette yayınları, “Amerika Tarihi”, s.231
(2) KULOĞLU Armağan, “Soğuk Savaş Sonrası Bozulan Dengeler”, Stratejik Analiz Dergisi, Aralık–2003, cilt:4 sayı: 44, s. 41–42
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz